Bidly
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ

Aşağa gitmek

Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Empty Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ

Mesaj tarafından By_Çeri 31.05.08 13:28

Ebubekir SİFİL


Bismillâhirrahmânirrahîm
Özellikle son yıllarda ülkemizin değişmez gündem maddeleri arasında
kendisine sağlam bir yer edinen dinlerarası diyalog ve misyonerlik
faaliyetleri, orta ve uzun vadede ülkenin geleceği üzerinde kalıcı
ciddi etkiler yapabilecek tabiatı dolayısıyla, karşı karşıya
bulunduğumuz handikaplar listesinin başlarına, hatta en başına
yerleştirilmelidir.
Zira söz konusu faaliyetler, ülkemizi ve insanımızı "din" ve "kültür"
gibi temel varoluş alanlarında zayıflatmayı, kuşatmayı ve son tahlilde
teslim almayı hedeflemekte, bu hedefe ulaşabilmek için başta siyaset ve
ekonomi olmak üzere birçok enstrümanı etkin biçimde kullanmaktadır.
Bu bakımdan dinlerarası diyalog ve misyonerlik faaliyetleri
yürütülürken ön plana çıkarılan "hoşgörü, barış, çoğulculuk,
farklılıklara tahammül, İbrahimî dinlerin birliği..." gibi kavramsal
gücü olan "masum" ve "sivil" tabirlerin, bu meyanda yalnızca birer
"maske" işlevi gördüğünü tesbit etmek durumundayız.
Elbette bu kanaatimiz sadece bu iki faaliyetin AB süreci ile birlikte
büyük bir ivme kazandığı vakıasından kaynaklanmıyor. Bu faaliyetlerin
maksadına, yürütülüş biçimine, aralarındaki ilişkiye ve yürütenlerine
atfedilecek yüzeysel bir nazar bile, özellikli bir tarihin ve özellikli
bir coğrafyanın çocukları olarak bizleri bu faaliyetler hakkında
başkalarından daha hassas olmaya icbar ediyor.
İlerleyen paragraflarda ilgili dokümanlardan iktibasen göreceğimiz gibi
"diyalog" ve "misyon(erlik)", en azından Vatikan için birbirinden ayrı
ve bağımsız düşünülemeyecek iki kavramdır. Vatikan için bir yerde
diyalog varsa, orada perde gerisinde misyon(erlik) vardır ve bir yerde
misyon(erlik) varsa orası daha önce diyalog faaliyetleri tarafından
"uygun zemin" haline getirilmiş demektir. Bu, en azından II. Vatikan
Konsili'nden sonra kesin olarak böyledir.
Bu itibarla bu tebliğde dinlerarası diyalog faaliyetleri ile
misyonerlik faaliyetleri birbirinden bağımsız olarak ele alınmamış, bu
iki olguya aynı bağlamın birbirini bütünleyen cüzleri olarak itibar
edilmiştir.
Diyalog faaliyetlerinin tarihî arka planı
Dinlerarası diyalog faaliyetlerine ülkemizden iştirak edenler
tarafından geliştirilen, "diyaloğun yeni değil, insanlık tarihi kadar
eski olduğu, zira insanın bulunduğu yerde mutlaka diyaloğun da mevcut
olacağı, İslam'ın da başından beri diyaloğu fiilen gerçekleştirmiş bir
din olduğu"... gibi, aslında "anakronizm"den başka bir şey olmayan
söylem tarzı, diyaloğun bir kavram olarak ne ifade ettiği konusunda
serapa manipülatiftir.
Zira Vatikan tarafından ortaya atılana kadar "diyalog"un en azından
kavramsal ölçekte bu yaygınlıkta kullanımda olmadığı açıktır. Şu halde
bu kavram hakkında objektif olabilmek için onu teori ve pratiğiyle
ortaya koyan II. Vatikan Konsili'ne bakmak durumundayız.
Vatikan'ın 1962-1965 yılları arasında düzenlediği "II. Vatikan
Konsili"nin diğer konsillerden[1] farkı sadece katılımın en yoğun
olduğu konsil olması değildi şüphesiz. Diğer Hristiyan mezhepleri ve
özellikle de diğer dinlere karşı o zamana kadar görülmemiş bir açılımı
öngörmesi, bu konsili diğerlerinden ayıran en önemli unsurdur.
Hristiyan dünyanın bölünmüşlüğü sebebiyle Kilise'nin kendi görevlerini
yapmada yaşadığı sıkıntılar bu konsilin toplanmasındaki önemli
etkenlerden biri ise de, asıl temel etken, modern dünyada Kilise'nin,
misyonunu arzu edilen seviyede gerçekleştirebilmek için ihtiyaç duyduğu
açılımlar olarak tesbit edilebilir. Dolayısıyla II. Vatikan Konsili,
Katolik Kilisesi'nin, klasik misyon anlayışını terk ederek diğer din
mensuplarıyla, hatta diğer Hristiyan mezheplerle diyalog suretiyle
iletişim kurma talebini, misyonu bu iletişim zemini üzerinden
gerçekleştirme öngörüsünü ve bunun teolojik temelini ifade ettiği bir
konsildir.
Nitekim açış konuşmasında Papa XXIII. John'un kullandığı
"aggironamento" kelimesi, Konsil'in hedef ve amaçlarını ifadede anahtar
konumundadır ve "Kilise'yi günümüze taşımak ve onu, çağdaş misyonunu
yerine getirmede daha etkili hale getirmek" anlamına gelmektedir.[2]
Bu konsil sürecinde alınan kararlar hemen her dereceden dokümanda ifade edilmiştir:
- Kilise hakkındaki dogmatik yasa (Lumen Gentium),
- Kilise hakkındaki pastoral yasa (Gaudium et Spes),
- Nostra Aetate, Ad Gentes, Diginitatis Humanae gibi deklarasyon ve kararlar,
- Eclesiam Suam isimli genelge bunlardan başlıcalarıdır.
Burada dikkat çekici olan, Konsil öncesi diğer din mensupları ve
bilhassa Müslümanlar, kategorik olarak "kötü" iken, Konsil sonrası bir
tavır değişikliğine gidilmiş ve "kötü"ler, bu yeni süreçte
"Hristiyanlığa aday" olarak tavsif edilmiştir.
Hemen belirtelim ki Katolik Kilisesi'nin bu konsilde aldığı kararlar ne
Kilise dogmalarına aykırı, ne de geleneklere tersdir. Kilise'nin burada
bütün yaptığı, dünya çapında hızla yayılmakta olan Kilise'den uzaklaşma
tavrına karşı ve Kilise'nin kaybetmekte olduğu prestij, nüfuz ve
etkinlik alanlarını yeniden kazanabilmek adına yöntem ve söylem
belirlemekten ibarettir.
II. Vatikan Konsili'nde Katoliklik dışındaki Hristiyan mezhepleriyle
diyalog konusunda alınan kararlar ilgi alanımızın dışında olduğu için,
burada diğer dinlerle ve bu arada İslam'la ilgili olarak Konsil
sırasında ve sonrasında Kilise resmî dokümanlarına geçen hususlara
kısaca değineceğiz.
İlgili kavramlar
1. Diyalog
Katolik Kilisesi, diğer dinler hakkındaki görüşünü ve bu dinlerin
mensuplarıyla diyaloğa girme isteğini Konsil'in "Nostra Aetate" isimli
deklarasyonunda ifade etmiştir. Bu deklarasyon, Kilise'nin, diğer
dinlerle ilişkisi konusunda müstakil olarak hazırlanmış bir belge
olması dolayısıyla son derece önemlidir.
Deklarasyon, Katolik Kilisesi'nin diğer dinlerle diyaloğa girme isteğini şöyle ifade etmektedir:
"… Bu yüzden Kilise, evlatlarını, diğer dinlerin mensuplarıyla basiret
ve yardımseverlik içinde görüşmeye ve işbirliğine davet eder."[3]
Esasen Nostra Aetate'de mevcut, diğer dinlerle diyaloğu öngören
ifadeler, diğer Konsil dokümanlarına göre üslupta bir farklılık arz
etse de, teolojik temeller açısından aralarında herhangi bir uyumsuzluk
söz konusu değildir. "Lumen Gentium" isimli dogmatik yasa, Kilise'nin
diğer dinlerle ilişkisini belirlerken, diğer din ve kültürlerle
bunların mensuplarında, düzensiz ve bütünlük arz etmekten uzak olsa da
bir takım iyi unsurlar bulunduğuna işaret etmektedir. Bu "iyi unsurlar"
onların sadece kalp ve düşüncelerinde değil, ayin ve geleneklerinde de
mevcuttur. Bu unsurlar, Kilise'nin misyoner faaliyetleri vasıtasıyla
sadece muhafaza edilmekle kalmayacak, aynı zamanda saflaşacak,
yücelecek ve mükemmel hale gelecektir.[4]
"Nostra Aetate"de de bu husus teyit edilir ve şöyle denir:
"Katolik Kilisesi, bu dinlerdeki (Hristiyanlık dışındaki dinler) gerçek
ve kutsal olan hiçbir şeyi reddetmez. Kendi öğretisinden birçok yönden
farklı olmakla birlikte, bütün insanlığı aydınlatan ilahî gerçeğe ait
bir parça ışık yansıtan doktrin, ahlakî kural, hareket ve hayat
tarzlarına büyük saygı duyar. Yine de Kilise, gerçek yol, ilahî hakikat
ve doğru hayat olan Mesih'i ilan etmeye mecburdur."[5]
Burada, "Acaba bu "iyi unsurlar" Hristiyanlık dışındaki dinlerde nasıl
olup da yer bulabilmiştir?" gibi bir soru akla gelebilir. Bu soruya da
II. Vatikan Konsili'nin misyoner faaliyetleri hakkındaki "Ad Gentes"
isimli kararı cevap vermektedir. Bu kararda, söz konusu "iyi
unsurlar"ın Kutsal Ruh tarafından onlara saçıldığı ve bunların adeta
Hristiyanlığa dönüşün zeminini teşkil eden birer "nüve" olarak
görüldüğü dikkat çekmektedir.[6]
Öyle de olsa, diğer dinlerdeki bu "gerçek" ve "kutsal" şeyler, müntesiplerini kurtuluşa götürmek için yeterli olamaz mı?
Cevap yine "Ad Gentes"den: "Tanrı'nın insanlığı kurtarma planı, bir tür
gizlilik içinde sadece bir kişinin ruhunda gerçekleşmez. Sadece
insanların Tanrı'yı bulmak için körü körüne araması ve çok yönlü
çabalarla gerçekleşmez. Çünkü bu teşebbüsler, İlahî İnayet'in müşfik
çalışmaları vasıtasıyla aydınlatılmaya ve saflaştırılmaya muhtaçtır. Bu
teşebbüs veya iyi unsurlar zaman zaman gerçek Tanrı hakkında bir eğitim
veya İncil'e bir hazırlık olarak hizmet edebilirler."[7]
Yukarıda zikredilen "Nostra Aetate" isimli deklarasyon, Katolik
Kilisesi bakımından diğer dinlerin konumunu şöyle belirlemektedir:
Hristiyanlar'la özel bir bağı olan Yahudiler Katolik Kilisesi'ne en
yakın olan kimselerdir. İkinci sırada, monoteist bir inanca sahip olan
ve Hz. İbrahim'i örnek alan Müslümanlar vardır. Daha sonra münzevi
yaşantı, derin meditasyon ve Tanrı'ya güven ve sevgiyle yönelmek
suretiyle kurtuluşu arayan Hindular ve kendilerine özgü çabalarla aynı
amaca yönelmiş bulunan Budistler gelmektedir.[8] Bunlar dışındaki
dinlerden ise genel olarak bahsedilmiştir.
Burada Yahudiler'e tanınan ayrıcalıklı konum hemen dikkat çekmektedir.
Bu durum Yüce Kitabımız'ın "Ehl-i Kitap" diye kategorize ederek
aralarındaki "özel" yakınlığa dikkat çektiği[9] bu iki kesim hakkındaki
haberlerine ve vakıaya da mutabıktır. Burada Papa XXIII. John'un
Yahudiler'e olan özel ilgisi ile Yahudiler'in II. Vatikan Konsili resmî
dokümanlarına girebilmek için kullandığı bireysel ve kurumsal her türlü
inisiyatifin etkisi açıktır.[10]
Hatta Hristiyan olmayan dinlerle ilişkiler hakkındaki "Nostra Aetate"
isimli genelge, sözünü ettiğim ilgi ve etki sebebiyle başlangıçta
sadece Yahudiler'le ilişkileri düzenleyen bir belge olarak
tasarlanmıştı. Arap ülkelerindeki Hristiyan azınlıkların zarar
görmesine yol açabileceği endişeleri dile getirilince ya diğer
dinlerden de bahsedilmesi veya hiçbirisinden bahsedilmemesi gündeme
gelmiş, uzun tartışmalar sonucunda bugün elde bulunan metin ortaya
çıkmıştır.[11]
Dolayısıyla Müslümanlar ve diğer din mensuplarıyla diyalog meselesi,
"Yahudiler sayesinde" Vatikan belgelerine girebilmiştir demek yanlış
olmayacaktır.
Mezkûr deklarasyonda Müslümanlar'la ilgili ifadeler şöyledir:
"Katolik Kilisesi Müslümanlar'a da büyük bir saygıyla bakar. Onlar tek,
diri, mevcut, bağışlayıcı ve Kadir-i Mutlak, Cennet'in ve yeryüzünün
yaratıcısı, insanlara seslenmiş olan Tanrı'ya taparlar. Onlar,
inancıyla kendi inançları arasında kuvvetli bir bağ kurdukları
İbrahim'in kendisini Tanrı'nın planına adadığı gibi Tanrı'nın gizli
emirlerine çekinmeden boyun eğmeğe çalışırlar. Her ne kadar Tanrı
olarak kabul etmeseler de İsa'yı bir peygamber olarak yüceltir, O'nun
bakire annesine hürmet eder ve hatta zaman zaman onu samimiyetle
anarlar. Dahası Müslümanlar, hüküm gününü ve ölümden sonra tekrar
dirilişi takiben Tanrı'nın vereceği karşılığı beklerler. Bu sebeple
onlar, dürüst yaşamaya oldukça önem verir ve Tanrı'ya özellikle dua,
sadaka ve oruç vasıtasıyla ibadet ederler."[12]
Acaba bu ifadeler diğer dinlerin ve özellikle İslam'ın insanları
kurtuluşa götürücü özellikte olup olmadığı konusunda nasıl
anlaşılmalıdır?
Şurası unutulmamalıdır ki, II Vatikan Konsili'nden ne önce ne de sonra
Kilise, diğer dinlerin böyle bir özelliğe sahip olduğu konusunda
herhangi bir şey söylemiştir. Hatta mezkûr konsili toplayan fakat
faaliyetler devam ederken vefat eden XXIII. John'un yerine geçerek
konsil faaliyetlerini devam ettiren Papa VI. Paul, bu süreçte
yayımladığı "Eclesiam Suam" adlı genelgesinde şöyle demiştir:
"Biz her ne kadar Hristiyan olmayan dinlerin manevî ve ahlakî
değerlerini tanıyor, onlara saygı gösteriyor, kendileriyle diyaloga
hazırlanıyor ve din hürriyetini savunmak, insanlık kardeşliğini tesis
etmek, kültür, sosyal refah ve sivil iradeyi oluşturmak gibi hususlarda
diyaloğa girmek istiyorsak da, dürüstlük bizi, gerçek kanaatimizi
açıkça ilan etmeye mecbur etmektedir: Yegâne gerçek din vardır, o da
Hristiyanlık'tır."[13]
Bütün bu ifadelerde dikkatli bir göz için kaçırılması mümkün olmayan
bir incelik bulunmaktadır: Metinler diyalog bağlamında "İslam"dan
değil, "Müslümanlar"dan bahsetmektedir. Bu, son derece önemli bir
inceliktir. Zira Thomist çizgideki Hristiyan teologlardan Gadret ve
Anawati gibi isimler, bid !"din" olarak İslam'la diyaloğun mümkün
olmadığını, bu faaliyetin ancak "Müslümanlar"la
gerçekleştirilebileceğini söyler.[14] :Bu düşüncenin, Konsil
metinlerinde benimsendiği, hatta hayli etkili olduğu görülmektedir.
Bu ifadeler, dinlerarası diyalog faaliyetleri ile misyonerliğin niçin
birbirinden ayrı telakki edilemeyeceği sorusunun da cevabını
oluşturmaktadır. O halde buradan diyalog-misyonerlik ilişkisine
geçebiliriz:
2. Misyon
Öncelikle şu hususu kesin bir hakikat olarak tesbit edelim: Kilise,
yapısı gereği misyonerdir ve bu, Kilise'den asla ayrı düşünülemeyecek
bir özelliktir. Zira Kilise kendisini İsa Mesih'in biricik temsilcisi
olarak görmekte, onun getirdiği mesajı, onun bıraktığı yerden bütün
insanlığa ulaştırma sorumluluğunun muhatabı olarak telakki etmektedir.
Eğer Kilise dışında kurtuluş yoksa, ki Kilise'ye göre yoktur,
misyonerlik faaliyetleri de insanlığı kurtuluşa çağırmanın biricik
vasıtası olarak elbette devam edecektir.
Kilise'nin kendisine tanıdığı merkezî rol öylesine vazgeçilmezdir ki,
Katolik teolojisine göre Kilise İnciller'den doğmamış, aksine İnciller
Kilise'den doğup zuhur etmiştir.[15] Kilise'nin ontolojik mahiyeti
hakkındaki bu tesbit, Hristiyanlık üzerine konuşurken daima hatırda
tutulmalıdır.
Kilise'nin misyonerlik faaliyetleri hakkındaki kararı "Ad Gentes"de
şöyle deniyor: "Kilise tabiatı gereği misyonerdir. Bu misyon, ona
sonradan ilave edilmiş bir özellik olmayıp, bilhassa onun özünden
kaynaklanır. Çünkü o, Baba'nın istek ve kararıyla Oğul'a tevdi edilen
ve Kutsal Ruh'la desteklenen bir misyondur."[16]
Şu halde diyalog faaliyetleri ile misyonerlik faaliyetleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartmak hayatî derecede önemlidir.
By_Çeri
By_Çeri
Kurultay
Kurultay

Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08

Kişi sayfası
Emsal Bar:
Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Left_bar_bleue100/100Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Empty_bar_bleue  (100/100)

https://www12.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Empty Geri: Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ

Mesaj tarafından By_Çeri 31.05.08 13:29

1974 yılında Roma'da yapılan bir toplantı bu noktada ayrı bir önem arz
etmektedir. Dünyanın birçok yerinden gelen Kilise temsilcilerinin
iştirakiyle yapılan Dünya Piskoposlar Toplantısı'nda dinlerarası
diyaloğun Kilise misyonundaki yeri enine boyuna tartışılmıştır.
Bu toplantıda dinlerarası diyalog, Hristiyan misyonunun ayrılmaz bir
bölümünü oluşturan "Evangelizasyon"un tabii bir parçası olarak tarif
edilmiştir. Yine bu toplantıda şöyle denmiştir: "Diyaloğun temel amacı,
Mesih'in yüklediği temel sorumluluk gereği, Hristiyanlar'ın bütün
insanlara hizmet etmek ve sevgi duymak isteğine şehadette bulunmaktır.
Bu sebeple diyaloğa giren her Hristiyan, bir taraftan samimi ve açık
kalpli iletişim vasıtasıyla diğerlerinin dinî tecrübeleri hakkındaki
değerlendirmelerini genişletirken, diğer taraftan kendi inancını
keyifle takdim etmelidir. Diyaloğun temel kuralı, Hristiyan
olmayanların dinî ve kültürel kimliklerine saygı duymaktır. Bunun
sebebi, Tanrı'nın herkesi Mesih'in imajında yaratması ve herkesin
aydınlığa kavuşmasını istemesidir."[17]
Bu toplantının sonunda yapılan kapanış duasında da şöyle denmiştir:
"Kutsal Ruh, misyonunu ve sevgisini bütün Hristiyan olmayanlara götürme
konusunda uyanık ve şuurlu olan bütün Kilise'yi hassasiyetle
desteklemeye devam etmektedir."[18]
Bu noktada bir hususun altını çizmek istiyorum: Yeni Papa XVI.
Benedict'in dinlerarası diyaloga soğuk bakan birisi olduğu söylenerek
bu sürecin bitebileceğinin ileri sürülmesi bana göre doğru değil. Zira
II: Vatikan Konsili'nde misyonerlik için belirlenen yeni yöntem, yani
diyalog, şu an için Katolik dünya bakımından herhangi bir risk
içermiyor. Kilise misyondan vaz geçemeyeceğine ve şu an için misyona
diyalogdan daha elverişli bir zemin bulunmadığına göre, yeni Papa'nın
tavrını amiyane tabirle biraz "naz yaparak" konumunu muhafaza etme ve
belki diyalogun diğer taraflarından biraz daha taviz koparma siyaseti
olarak okuyabiliriz.
3. Evangelizasyon
Süreç içerisinde diyalog-misyon ilişkisi çeşitli Kilise metinlerinde şu
veya bu şekilde ifadelendirilmiş, ama en önemli sarahatini müteveffa
Papa II. John Poul'ün "Redemptoris Missio" (Kurtarıcı Misyon) isimli
genelgesinde bulmuştur.
Bu genelgede Kilise'nin kuruluşu, misyonu ve bu misyonun bütün insanlara yönelik olduğu belirtildikten sonra şöyle denir:
"Dinlerarası diyalog, Kilise'nin, bütün insanları Kilise'ye döndürme
amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Karşılıklı bilgilenme ve anlayışı
zenginleştirme vasıtası ve metodu olarak diyalog, misyona zıt değildir.
Esasen misyonla ve misyonun şekilleriyle diyalog arasında özel bir bağ
vardır. Bu misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer
dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı Mesih vasıtasıyla bütün
insanları kendisine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini
onlarla paylaşmak istemektedir. (…) Bu açıklamalar yapılırken,
kurtuluşun Mesih'ten geldiği ve diyaloğun evangelizasyondan ayrılmadığı
gerçeği göz ardı edilmemiştir."[19]
Burada geçen "Evangelizasyon" kavramı son derece önemlidir. Bu kavramın
mana ve muhtevası, Papa VI. Paul'ün "Evangelii Nuntiandi" isimli
genelgesinde açık biçimde ifade edilmiş ve Kilise'nin "evangelizasyon"
için var olduğu vurgulandıktan sonra şöyle denmiştir:
"Bu yüzden Kilise için evangelizasyonun anlamı, "iyi haberler"i
insanlığın bütün tabakalarına götürmek, bunun etkisiyle insanlığı içten
değiştirmek ve onu yenilemektir. Fakat her şeyden önce eğer vaftizle
yenilenmiş ve İncil'e göre yaşayan yeni insanlar yoksa, insanlık da
yoktur. Bu yüzden evangelizasyonun amacı bu iç değişikliği
gerçekleştirmektir…"[20]
Yine aynı genelgede evangelizasyonun, Kilise tarafından ilan edilen
İncil mesajını işitenlerin Kilise'ye girmesiyle tamamlanacağı, bu
sebeple Kilise'nin, Hristiyan olmayan kültür ve cemaatlerin arasına
dikilmesinin evangelizasyona dahil olduğu vurgulanmıştır.
Müteveffa Papa II. John Paul'ün yukarıda adı geçen genelgesine dönecek
olursak, orada diyalog-misyon ilişkisi konusunda sarih bir şekilde
ifade edilen hususlar arasında şunu görüyoruz: "Diyalog, Kilise'nin
kurtuluşun tabii yolu olduğu kanaatiyle yönlendirilmeli ve ikmal
edilmelidir."[21]
Söz konusu genelgenin dinlerarası diyalogla ilgili bölümü şu ifadelerle
sona ermektedir: "Çok iyi bilmekteyim ki, birçok misyoner ve Hristiyan
cemaat Mesih'e samimi şehadette bulunmak ve diğer dinlerin mensuplarına
cömertçe hizmet sunmaktan dolayı kendilerini zorluk içinde ve sık sık
diyalogun yanlış anlaşılmış tarzı içinde bulmaktadırlar. Onları,
gayretleri iyi anlaşılmayan yerlerde bile inançlarında ve sevgilerinde
sebat göstermeye teşvik etmek istiyorum. Diyalog, Tanrı'nın Krallığı'na
doğru bin yoldur ve bunun süresini ve mevsimini sadece Baba bilse de,
mutlaka sonuç verecektir."[22]
Buradaki "Tanrı Krallığı"nın, Hristiyan teolojisinde, kıyametten önce
Mesih'in yeryüzüne tekrar gelerek Tanrı'nın egemenliğini ilan ve bütün
insanlığı huzur ve esenliğe vasıl edeceği zaman dilimi olduğunu
hatırlayalım.
4. İnkültürasyon
Yine mezkûr genelgenin, "Hristiyan Olmayan Halkların Kültürlerinde
İncil'in Tecessümü" başlıklı bölümünde "İnkültürasyon"un Kilise
misyonundaki öneminden bahsedilmektedir.
"Hristiyan mesajının ve hayat tarzının, dünyanın muhtelif yerlerinde
yaşayan cemaatlerin sahip olduğu çeşitli kültürlere uygun hale
getirilerek sokulması ve canlandırılması" olarak tarif edilen bu
kavram[23] diyalog-misyonerlik ilişkisi bağlamında merkezî yer tutan
ikinci kavramdır.
Papa II. John Paul bu kavramla ilgili olarak şu ifadeleri kullanmıştır:
"Kilise'nin Hristiyan olmayan kültürlere girme süreci oldukmça uzun bir
yoldur. Bu, sadece dışarıdan bir adaptasyon meselesi değildir. Çünkü
İnkültürasyon, hakiki kültürel değerlerin Hristiyanlıkla bütünleşmek
suretiyle aslî bir değişime uğraması ve Hristiyanlığın çeşitli insan
kültürlerine sokulması anlamına gelir. Kilise, İnkültürasyon
vasıtasıyla İncil'i çeşitli kültürlerde canlandırır ve aynı zamanda
insanları kendi kültürleriyle Kilise cemaatine sokar. Kilise bu
insanlara kendi değerlerini aktarır ve aynı zamanda onlarda mevcut olan
iyi unsurları alır, onları içten tekrar yeniler. İnkültürasyon
vasıtasıyla Kilise'nin ne olduğu, neyin işareti olduğu daha iyi
anlaşılır ve bu suretle Kilise, misyonunda daha etkili olur."[24]
5. Proclamation
II. Vatikan Konsili ile birlikte resmî Kilise belgelerine giren bir
diğer kavram da "proclamation"dur. Mesih'in ve İncil'in, bütün
insanlara açık ve doğrudan, minnet ve övgü ile ilan edilmesi anlamına
gelen bu kavram da, diğer üç kavramla iç içedir. Birbirini bütünleyen
bu kavramları gereği gibi tanımadan ve aralarındaki ilişkiye vakıf
olmadan dinlerarası diyalog faaliyetlerine nüfuz etmek mümkün değildir.

DİYALOG FAALİYETLERİ VE İSLAMÎ ARGÜMANLARI
Buraya kadar söylenenler, II. Vatikan Konsili'nden itibaren Katolik
Kilisesi'nin diğer din mensupları ve bahusus Müslümanlar'la ilişkiler
konusunda izlediği tutumu sağlıklı bir okumaya tabi tutabilmek için
bilinmesi gerekenleri özetlemektedir.
Bir de meselenin "bizim cenahımızdan" arz ettiği durum var ki, diyalog
meselesi söz konusu edildiğinde mutlak surette ele alınıp tahlil
edilmesi gerekir.
Bu cümleden olarak ülkemizde diyalog faaliyetlerini yürütenler
tarafından, bu faaliyetlerin "meşruiyetini", hatta "elzemiyetini" ifade
ettiği ileri sürülen argümanlara kısaca atf-ı nazar etmek istiyorum.
Ehl-i Kitap'la aramızdaki "ortak kelime"
Diyalog faaliyetlerine Kur'an'dan zemin teşkili için "(Resulüm) de ki:
"Ey Ehl-i Kitap! Sizinle aramızda müşterek olan bir söze gelin:
Allah'tan başkasını mabud tanımayalım, O'na hiçbir şeyi ortak
kılmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın…"
mealindeki 3/Âl-i İmrân, 64. ayetinin sıkça kullanıldığı dikkat
çekiyor.
İleride ele alacağım "mübâhale ayeti"nden hemen sonra yer alan bu
ayetin diyalog faaliyetlerine delil yapılmasının tam bir "el çabukluğu"
örneği olduğunu söylemek zorundayız. Zira ayetin ne mantuk ne de
mefhumu, bugün müşahede ettiğimiz tarzda bir "diyalog"a geçit
vermektedir.
Önce ayetin "mefhum"undan başlayalım: Eğer "Allah'tan başkasını mabud
tanımamak, O'na hiçbir şeyi ortak kılmamak ve insanları ilah edinmemek"
Müslümanlar ile Ehl-i Kitap tarafından herhangi bir farklılık arz
etmeyecek tarzda kabul gören ortak bir kelime ise ayet niçin "hasılı
tahsile" çağırsın?
Bir başka şekilde söylersek; ayette dile getirilen bu üç temel nokta
Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında aynı tarzda benimsenip bağlanılmış
hususlar olsaydı, "gelin bu hususlar üzerinde birleşelim" demenin
elbette hiçbir anlamı olmazdı. Şu halde burada, Ehl-i Kitab'a,
çarpıttıkları, tahrif ettikleri bir gerçek hatırlatılıyor olmalıdır ki,
kitaplarının ve bütün ilahî dinlerin esasıdır. Nitekim –Allahu a'lem–
66. ayette dile getirilen husus da bu noktaya işaret ediyor olmalıdır
ki, orada Ehl-i Kitab'ın, "hakkında bilgi sahibi oldukları hususlarda
tartıştığı" dile getirilmektedir. Yani ayetin ilk muhatapları olan
Ehl-i Kitap, mezkûr üç nokta üzerinde yapılan tahrif faaliyetinin
bilincindedir ve meselenin aslından haberdardır…
Ayetin mantukuna gelince, dikkat edilirse burada Ehl-i Kitab'a bir
çağrı var: "Gelin" diyor ayet. Yani Efendimiz (s.a.v)'e bir noktada
sabit durması ve Ehl-i Kitab'ı da o noktaya çağırması emir buyuruluyor.
Elbette İlahî Kelam'ın hiçbir kelimesi hatta harfi için "abes" söz
konusu değildir. Buradaki "Gelin!" çağrısı, ayetten, biraz bizim
gitmemiz, biraz onların gelmesi suretiyle bir "ortak nokta"da
buluşulması tarzında bir diyalog çıkarılmasını kesinlikle
engellemektedir.
Öyleyse eğer bu ayetten hareketle dinler arasında bir diyalog faaliyeti
başlatılacaksa, Müslümanlar'ın, muhataplarına öncelikle ayette ifade
buyurulan çağrıyı, Tevhidî konumlarını muhafaza ederek yapmaları
gerekir. Yani diyalogun zeminini bizim durduğumuz yer ve mezkûr üç
temel nokta teşkil etmelidir.
Burada dinlerarası diyalog faaliyetlerinin içini, "tanıma ve anlama"
kelimeleriyle doldurmaya ve diyalogun başka bir anlamı bulunmadığını
söylemeye çalışanlara da bir uyarı bulunduğunu söyleyebiliriz: Bu
ayetten anladığımız odur ki, Müslümanlar'la diğer din mensupları
arasındaki ilişki, onları tanıma ve anlama gayesine matuf ve bundan
ibaret bir "diyalog" değil, "tebliğ" zemininde yürütülmelidir.
Üstelik Yahudiler'i ve Hristiyanlar'ı tanımak ve anlamak için dinî
metinlerimiz ve tarihsel tecrübemiz hangi noktalarda yetersiz kalmıştır
ki, bugün böyle bir diyalog sürecine ihtiyaç duyulmaktadır? "Ehl-i
Kitap hakkındaki ayetler günümüzde yeni bir bakış açısıyla ele
alınmalıdır" diyenlerle Kur'an'ın "tarihsel bir metin" olduğunu
söyleyenler arasında nasıl bir fark vardır?
Efendimiz (s.a.v)'in tebliğ faaliyetleri
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, İslam'ı tebliğ maksadıyla çeşitli kabilelere
gitmesi, Ebû Cehil gibi müşriklerin ayağına kadar defalarca gitmekten
imtina etmemesi de dinlerarası diyalog faaliyetlerine dayanak yapılmaya
çalışılan hususlar arasında bulunuyor.
Oysa bu ve benzeri hususların, Tevhid'i tebliğ amacına yönelik olduğu
ve esasen bir peygamber olarak Efendimiz (s.a.v)'in en temel görevinin
tebliğ olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda bu argüman
kendiliğinden buharlaşacaktır.
Eğer bugünkü diyalog taraftarları "Tevhid'i tebliğ" maksadıyla hareket
ettiklerini söyleyecek olurlarsa, "tanıma, anlama ve hoşgörme"
söylemini nereye terk ettiklerini sormak gerekir. Ve yine sormak
gerekir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, tebliğ maksadıyla gittiği yerlerde
muhataplarını "tanıma, anlama ve hoşgörme" tavrında olduğunu gösteren
bir belge var mıdır?
Necran heyeti meselesi
Bir diğer argüman da Hz. Peygamber (s.a.v)'in Necran hristiyanları ile
görüşmesi ve kendilerine ibadet etmeleri için Mescid-i Nebi'yi tahsis
etmesi olayıdır.
Necran hristiyanlarını Medine'ye getiren eğer Hz. Peygamber (s.a.v)'in
onları iman ile cizye arasında bir seçim yapmaya çağıran mektubu ise,
olay daha başından diyalog zemininden uzak bir tarzda başlamış
demektir. Zira burada da "tanıma, anlama ve hoşgörme" söylemi ile taban
tabana zıtlık teşkil eden bir durumun mevcudiyetini teslim etmek
zorundayız.
Akabinde Necran heyeti Medine'ye geldiğinde, sırf üzerlerindeki ipek
giysiler ve altın takılar sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v)'in
kendileriyle konuşmayı reddetmesini "diyalog ve hoşgörü"nün neresine
yerleştirebiliriz?
Nihayet ipek ve altınları çıkardıktan sonra huzura kabul edilen heyetle
Efendimiz (s.a.v) arasındaki söz dönüp dolaşıp Hz. İsa (a.s)'a
geldiğinde 3/Âl-i İmrân, 59-61. ayetleri nazil oldu. Necran heyeti
"mübâhale"yi kabulden imtina ettiğinde olanları biraz sonraya bırakarak
bu ayetlerin muhtevasına bakalım:
"Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu
topraktan yarattı; sonra ona "Ol!" dedi ve (o da) oluverdi. (Bu),
Rabb'inden gelen bir gerçektir. Öyleyse şüphecilerden olma! Sana bu
ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara, "Gelin, sizler ve
bizler de dahil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve
kadınlarımızı çağıralım; sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar
üzerine lanet dileyelim" de."
By_Çeri
By_Çeri
Kurultay
Kurultay

Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08

Kişi sayfası
Emsal Bar:
Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Left_bar_bleue100/100Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Empty_bar_bleue  (100/100)

https://www12.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Empty Geri: Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ

Mesaj tarafından By_Çeri 31.05.08 13:29

İmdi, Hz. İsa (a.s) hakkında muhataplarına Kur'an'daki sarahati ve Hz.
Peygamber (s.a.v)'in net tavrını izhar etmeye yanaşmayan/izhar edemeyen
diyalogcuların Necran heyeti hadisesini diyaloga delil getirmesi ne
kadar tutarlıdır?
Bir de olaya şu açıdan bakalım: Necran heyeti, öyle görünüyor ki
Medine'ye İslam'ı kabul etmek üzere değil, "bir orta yol bulabilme
ümidiyle" gelmiştir. Bu niyetle başlayan macera, sonunda en temel
anlaşmazlık konularından biri olan Hz. İsa (as.)'nın kimliği/kişiliği
noktasına gelip dayanmıştır.
Bu noktada inen yukarıdaki ayetler, Efendimiz (s.a.v)'e –aralarında
kendisinin Hak Peygamber olduğunun farkında bulunanlar da olduğu
halde–, bu heyet hakkında "diyalog, tanıma, anlama ve hoşgörü"yü değil,
"karşılıklı lanetleşme"yi, yani köprüleri atmayı emretmektedir, neden?
Nihayet "mübâhale ayeti"nin gereğini icra etmek için Efendimiz (s.a.v),
yanına torunları, Hz. Fatıma ve diğer bazı eşleri (Allah hepsinden razı
olsun) bulunduğu halde karşılıklı lanetleşmek için yola çıktı.
Ancak durumun vahametini sezen heyetten bazıları, başlarına gelecek
büyük belayı savuşturmak için Hz. Peygamber (s.a.v)'e "anlaşma" teklif
ettiler ki, bence diyalog faaliyetleri ile Necran heyetinin Medine
macerası arasında kurulması gereken ilişkinin tam bu noktada aranması
gerekir.
Bu teklif üzerine Efendimiz (s.a.v)'in yazdırdığı anlaşma metni şöyle:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in
Necran (halkına) yazısıdır. Onların bütün mahsulleri, sarı, beyaz,
siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında Resulullah'ın hükmü,
onlara ihsanda bulunmaktır. Bin adet Recep, bin adet de Safer ayında
olmak üzere ikibin adet elbise verecekler; her bir elbise kırk dirhem
(bir okiyye) değerinde olacaktır. Elbiselerden haraç vergisini aşan ve
okiyyelerden eksilen olursa, hesaplanacaktır. Haraç olarak ödedikleri
zırhlar, atlar, binek hayvanları ve diğer eşyalar hesaplanarak onlardan
alınacaktır.
"Necranlılar elçilerimi yirmi gün ve daha az müddetle ağırlayacaklar ve
hiçbir elçi otuz günden fazla tutulmayacaktır. Yemen'de bir savaş ve
olay vuku bulursa otuz adet zırh, otuz adet at ve otuz adet deve ödünç
olarak vereceklerdir. Vermiş oldukları zırh, at ve bineklerden telef
olanlar tazmin edilmek suretiyle Necranlılar'a geri verilinceye kadar
elçimin kefaleti altındadır. Necranlılar'ın canları, dinleri,
vatanları, malları, burada bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri ve
onlara bağlı olanlar, Allah'ın himayesi ve Peygamber Muhammed'in emanı
altındadırlar. Şu an içinde bulundukları hallerine müdahale
edilmeyecek, dinlerinden ve haklarından hiçbir şey
değiştirilmeyecektir. Ne bir piskopos bu görevinden, ne bir rahip
rahipliğinden, ne de bir kilise bakıcısı bu görevinden alınacaktır.
Ellerinde bulunan az ya da çok her şeyleri kendilerinindir. Artık ne
geçmişten dolayı bir töhmet, ne de kan davası vardır. Onlar savaş için
çağırılmayacak, mahsullerinden de ondabir vergi alınmayacaktır.
Yurtlarını başkalarının askerleri çiğnemeyecektir. Kim hakkını isterse
zulmetmeden, zulme de uğramadan insaf ile hükmedilecektir.
"Bundan sonra kim faiz alırsa benim emanımdan çıkmış demektir. Onlardan
hiç kimse diğerinin yerine cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine
aldıkları yükümlülükleri yerine getirip iyi hal üzere devam ettikleri
sürece bu sayfada yazılı olan hususlar Allah'ın emri gelinceye kadar
Allah'ın himayesi Resulullah Peygamber Muhammed'in emanı altındadır."
İslam'a davet mektupları
Efendimiz (s.a.v)'in, çeşitli kişilere hitaben yazdığı, literatüre
"İslam'a davet mektupları" olarak geçmiş bulunan mektupların
dinlerarası diyalog faaliyetlerine "meşruiyet" gerekçesi yapılması, en
hafif tabiriyle "çarpıtma"dır.
Eğer bu mektuplar diyalog faaliyetlerine gerekçe yapılmaya uygunsa, bu
faaliyetleri yürütenlerin, muhataplarına bu mektupların muhtevasında
gördüğümüz tavrı aynen takınması, yani evvelemirde onları Tevhid'e
çağırması gerekir. Yoksa bu mektupları diyaloğa referans olarak takdim
etmenin kabul edilebilir bir yanı olamaz.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, herhangi bir Ehl-i Kitap grup ile –bugün
yapıldığı tarzda– kendilerini İslam'a çağırmaksızın "sizi olduğunuz
gibi kabul ediyorum" tavrıyla diyalog kurduğunu gösteren bir belge var
mıdır?
Şurası açık ki, bu mektupların muhtevasında tebliğden mücerret
(soyutlanmış) bir diyalogdan eser bile bulmak mümkün değildir. Temel
görevi "tebliğ" olan peygamberlerin, insanları Hakk'a çağırmaksızın,
onları oldukları hal üzere kabullendiğini söylemek, görevlerini
yapmadıklarını söylemekten farksızdır!
Eğer "tebliğ eşittir diyalog"sa, dinlerarası diyalog faaliyetlerinin
üzerine inşa edildiği "tanıma, anlama, hoşgörme" gibi temel söylemler
arasında niçin "tebliğ"e yer yok? Yıllardan beri yürütülen bu
faaliyetler meyanında "tebliğ" anlamına gelebilecek bir tavra niçin
tesadüf edilmiyor?
Eğer "tebliğ eşittir diyalog" değilse, Tevhid'e davetten başka hiçbir
anlama gelmeyen bu mektupları niçin "tebliğsiz diyalog" faaliyetlerine
gerekçe olarak kullanıyorsunuz?..
Denebilir ki "tebliğ, doğası gereği diyalogla bağdaşmaz; diyaloğun ilk
şartı, tarafların birbirini "olduğu gibi" kabullenmesidir." O zaman biz
de deriz ki, diyalog faaliyetlerine kitleler nazarında meşruiyet
kazandırmak –hatta belki daha önce kendinizi ikna etmek!– için tebliğ
maksatlı/muhtevalı Nebevî söz ve davranışlara sığınmaktan vaz geçin!..
Medine vesikası
Medine vesikasına gelince;
Her şeyden önce bu vesikanın, daha önce merkezî bir yönetime sahip
bulunmayan Medine ahalisi için yepyeni bir sistem inşa ettiğini
görüyoruz. Bu sistemde Hz. Peygamber (s.a.v) ve Müslümanlar "metbu"
(tabi olunan), diğerleri ise "tabi" konumundadır.
Bu o kadar böyledir ki, –Muhammed Hamidullah'ın da vurguladığı gibi– bu
vesika, Yahudi kabilelerini kesinlikle müstakil varlıklar olarak tayin
ve tavsif etmemekte, aksine Müslüman Arap kabileleri ile müttefik olan
Yahudi kabilelerinin birtakım hak ve sorumluluklarından söz etmektedir.
Hatta Yahudiler'in özellikle siyasî bağımsızlıklarını kısıtlamıştır.
Dolayısıyla Yahudiler'in bu vesikada, Müslümanlar'la eşit konumda
olduğunu söylemenin imkânsız olduğu açıktır…
Bütün bunlar bir yana, Yahudiler'in, mezkûr vesikanın iki maddesinde
geçen "Allah'ın Resulü Muhammed" (s.a.v) tabirini kabul etmiş olmaları
dahi bu vesikanın diyalog faaliyetlerinin meşruiyetine delil olarak
kullanılmasının "akla ziyan" bir iş olduğunu ortaya koymaya yeterlidir!

Yine bu meyanda mezkûr vesikada zikredilen kimseler arasında vuku
bulabilecek bütün anlaşmazlıklarda veya öldürme hadiselerinde konunun
"Allah'a ve Resulü'ne götürülmesi"nin hükme bağlanmış olması, altı
çizilmesi gereken hususlar arasında bulunmaktadır.
Bugüne kadar izlediği seyir ve katılımcı tarafların konumları
itibariyle dinlerarası diyalog faaliyetlerinde bu vesikanın
muhtevasıyla refere edilebilecek herhangi bir husus var mıdır?
Öyle görünüyor ki, diyalog faaliyetlerinin Medine vesikasına
dayandırılması çabası, bu vesikada Yahudiler'in dinî hayatlarına
karışılmayacağının hükme bağlanmış olmasından kaynaklanıyor.
Tarih boyunca İslam devletlerinin tebaası durumunda bulunan
Gayrimüslimler'in dinlerine ve kimliklerine dokunulmamış olması da aynı
maksatla öne sürülen hususlar arasında bulunuyor.
Ancak yukarıda da söylediğim gibi burada İslam'ın, "tabi
(Gayrimüslimler) ile metbu (Müslümanlar)" arasındaki ilişkiyi
düzenleyen hükümleri bahis konusudur. Dinlerarası diyalog
faaliyetlerinin yürütüldüğü konjonktür için ise (reel durumda
Müslümanlar'ın metbuiyetinden söz edilemeyeceğine göre) iki şıktan biri
geçerlidir: Ya esasen böyle bir "tabi-metbu ilişkisi" yoktur veya bu
ilişki bugün için tersinden yürümektedir; yani Müslümanlar tabi,
Gayrimüslimler metbu durumundadır.
Bu şıklardan hangisini kabul ederseniz edin, dinlerarası diyalog
faaliyetlerinin taraflarının şu anki konumları Medine vesikasındaki
durumu yansıtmaktan uzaktır. Şu halde bu vesika da diyalog
faaliyetlerine dayanak teşkil etmeye elverişli olmamalıdır…
Bu vesika sonrasında Medine Yahudileri ile Müslümanlar arasındaki ilişkinin nasıl bir seyir izlediği ise ehlinin malumudur…


Hasılı, Dinlerarası diyalog faaliyetlerini yürütenlerin, yaptıkları
işin meşruiyetini (hatta "zaruretini"!) ispatlamak amacıyla ortaya
attıkları sözüm ona "delil"lerin, maksadı hasıl etmekten uzak olduğu
açıktır.
Sonuç olarak
1. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin "İslamî", hatta "İslam'ın emri"
olduğunu ileri sürmekle, hal-i hazırda diyaloğu bir "politika", içeride
(ve hatta belki "dışarıda" da) yaşanan sıkıntılardan bir "çıkış yolu"
olarak görmek birbirinden farklı şeylerdir.


Bunlardan ilki, yapılan işin "mahza emr-i ilahî" olarak
nitelendirilmesi sebebiyle, diyaloğun İslam'ın "olmazsa olmazı"
olduğunu ileri sürmek anlamına gelirken, ikincisi, –ucu yine Din'e
dokunmakla birlikte– belli bir oluşumun sübjektif anlayış ve politikası
sınırında tutulması ve anlaşılması gereken bir faaliyet olarak hadiseyi
lokalize eder.
Diyalog faaliyetlerini yürütenler, meseleyi ilk nokta-i nazardan ele
aldığı ve dahi sonuçları da umumi olacağı için, önümüzde, bütün Ümmet-i
Muhammed (s.a.v)'i ilgilendiren bir durum var demektir.
Bu gerçeği meseleye bakışımızın temel hareket noktası yaparak devam edersek:
2. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin İslam'ın onayladığı biçimde
yürütülüp yürütülmediği konusunda diyalogcularla aramızda görüş
ayrılığı bulunduğuna göre, meselenin bizim baktığımız pencereden arz
ettiği görünümü dile getirmek bizim için hem bir "hak", hem de
"sorumluluk"tur.
Şimdi şu ikileme bir bakın:
Bir yanda Ümmet-i Muhammed (s.a.v), diğer yanda Ehl-i Kitap ve diğerleri.
Diyaloğun "İslam'ın emri" olduğunu söyleyenler, nedense bunun,
öncelikle Müslümanlar'a yönelik olarak yerine getirilmesi gereken bir
emir olduğunu düşünmüyor, dillendirmiyor; onları olduğu gibi kabul edip
kanaatlerine saygı duymuyor, hatta canları sıkıldığında Müslümanlar'ı
türlü olumsuz sıfatlarla tavsif etmekten geri durmuyor.
Peki aynı kesimin Ehl-i Kitap ve diğerleri hakkındaki tavrı nasıl?
Siz şimdiye kadar bu kesimin politikalarını belirleyenlerden, Ehl-i
Kitab'ın İslam ve Müslümanlar'a yönelik her türlü ithamat ve hücümatını
tenkit mahiyetinde bir satır okudunuz ya da duydunuz mu?
Bütün kesimleriyle Ehl-i Kitab'ın İslam ve Müslümanlar'a yönelik olarak
her sahada yürüttüğü "kuşatma" politikalarına inat ve ısrarla sessiz
kalınırken, Müslümanlar'ın uyarı ve eleştirilerine tahammülsüzlük
gösterilmesi belki diyalog zemininin zedelenmemesi kasdıyla ya da
kendilerine yönelik eleştirilere haklılık payı kazandırmama
düşüncesiyle açıklanabilir; ama bu tavrın "meşru/dinî" bir izahı
yapılamaz!
3. Diyalog faaliyetlerinin, "yeryüzünde barış ve adaletin tesisi"
söylemiyle gerekçelendirilmesi de inandırıcı olmaktan hayli uzaktır.
Zira yeryüzünde barış ve adaletin tesisinin önündeki en büyük engelin
bizzat Ehl-i Kitap olduğunu görmemek için ya aşırı saf veya maksatlı
olmak gerekir.
Diyelim ki bu gerekçeye samimi olarak inanıyorlar. Peki bugüne kadar
"diyalog ve hoşgörü" adı altında düzenlenen organizasyonlar bu amacı
gerçekleştirmeye ne kadar hizmet etmiştir? Dünya çapında Alayı vala ile
yapılan 200'ün üzerinde organizasyondan geriye kalan nedir?
4. Bunu da izninizle ben söyleyeyim: Bu organizasyonlar Müslüman
milletimizin hafızasını silici, Tevhidî hassasiyetini zedeleyici ve
kültürel/toplumsal dokusunu tahrip edici bir işlev görüyor.
Özellikle son yıllarda ortaya atılan "İbrahimî/semavî dinler",
"dinlerin aşkın birliği" gibi kavramlar, İslam'la Yahudilik ve
Hristiyanlık arasındaki "temelli" ihtilafları buharlaştırıcı bir etki
yapıyor. Gayrimüslimler ile aramızda "geriye dönük" ortak noktalar
ihdas etmeyi hedefleyen bu kavramların yanı sıra, bir de "hakikati"
buharlaştıran bir kavram kullanımda: "Dinsel çoğulculuk."
"… Ancak ne yazık ki günümüzde Müslümanların çoğunluğu Allah tarafından
kabul edilebilir olmayı sadece Hz. Muhammed'in mesajını yani kurumsal
İslam'ı izleyenlerle sınırlayarak tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların
yaptıkları gibi kendilerinin dışındakilere karşı dışlayıcı bir tutum
takınmaktadır. Bunu yaparken de Hz. Muhammed'in misyonunun ne yeni bir
din kurmak ne de Yahudi ve Hıristiyanlık gibi diğer dinsel geleneklere
hakkıyla tabi olanları kendi izleyicisi yapmak olmayıp bilakis Hz.
İbrahim'in dinine uymak, onu tamamlamak ve kendinden önce gelen
peygamberleri tasdik etmek olduğu gerçeğini unutmaktadırlar…"[25]
Bir müslümanın kaleminden dökülen bu satırlar, bu ülkeyi misyonerlik
için "verimli bir alan" haline getirmek dışında bir fonksiyon icra
edecekse eğer, hiç şüpheniz olmasın, o, "ebedi hüsran"dan başka bir şey
olmayacaktır. Zira Kur'an, İslam'dan gayrı bir din arayanın bu
çabasının hüsran olduğunu vurgularken bizler hakikatin mutlaklığı"
döneminin geride kaldığını, artık "izafiliğin" kabul edilmesi
gerektiğini söylüyoruz!..
Aynı garabet, ülkemizde ve pek çok coğrafyada "Geleneksel İslam'ın
Bayraktarı" ünvanıyla göklere çıkarılan bir isimde, Seyyid Hüseyin
Nasr'da da görülüyor: Hz. İsa (a.s)'ın, tanrısal bir varlık olarak
kabul edilmeyi insanlara asla öğretmediğini, bu anlayışın Kilise'nin
ürünü olduğunu ve artık terk edilmesi gerektiğini söyleyen Hristiyan
bilim adamı John Hick'e itiraz eden Nasr, bu doktrini Hristiyanlar için
Tanrı'nın murad ettiğini, bu doktrini kabul etmenin bir hata olmadığını
ve Hristiyanlar'ın da buna böyle inanmaları gerektiğini söylüyor![26]
Alemlerin Efendisi (s.a.v) ne buyurmuştu: "Karış
karış, arşın arşın sizden öncekilerin yoluna uyacaksınız. Hatta onlar
bir keler deliğinden girse, siz de gireceksiniz…"

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKLAR:
[1] Hristiyan dünyada 325 yılındaki I. İznik Konsili'nden itibaren
1962'ye kadar 21 büyük konsil toplanmıştır. Bu konsillerde,
Hristiyanlığın iç meseleleri, İsa Mesih'in tabiatı, ikonların kutsal
değeri, Kilise-Devlet münasebetleri, Papa'nın seçilme usulü,
yanılmazlığı, piskoposlarla ilgili çeşitli meseleler ve Protestanlığın
zuhuru, Aydınlanma'nın zorladığı açılımlar gibi içe, Haçlı seferleri,
Moğol istilası, Kudüs'ün Müslümanlar tarafından ele geçirilmesi, Grek
saldırıları, Osmanlı fütuhatı... gibi dışa dönük meseleler
görüşülmüştür. Bkz. Mehmet Aydın, Hristiyan Genel Konsilleri ve II.
Vatikan Konsili, 15 vd.
[2] Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, 88.
[3] NA, 2. (Bu yazıda Vatikan belgelerine yapılan atıfların tamamı bir önceki paragrafta mezkûr çalışmadan alınmıştır.)
[4] LG, 17.
[5] NA, 2.
[6]AG, 9 vd.
[7] AG, 3.
[8]NA, 2 vd.
[9]Bkz. 2/el-Bakara, 135; 3/Âli İmrân, 72,3; 5/el-Mâide, 18...
[10] Geniş bilgi için bkz. Güngör, 90 vd.
[11] Güngör, 94 vd.
[12] NA, 3.
[13] Güngör, 209.
[14] Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, 369-70.
[15] Yıldırım, 133.
[16] AG, 2.
[17] Güngör, 171.
[18] Güngör, 172.
[19] RM, 55.
[20] EN, 18.
[21] RM, 55.
[22] RM, 57.
[23] Güngör, 180.
[24] RM, 52.
[25] Mahmut Aydın, Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları, 99.
[26] Mahmut Aydın, İsa Tanrı mı? İnsan mı?, 170.
Nasr'ın bu bağlamda "izafi mutlak" kavramını kullanmasının sebeb-i
hikmetini öğrencisi İbrahim Kalın'a sorduğumda, farklı dinlere mensup
heterojen kitlelere hitap etiğini; onları ürkütmemek için böyle bir dil
kullanmak zorunda olduğunu söylemişti. Acaba Tevhid'e kendi ayağıyla bu
kadar yaklaşmış bir Hıristiyanı "Tanrı böyle istiyor" diyerek Teslis'in
kucağına iteklemeye çalışmanın sebeb-i hikmeti ne ola ki?!
By_Çeri
By_Çeri
Kurultay
Kurultay

Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08

Kişi sayfası
Emsal Bar:
Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Left_bar_bleue100/100Dİnlerarasi Dİyalog Ve Mİsyonerlİk Faalİyetlerİ Empty_bar_bleue  (100/100)

https://www12.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz