Türk Tarihi
2 sayfadaki 2 sayfası
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
Geri: Türk Tarihi
Alemdar Mustafa Paşa sadareti üslenerek, III. Selim'in başlattığı
ıslahatları devam ettirmeye çalıştı. Nizâm-ı Cedit'i, Sekbân-ı Cedit
adı ile yeniden canlandırdı. Ancak ulemayı ve yeniçerileri memnun
edemeyen Alemdar Mustafa Paşa, 1809'da çıkan bir isyanda öldü.
II.Mahmut ve Islahat Hareketleri;
II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri
ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol
ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu
baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı. Yeniliklere karşı çıkan
Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı. Vak'a-yı Hayriye
olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni
bir ordu oluşturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun eğmeyerek
isyan ettiler. Sadrazam'ın sarayını basan yeniçeriler sadrazamın ve
ıslahatçıların başlarını istediler. Ancak At Meydanı'nda toplanan
yeniçeriler dağıtıldı, ocakları bombalandı. Böylece Avrupa tarzında
yeni bir ordunun kurulması yönündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış
oluyordu. II. Mahmut hükûmet teşkilâtında da değişikliklere giderek
kabine ve nezaret (bakanlık) usulünü benimsedi. 1836 yılında Dahiliye
ve Hariciye Nazırlıkları kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile
ticarî anlaşmalar yapıldı. İktisadî ve adlî sistemde değişikliklere
gidildi. Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye
okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar
gerçekleştirildi.
Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde
bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki
parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale geldi.
Sırp ve Yunan İsyanları; Fransız İhtilâli'nin getirdiği milliyetçi
fikirlerle temellendirilen ancak, daha ziyade arkasında Rusya ve diğer
Avrupa devletlerinin teşvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar
bu dönemde alevlendi. III.Selim zamanında isyan eden Sırplar, 1812
Bükreş Antlaşması ile bazı imtiyazlar almalarına rağmen, yeniden
ayaklandılar. Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihlerde Sırplarla kısmî
bir anlaşmaya varıldı. Ancak 1830'da bir hatt-ı şerif ile Sırbistan'ın
Osmanlı hâkimiyetinde bir prenslik olarak varlığı kabul edildi.
Rusya'nın XIX. yüzyıla girerken Osmanlıya karşı sürdürdüğü savaşların
altında Balkanları ve özellikle Rumları Osmanlı Devleti'nden koparmak
yatıyordu. Nitekim Odessa'da yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya
adlı cemiyetin başkanlığına Yunan İsyanı sırasında Çar I.Alexsandre'ın
yaveri Prens İpsilanti getirilmişti. Yapılan plana göre Yunanistan,
Yanya ve Tuna civarında isyanlar çıkarılacaktı. İpsilanti 1821'de
Romanya'ya geçerek Ortodoksları ayaklandırmaya çalıştı fakat başarılı
olamadı. Çar, Türklere yenilerek Macaristan'a kaçacak olan İpsilanti'yi
desteklemekten vazgeçti. Bu sırada Mora'da da Patras başpiskoposu isyan
etmişti (25 Mart 1821). 1822'de Yunanlılar bağımsız olduklarını ilân
ettiler, Mora'da ve adalarda çok sayıda Türk'ü katlettiler. Rusya ve
Avrupa bu isyanı gayriresmî yollardan desteklemekteydiler.
Girit ve Mora valiliğinin kendisine verilmesini II.Mahmut'a kabul
ettiren Mehmet Ali Paşa bu isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1822'de
Girit'e, 1824-25'te Mora'ya girildi. Bu gelişme karşısında Rusya,
Fransa ve İngiltere aralarında anlaşarak (1827), Yunanistan'ın özerk
bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlıları sıkıştırmak
istediler. Türkler bu olayı iç işlerine müdahale olarak kabul edip,
teklifi reddetti. Bunun üzerine Osmanlı ve Mısır donanması Navarin'de,
bir kaza sonucu(!), yok edildi. Üç ülkeyle ilişkiler kesildi ve 1828'de
Rusya, müttefiklerinin desteğiyle Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etti.
Rus ordusu doğuda Erzurum'u ele geçirdi. Batıda ise Edirne işgal
edildi. Padişah, Prusya, Fransa ve İngiltere elçilerini araya sokarak,
Londra Protokolünü kabul edeceğini bildirdi. Böylece Edirne
Antlaşması(1829) ve ardından Londra Konferansı (1830) imzalandı.
Antlaşma ile Prut iki ülke arasında sınır oluyor, Eflâk, Boğdan ile
Sırbistan'ın özerkliği kabul ediliyordu. Girit'in Osmanlılarda kalması
şartıyla Yunanistan'ın bağımsızlığı da tasdik ediliyordu.
Mehmet Ali Paşa İsyanı ve Mısır Meselesi; Mora'nın elden çıkmasıyla,
oğlu İbrahim'in Mora valisi olma ümidini kaybeden Mısır Valisi M.Ali
Paşa, II.Mahmut'tan, yardımlarına karşılık, Suriye'nin idaresini
istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine M.Ali Paşa harekete geçti ve
Filistin ile Suriye'ye girdi (1831). Akka ve Şam, oğlu İbrahim
tarafından ele geçirildi. İbrahim Paşa, kısa zamanda Anadolu'ya kadar
ilerledi.
Konya yakınlarındaki savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Her
birinin ayrı hesabı olduğu büyük devletler, telâşlanarak araya girmek
istediler. Fransa ve İngiltere'nin anlaşamaması üzerine, Rusya durumdan
faydalandı. Zor durumdaki II.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasının
İstanbul yakınlarına gelmesine müsaade etti. Rusya'nın kârlı
çıkmasından endişelenen Fransa ve İngiltere, II.Mahmut ile anlaşma
yapması için M.Ali Paşa'ya baskı yaptılar. Neticede Kütahya Antlaşması
imzalandı (1833). Bu anlaşmayla, Mehmet Ali Paşa, Mısır ve Girit'ten
başka Şam ve oğlu İbrahim de, Cidde valiliği yanı sıra Adana'yı
uhdelerine alacaklardı. Rusya, yardımlarına karşılık II.Mahmut ile
Hünkar İskelesi Antlaşması diye bilinen bir anlaşma yaparak,
İstanbul'daki durumunu kuvvetlendirmeyi başardı (1833). Anlaşmaya göre
Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün garantisi ve gereğinde
Osmanlının yardımına koşulması karşılığında Rusya, Boğazların bütün
yabancı savaş gemilerine kapatılmasını kabul ettiriyordu. II.Mahmut,
Kütahya anlaşmasından memnun değildi. Bu sebeple M.Ali Paşa'ya karşı
yeniden harekete geçti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip'te bir kez daha
yenildi (1839). Üstelik Kaptan Paşa, Osmanlı donanmasını Mısır'a teslim
etmişti. Bu arada II. Mahmut ölmüş ve yerine I.Abdulmecit geçmişti
(1839-1861). Mısır Meselesi'nin Çözümü ve Boğazlar Meselesi; Rusya'nın
Hünkar İskelesi Antlaşmasına dayanarak duruma tek başına müdahale
etmesini uygun bulmayan İngiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler.
Avusturya ve Prusya'nın da katılmasıyla Londra'da bir konferans
toplandı (1840).
Toplantıda Mehmet Ali Paşa'nın veraset yoluyla Mısır valiliğine sahip
olması karşılığında, Suriye'den ve elinde tuttuğu Osmanlı donanmasından
vazgeçmesi istendi. Konferans kararlarını M.Ali Paşa'nın tanımaması
üzerine İngiltere Suriye limanlarını donanması ile topa tuttu. Nihayet
M.Ali Paşa durumu kabul etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayımlayarak
onun valiliğini onayladı. Ardından İngiltere kendileri aleyhine olan
Hünkar İskelesi Antlaşması'nın yürürlükten kaldırılmasını öngören
uluslararası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Londra Antlaşması ile
(Temmuz 1841), İstanbul ve Çanakkale boğazları'nın barış zamanında
savaş gemilerine kapalı tutulmasının kararlaştırıldığı bir Boğazlar
Sözleşmesi imzalandı. Böylece İngiltere, Rusya'nın elinden inisiyatifi
almış oluyordu.
Tanzimat Dönemi
Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı
Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki
başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak
Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı
Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya
zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin
müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere
gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'nın
hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3
Kasım 1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilan ettirdi.
Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan
herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı
ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi
gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa
tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu şekilde Avrupa
devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı Devleti'nin toprak
bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen
siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir.
Şark Meselesi ve Kırım Savaşı;
Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya'nın
müdahalesiyle tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir
politika izleyen Rusya, aynı zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya
atarak, doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin varlığını hedef almaktaydı.
Avrupalılar tarafından "Şark Meselesi", önceleri Osmanlı Devleti'nin
toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde düşünülürken, daha sonra bu
toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü. Çünkü Osmanlı Devleti
artık bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'ın da ifade ettiği gibi,
hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına
kalmıştı. Onlar, Avrupa'nın hasta adamının mirasını paylaşma
telâşındaydı.
Küçük Kaynarca antlaşması'ndan sonra Osmanlı topraklarındaki
Ortodokslar'ın haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli
"kutsal yerler"in korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi.
Fransızlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs
Kilisesi üzerinde bazı haklar tanınmıştı.
1808'den itibaren Rusya'nın baskıları neticesinde onların yerini
Ortodoks papazlar almaya başladı. Fransa'nın ve Rusya'nın 1850-51'de
Bab-ı Ali'ye bu durum hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan
komisyonlarda değerlendirildi ve bazı kararlar alındıysa da hiçbirini
memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, İngiltere'ye Osmanlı
Devleti'ni aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin
sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a
çıkarttı. Rus elçisi Mençikof'un aşırı tavizler içeren teklifini
reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere yakın olan Mustafa Reşit Paşa'yı
sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te, Prut'u geçerek, Eflâk
ve Boğdan'ı istilâ ettiler. Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ile
ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini
kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması
Çanakkale'de mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini
geri çekmeye başladı. Müttefikler, Rusya'nın Karadeniz'deki gücünü
ortadan kaldırmak için, Kırım'a yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan
Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın ardından ele geçirildi (1855).
Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul etti.
Müttefiklerin yanı sıra Prusya'nın da katıldığı Paris Antlaşması ile
(30 Mart 1856), taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek,
Osmanlıların toprak bütünlüğü ve Boğazların statüsü, Avrupa'nın
"kefilliği" altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa Konseyi'ne dahil
edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat
edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsızlığının kabulü, savaşın
galibi durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve
Boğdan'ın birleşmesi ve Sırbistan'a yönelik yeni haklar da Paris
Antlaşmasıyla tescil edilmişti.
Islahat Fermanı
Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere,
Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki
farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı
sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris
Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit
tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat
1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla,
Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya
garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda
da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî
esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu
değişiklikler, idari yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de
Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye kurularak buralarda hem
Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı
ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I.Abdülaziz'in tahta
çıkması (1861-1876) ile gerçekleşebilmiştir.
Paris Antlaşmasına imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer
aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir
koz olarak kullanmışlardır. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik
Marunilere saldırmasını bahane ederek Lübnan'a asker çıkarmış ve 1871'e
kadar orada kalmıştır. Karadağ'da çıkan bir anlaşmazlık yine büyük
devletlerin aracılığı ile halledilmiştir (1862). Güçlü devletler
tarafından teşvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan
toplulukları, çıkardıkları isyanlar bastırılsa dahi, Osmanlı
Devleti'nden yeni haklar elde etmeyi başaracaklardır. Örneğin Sırplar
ve Bulgarlar yeni haklar elde etmiş, Eflâk ve Boğdan'ın Romanya adı
altında birleşmeleri kabul edilmiştir. Muhtariyet hakları genişletilen
Mısır'da, İngiliz-Fransız nüfuz mücadelesi kızışmış, III. Napolyon'un
teşebbüsü üzerine, Abdülaziz istemediği hâlde Süveyş Kanalı projesini
kabul etmek zorunda kalmış ve kanal 1869'da büyük bir törenle
açılmıştır.
I.Meşrutiyet Dönemi
Avrupa devletleri ve özellikle Rusya'nın kışkırttığı topluluklar,
bağımsızlıklarını ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866'da
Girit İsyanı çıktı. Yunanistan'a bağlanmak amacıyla başlayan isyan
bastırılmasına rağmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanın Girit'e
yeni bir statü vermesini sağladılar (1868). Rusya tarafından
oluşturulan komitalar vasıtasıyla Bulgarlar ayaklandırıldı. Onlara da
geniş haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna
ve Hersek'teki karışıklıkların ardından yeniden ayaklandılar (1875-76).
Bulgar isyanı sert biçimde bastırıldı. Fakat bu sırada Genç Osmanlılar,
Abdülaziz'e başlattıkları muhalefeti, mücadeleye dönüştürdüler. Nihayet
Mithat Paşa'nın öncülüğündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz'i tahttan
indirerek yeğeni V.Murat'ı başa geçirdiler(30 Mayıs 1876). Ancak
hastalığı sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek, Kanun-ı
Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdülhamit Osmanlı
tahtına çıkarıldı.
Bu arada Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine
aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için
İstanbul'da uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı.
İstanbul Konferans çalışmalarını sürdürürken II.Abdülhamit Meşrutiyet'i
ilân etti (23 Aralık 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan'da bütün
topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarşi, İstanbul
Konferansı'nın toplanış sebebini tamamen ortadan kaldırmasına rağmen,
konferansa katılan devletler, Balkan topluluklarının bağımsızlıklarını
istediklerinden bir sonuca varılamadı. Osmanlı Devleti'nin çağrılmadığı
Londra'da toplanan bir başka konferansta, büyük devletler isteklerini
tekrarladılar. Rusya, Osmanlı Devleti'ne alınan kararları kabul
ettirmek için savaş ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde "93 Harbi" diye
bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, askerî ve siyasî bakımdan önemli
sonuçlar doğurmuştur.
ıslahatları devam ettirmeye çalıştı. Nizâm-ı Cedit'i, Sekbân-ı Cedit
adı ile yeniden canlandırdı. Ancak ulemayı ve yeniçerileri memnun
edemeyen Alemdar Mustafa Paşa, 1809'da çıkan bir isyanda öldü.
II.Mahmut ve Islahat Hareketleri;
II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri
ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol
ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu
baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı. Yeniliklere karşı çıkan
Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı. Vak'a-yı Hayriye
olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni
bir ordu oluşturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun eğmeyerek
isyan ettiler. Sadrazam'ın sarayını basan yeniçeriler sadrazamın ve
ıslahatçıların başlarını istediler. Ancak At Meydanı'nda toplanan
yeniçeriler dağıtıldı, ocakları bombalandı. Böylece Avrupa tarzında
yeni bir ordunun kurulması yönündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış
oluyordu. II. Mahmut hükûmet teşkilâtında da değişikliklere giderek
kabine ve nezaret (bakanlık) usulünü benimsedi. 1836 yılında Dahiliye
ve Hariciye Nazırlıkları kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile
ticarî anlaşmalar yapıldı. İktisadî ve adlî sistemde değişikliklere
gidildi. Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye
okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar
gerçekleştirildi.
Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde
bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki
parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale geldi.
Sırp ve Yunan İsyanları; Fransız İhtilâli'nin getirdiği milliyetçi
fikirlerle temellendirilen ancak, daha ziyade arkasında Rusya ve diğer
Avrupa devletlerinin teşvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar
bu dönemde alevlendi. III.Selim zamanında isyan eden Sırplar, 1812
Bükreş Antlaşması ile bazı imtiyazlar almalarına rağmen, yeniden
ayaklandılar. Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihlerde Sırplarla kısmî
bir anlaşmaya varıldı. Ancak 1830'da bir hatt-ı şerif ile Sırbistan'ın
Osmanlı hâkimiyetinde bir prenslik olarak varlığı kabul edildi.
Rusya'nın XIX. yüzyıla girerken Osmanlıya karşı sürdürdüğü savaşların
altında Balkanları ve özellikle Rumları Osmanlı Devleti'nden koparmak
yatıyordu. Nitekim Odessa'da yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya
adlı cemiyetin başkanlığına Yunan İsyanı sırasında Çar I.Alexsandre'ın
yaveri Prens İpsilanti getirilmişti. Yapılan plana göre Yunanistan,
Yanya ve Tuna civarında isyanlar çıkarılacaktı. İpsilanti 1821'de
Romanya'ya geçerek Ortodoksları ayaklandırmaya çalıştı fakat başarılı
olamadı. Çar, Türklere yenilerek Macaristan'a kaçacak olan İpsilanti'yi
desteklemekten vazgeçti. Bu sırada Mora'da da Patras başpiskoposu isyan
etmişti (25 Mart 1821). 1822'de Yunanlılar bağımsız olduklarını ilân
ettiler, Mora'da ve adalarda çok sayıda Türk'ü katlettiler. Rusya ve
Avrupa bu isyanı gayriresmî yollardan desteklemekteydiler.
Girit ve Mora valiliğinin kendisine verilmesini II.Mahmut'a kabul
ettiren Mehmet Ali Paşa bu isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1822'de
Girit'e, 1824-25'te Mora'ya girildi. Bu gelişme karşısında Rusya,
Fransa ve İngiltere aralarında anlaşarak (1827), Yunanistan'ın özerk
bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlıları sıkıştırmak
istediler. Türkler bu olayı iç işlerine müdahale olarak kabul edip,
teklifi reddetti. Bunun üzerine Osmanlı ve Mısır donanması Navarin'de,
bir kaza sonucu(!), yok edildi. Üç ülkeyle ilişkiler kesildi ve 1828'de
Rusya, müttefiklerinin desteğiyle Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etti.
Rus ordusu doğuda Erzurum'u ele geçirdi. Batıda ise Edirne işgal
edildi. Padişah, Prusya, Fransa ve İngiltere elçilerini araya sokarak,
Londra Protokolünü kabul edeceğini bildirdi. Böylece Edirne
Antlaşması(1829) ve ardından Londra Konferansı (1830) imzalandı.
Antlaşma ile Prut iki ülke arasında sınır oluyor, Eflâk, Boğdan ile
Sırbistan'ın özerkliği kabul ediliyordu. Girit'in Osmanlılarda kalması
şartıyla Yunanistan'ın bağımsızlığı da tasdik ediliyordu.
Mehmet Ali Paşa İsyanı ve Mısır Meselesi; Mora'nın elden çıkmasıyla,
oğlu İbrahim'in Mora valisi olma ümidini kaybeden Mısır Valisi M.Ali
Paşa, II.Mahmut'tan, yardımlarına karşılık, Suriye'nin idaresini
istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine M.Ali Paşa harekete geçti ve
Filistin ile Suriye'ye girdi (1831). Akka ve Şam, oğlu İbrahim
tarafından ele geçirildi. İbrahim Paşa, kısa zamanda Anadolu'ya kadar
ilerledi.
Konya yakınlarındaki savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Her
birinin ayrı hesabı olduğu büyük devletler, telâşlanarak araya girmek
istediler. Fransa ve İngiltere'nin anlaşamaması üzerine, Rusya durumdan
faydalandı. Zor durumdaki II.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasının
İstanbul yakınlarına gelmesine müsaade etti. Rusya'nın kârlı
çıkmasından endişelenen Fransa ve İngiltere, II.Mahmut ile anlaşma
yapması için M.Ali Paşa'ya baskı yaptılar. Neticede Kütahya Antlaşması
imzalandı (1833). Bu anlaşmayla, Mehmet Ali Paşa, Mısır ve Girit'ten
başka Şam ve oğlu İbrahim de, Cidde valiliği yanı sıra Adana'yı
uhdelerine alacaklardı. Rusya, yardımlarına karşılık II.Mahmut ile
Hünkar İskelesi Antlaşması diye bilinen bir anlaşma yaparak,
İstanbul'daki durumunu kuvvetlendirmeyi başardı (1833). Anlaşmaya göre
Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün garantisi ve gereğinde
Osmanlının yardımına koşulması karşılığında Rusya, Boğazların bütün
yabancı savaş gemilerine kapatılmasını kabul ettiriyordu. II.Mahmut,
Kütahya anlaşmasından memnun değildi. Bu sebeple M.Ali Paşa'ya karşı
yeniden harekete geçti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip'te bir kez daha
yenildi (1839). Üstelik Kaptan Paşa, Osmanlı donanmasını Mısır'a teslim
etmişti. Bu arada II. Mahmut ölmüş ve yerine I.Abdulmecit geçmişti
(1839-1861). Mısır Meselesi'nin Çözümü ve Boğazlar Meselesi; Rusya'nın
Hünkar İskelesi Antlaşmasına dayanarak duruma tek başına müdahale
etmesini uygun bulmayan İngiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler.
Avusturya ve Prusya'nın da katılmasıyla Londra'da bir konferans
toplandı (1840).
Toplantıda Mehmet Ali Paşa'nın veraset yoluyla Mısır valiliğine sahip
olması karşılığında, Suriye'den ve elinde tuttuğu Osmanlı donanmasından
vazgeçmesi istendi. Konferans kararlarını M.Ali Paşa'nın tanımaması
üzerine İngiltere Suriye limanlarını donanması ile topa tuttu. Nihayet
M.Ali Paşa durumu kabul etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayımlayarak
onun valiliğini onayladı. Ardından İngiltere kendileri aleyhine olan
Hünkar İskelesi Antlaşması'nın yürürlükten kaldırılmasını öngören
uluslararası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Londra Antlaşması ile
(Temmuz 1841), İstanbul ve Çanakkale boğazları'nın barış zamanında
savaş gemilerine kapalı tutulmasının kararlaştırıldığı bir Boğazlar
Sözleşmesi imzalandı. Böylece İngiltere, Rusya'nın elinden inisiyatifi
almış oluyordu.
Tanzimat Dönemi
Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı
Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki
başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak
Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı
Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya
zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin
müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere
gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'nın
hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3
Kasım 1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilan ettirdi.
Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan
herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı
ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi
gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa
tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu şekilde Avrupa
devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı Devleti'nin toprak
bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen
siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir.
Şark Meselesi ve Kırım Savaşı;
Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya'nın
müdahalesiyle tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir
politika izleyen Rusya, aynı zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya
atarak, doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin varlığını hedef almaktaydı.
Avrupalılar tarafından "Şark Meselesi", önceleri Osmanlı Devleti'nin
toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde düşünülürken, daha sonra bu
toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü. Çünkü Osmanlı Devleti
artık bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'ın da ifade ettiği gibi,
hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına
kalmıştı. Onlar, Avrupa'nın hasta adamının mirasını paylaşma
telâşındaydı.
Küçük Kaynarca antlaşması'ndan sonra Osmanlı topraklarındaki
Ortodokslar'ın haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli
"kutsal yerler"in korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi.
Fransızlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs
Kilisesi üzerinde bazı haklar tanınmıştı.
1808'den itibaren Rusya'nın baskıları neticesinde onların yerini
Ortodoks papazlar almaya başladı. Fransa'nın ve Rusya'nın 1850-51'de
Bab-ı Ali'ye bu durum hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan
komisyonlarda değerlendirildi ve bazı kararlar alındıysa da hiçbirini
memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, İngiltere'ye Osmanlı
Devleti'ni aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin
sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a
çıkarttı. Rus elçisi Mençikof'un aşırı tavizler içeren teklifini
reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere yakın olan Mustafa Reşit Paşa'yı
sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te, Prut'u geçerek, Eflâk
ve Boğdan'ı istilâ ettiler. Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ile
ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini
kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması
Çanakkale'de mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini
geri çekmeye başladı. Müttefikler, Rusya'nın Karadeniz'deki gücünü
ortadan kaldırmak için, Kırım'a yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan
Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın ardından ele geçirildi (1855).
Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul etti.
Müttefiklerin yanı sıra Prusya'nın da katıldığı Paris Antlaşması ile
(30 Mart 1856), taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek,
Osmanlıların toprak bütünlüğü ve Boğazların statüsü, Avrupa'nın
"kefilliği" altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa Konseyi'ne dahil
edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat
edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsızlığının kabulü, savaşın
galibi durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve
Boğdan'ın birleşmesi ve Sırbistan'a yönelik yeni haklar da Paris
Antlaşmasıyla tescil edilmişti.
Islahat Fermanı
Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere,
Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki
farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı
sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris
Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit
tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat
1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla,
Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya
garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda
da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî
esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu
değişiklikler, idari yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de
Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye kurularak buralarda hem
Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı
ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I.Abdülaziz'in tahta
çıkması (1861-1876) ile gerçekleşebilmiştir.
Paris Antlaşmasına imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer
aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir
koz olarak kullanmışlardır. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik
Marunilere saldırmasını bahane ederek Lübnan'a asker çıkarmış ve 1871'e
kadar orada kalmıştır. Karadağ'da çıkan bir anlaşmazlık yine büyük
devletlerin aracılığı ile halledilmiştir (1862). Güçlü devletler
tarafından teşvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan
toplulukları, çıkardıkları isyanlar bastırılsa dahi, Osmanlı
Devleti'nden yeni haklar elde etmeyi başaracaklardır. Örneğin Sırplar
ve Bulgarlar yeni haklar elde etmiş, Eflâk ve Boğdan'ın Romanya adı
altında birleşmeleri kabul edilmiştir. Muhtariyet hakları genişletilen
Mısır'da, İngiliz-Fransız nüfuz mücadelesi kızışmış, III. Napolyon'un
teşebbüsü üzerine, Abdülaziz istemediği hâlde Süveyş Kanalı projesini
kabul etmek zorunda kalmış ve kanal 1869'da büyük bir törenle
açılmıştır.
I.Meşrutiyet Dönemi
Avrupa devletleri ve özellikle Rusya'nın kışkırttığı topluluklar,
bağımsızlıklarını ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866'da
Girit İsyanı çıktı. Yunanistan'a bağlanmak amacıyla başlayan isyan
bastırılmasına rağmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanın Girit'e
yeni bir statü vermesini sağladılar (1868). Rusya tarafından
oluşturulan komitalar vasıtasıyla Bulgarlar ayaklandırıldı. Onlara da
geniş haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna
ve Hersek'teki karışıklıkların ardından yeniden ayaklandılar (1875-76).
Bulgar isyanı sert biçimde bastırıldı. Fakat bu sırada Genç Osmanlılar,
Abdülaziz'e başlattıkları muhalefeti, mücadeleye dönüştürdüler. Nihayet
Mithat Paşa'nın öncülüğündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz'i tahttan
indirerek yeğeni V.Murat'ı başa geçirdiler(30 Mayıs 1876). Ancak
hastalığı sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek, Kanun-ı
Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdülhamit Osmanlı
tahtına çıkarıldı.
Bu arada Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine
aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için
İstanbul'da uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı.
İstanbul Konferans çalışmalarını sürdürürken II.Abdülhamit Meşrutiyet'i
ilân etti (23 Aralık 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan'da bütün
topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarşi, İstanbul
Konferansı'nın toplanış sebebini tamamen ortadan kaldırmasına rağmen,
konferansa katılan devletler, Balkan topluluklarının bağımsızlıklarını
istediklerinden bir sonuca varılamadı. Osmanlı Devleti'nin çağrılmadığı
Londra'da toplanan bir başka konferansta, büyük devletler isteklerini
tekrarladılar. Rusya, Osmanlı Devleti'ne alınan kararları kabul
ettirmek için savaş ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde "93 Harbi" diye
bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, askerî ve siyasî bakımdan önemli
sonuçlar doğurmuştur.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından
seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden
ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis,
hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara
bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi'nin
sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları çalışmaları
sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Nitekim
Gazi Osman Paşa'nın büyük bir kahramanlık göstererek 5 ay savunduğu
Plevne'yi aşan Ruslar, Yeşilköy'e kadar ilerlemişlerdi. Doğu'da ise
ancak Erzurum önlerinde durdurulmuşlardı. Meclis savaşın gidişatından
hükûmeti ve padişahı sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi.
II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazı mebuslarla yaptığı
toplantıdan bir sonuç alamayınca, Kanun-ı Esasi'nin kendisine verdiği
yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları
aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878). Bu I.Meşrutiyet'in sonu
demekti.
Berlin Kongresi ve Balkanlardaki Gelişmeler; İstanbul önlerine kadar
gelmiş olan Rusya ile Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması imzalandı (3
Mart 1878). Bu anlaşmayla, sözde Osmanlı'ya bağlı Dobruca, Doğu
Makedonya ve Trakya'yı içine alan Büyük Bulgaristan Prensliği
kuruluyor; Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarına kavuşuyordu.
Ancak, Rusya'nın genişlemesinden rahatsızlık duyan Avrupa devletlerinin
araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri yürürlüğe giremedi.
İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı Devleti ile yaptığı bir
anlaşmayla Kıbrıs'a yerleşti ( 4 Haziran 1878). Araya giren Bismark,
ülkesinde bir konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı
önlemek hem de Almanya'nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim
Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve
Rusya'nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir
anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık Rusya'nın yanı sıra, diğer
devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı'dan, kendi paylarını
alma anlaşmasıydı. Berlin ve Ayestafanos antlaşmalarında öngörüldüğü
gibi, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlığı onaylandı.
Bulgaristan üç bölüme ayrıldı. Bulgaristan Prensliği haricinde müstakil
bir Doğu Rumeli eyaleti oluşturuldu. Girit'in statüsüne benzer bir
statüyle Makedonya, Osmanlı Devleti'nin elinde kaldı. Yunanistan
Tesalya ve Epir'in bir bölümünü aldı. Bosna-Hersek, Avusturya
tarafından işgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum'a sahip oldu.
Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanlı Devleti'ni paylaşma ve
ortadan kaldırma arzularının bir neticesi idi. Balkanlarda büyük
devletlerin inisiyatifiyle ortaya çıkan küçük devletçikler, bölgede o
dönemden günümüze kadar ulaşan siyasî ve etnik çatışmaların piyonları
olmaktan öteye gidemediler. Nitekim Avusturya'nın ve Rusya'nın
Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları, Balkan Savaşları ve I.Dünya
Savaşı'nın çıkmasına yol açacaktır.
Berlin Kongresi'nin sonuçları kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı.
Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasına dahil
ettiği Cezayir ile Tunus arasındaki sınır problemini bahane ederek,
Tunus'u işgal etti (1881). Fransa ile İngiltere arasında çekişmeye
sahne olan Mısır'da, Hidiv İsmail Paşa'ya karşı başlatılan bir askerî
ayaklanma ile ortaya çıkan durum İstanbul'da görüşülürken, İngilizler
İskenderiye'yi topa tuttu. Osmanlıların karşı çıkmalarına rağmen
İngilizler Mısır'ı ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensliği, Doğu
Rumeli'de çıkan isyanı değerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altına
aldı. Osmanlı Devleti Rusya'nın baskısı sonunda, Kırcaali ve Rodop
dışındaki Doğu Rumeli Valiliği'nin Bulgar Prensliği'nin idaresine
geçmesini kabul etmek zorunda kaldı (1886). İkinci Meşrutiyet'in ilânı
sırasında ise Bulgarlar bağımsızlıklarını ilân ettiler (1908). Bulgar,
Yunan ve Arnavutların hak iddia ettiği Makedonya'da çıkan olaylar
Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Fakat, Rusya ve Avusturya
devreye girerek Osmanlı hâkimiyetindeki Makedonya'da, ülkelerinden iki
gözlemcinin görev yapmasını sağladılar (1893). Megalo İdea adını
verdiği Bizans'ı diriltme çabasındaki küçük Yunanistan, 1896'da çıkan
isyanı bahane ederek Girit'i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlılar Dömeke
Meydan Savaşı ile Yunanlıları büyük bir bozguna uğrattılar (1897).
Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile İstanbul'da toplanan
bir konferans ile Girit'te valiliğine Yunan kralının oğlunun
getirildiği özerk bir yönetim kurulması, adanın fiilen Yunanistan'a
bırakılması anlamına geliyordu.
93 Harbi'nden sonra sun'i bir Ermeni Meselesi ortaya çıkarılmıştı.
Osmanlı Devleti'ne bağlılıkları sebebiyle "millet-i sadıka" olarak
adlandırılan Ermeniler, önceleri Doğu Anadolu'yu ele geçirmek isteyen
Rusya ve ardından İngiltere tarafından kullanılmaya başladılar. Hınçak
ve Taşnak tedhiş örgütlerini kurarak, İstanbul ve taşrada terör yaratan
bazı Ermeniler özellikle İngilizler tarafından destekleniyorlardı.
Doğu'da hiçbir zaman çoğunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir
devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Doğu'ya sızabilecekti. İngiliz
himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki
tarafında kullandığı Ermeniler 1889'dan itibaren tedhişe başladılar.
Van, Erzurum ve Bitlis'te çıkan olaylar bastırıldı. Ardından başkentte
Osmanlı Bankası'na kanlı bir baskın yaparak bankayı işgal ettiler.
II.Abdülhamit'e yönelik bir suikast teşebbüsünde bulundular. I.Dünya
Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında da Ermeniler devlet aleyhine
faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.
II. Meşrutiyet Dönemi
I.Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II.Abdülhamit içte ve dışta
meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim
sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık
muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı. Osmanlılık fikrinin temsilcisi
olan Sadrazam Midhat Paşa 1881'de ölüm cezasına çarptırılmış, sonra
affedilerek, Arabistan'a sürgüne gönderilmiş ve 1883'te öldürülmüştü.
Ali Suavi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kişiler de sultan tarafından
bertaraf edilmişlerdi. Ancak devletin içinde bulunduğu güç durum
onların başlattığı muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin
hazırlamaktaydı. Balkanlardaki çalkantıların yanı sıra Osmanlı Devleti
iktisadî açıdan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dış borçlarını
kapatabilmek için batılıların elindeki Osmanlı Bankası ile malî bir
anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı (1879 ve 1881). Buna göre banka mali
yardımları karşılığında, devletin bazı gelirlerini devralıyordu.
İngiliz ve Fransızların kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-ı Umumîye
İdaresi Osmanlı ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir.
Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde
faaliyet gösteren Meşrutiyet taraftarları, İstanbul'da İttihad-ı Osmani
derneğini kurmuşlar ve bu dernek 1894/95'te İttihat ve Terakki Cemiyeti
adını almıştı. Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da
katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı devletini ancak Kanun-ı
Esasî'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası
Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa
çıkmaları ve Rumeli'de halk tarafından büyük bir destek bulmaları
üzerine II.Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet'i ilân
etti ((23 Temmuz 1908).
17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve
Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler
esnasında Bulgaristan bağımsızlığını elde etmiş ve Girit meclisi
Yunanistan'a ilhak kararı almıştı.
İşgal altındaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafından fiilen ilhak
edilmişti (5 Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan
İttihatçılar, olumsuz gelişmelerin de etkisiyle gittikçe otoriter bir
idare oluşturmaya başlamışlardı. Bundan faydalanmak isteyen Meşrutiyet
aleyhtarları, bazı Avrupa devletlerinin de kışkırtmasıyla isyan
ettiler. İstanbul'daki Avcı Taburları'nın 13 Nisan 1909'da
başlattıkları isyan sırasında pek çok İttihatçı öldürüldü.
II.Abdülhamit olayları önleyemedi. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa
komutasındaki ordu Selanik'ten yola çıktı. Harekat Ordusu adı verilen
bu ordunun kurmay başkanı Mustafa Kemal idi. Harekat Ordusu, kısa
sürede duruma hâkim olarak isyanı bastırdı. İsyandan sorumlu tutulan
II.Abdülhamit, şeyhülislâmdan alınan fetva ile meclis tarafından
tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve kardeşi V. Mehmet Reşat yerine
getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde inisiyatifi İttihatçı
hükûmete bırakmıştı. Yeni iktidar zamanında da felâketler birbirini
takip etti. Osmanlı Devleti hızla dağılma devrine girmekteydi.
Trablusgarp Savaşları
Osmanlıların iç işleri ve Balkanlardaki gelişmelerle uğraşmasını fırsat
bilen İtalyanlar, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak etmesi (1908),
Arnavutların isyanı (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan
pay alabilmek için Trablusgarp'a asker çıkardı. (Eylül 1911). İtalyan
donanması denizden, İngilizler ise Mısır'ı ellerinde bulundurduğundan
karadan, Osmanlıların bölgeye asker göndermesini imkânsız hâle
getirmişti. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti gizlice Türk subaylarını
bölgeye göndererek mahallî bir direnişi örgütleme yolunu seçmişti.
Derne ve Tobruk'da Mustafa Kemal, Bingazi'de ise Enver Paşa İtalyanlara
karşı büyük başarılar kazandı. Savaşı kazanamayacağını anlayan İtalya,
Osmanlıları barışa zorlamak için Oniki Ada'yı işgal etti. Ancak bundan
ziyade Balkanlarda başlayan savaş Osmanlıların barışı imzalamaya
zorladı. Uşi Antlaşması ile İtalyanlar işgal ettikleri yerleri muhafaza
ettiler (1912)
Balkan Savaşları
Türk-İtalyan Savaşı'nın başladığı sırada Balkan devletleri aralarındaki
anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak, Osmanlı Devleti'ne karşı bir
ittifak oluşturdular. Rusya'nın mimarlığında gerçekleşen Bulgar-Sırp
ittifakına daha sonra Yunanistan ve Karadağ da katıldı (1912). Karadağ
ile başlayan savaşa 18 Ekimde diğer Balkan devletleri de iştirak etti.
Bu sırada Osmanlı askerleri, subayların bir kısmının politik
çekişmelerle meşgul olmasından dolayı dağınık bir hâldeydi. Bunun
sonucunda Balkan devletleri, Osmanlılar karşısında kendilerinin de
beklemediği bir zafer kazandılar. Yunanlılar Ege adalarını ele
geçirdiler. Sırplar Kumanova'da üstünlük sağladılar. Sırpların denize
çıkmalarını önlemek için Avusturya'nın desteği ile Arnavutluk
bağımsızlığını ilan etti (28 Kasım 1912).
Bulgarlar ise Edirne'yi ele geçirerek Çatalca'ya kadar ilerlediler. (19
Kasım 1912). 16 Aralıkta Londra'da başlayan görüşmeler bir ara
iktidardan düşen İttihatçıların yeniden iş başına gelmesi üzerine
kesilmişti. Nihayet Mayıs ayında Londra Antlaşması imzalanarak I.Balkan
Savaşı sona erdi. Gelibolu Yarımadası hariç Trakya, Bulgaristan'a
verildi. Makedonya'nın büyük bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan arasında
paylaşıldı. Özellikle Makedonya'nın paylaşımı Bulgarları rahatsız
etmekteydi. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karşı ittifak
oluşturdu. Bu ittifaka Romanya da katıldı. Bulgaristan ile bu ittifak
savaşa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanlı Devleti de Bulgar
işgalindeki toprakları geri almak için harekete geçti. Kırklareli ve
Edirne kurtarıldı. II.Balkan Savaşı, tarafların imzaladığı Bükreş
Antlaşması ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan İstanbul
Antlaşması ile, Meriç nehri iki ülke arasında sınır oldu.
Bulgaristan'daki Türklerin hakları belirlendi (29 Eylül 1913).
Yunanistan ile imzalanan Atina Antlaşması ile ise Girit'in Yunanistan'a
bırakılması kabul edildi (14 Kasım 1913). Büyük devletler bu
anlaşmalardan sonra Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Bozcaada ve İmroz'u
Osmanlılara geri verdiler. Balkan Savaşları, Balkanlardaki Türk
varlığının büyük bir kıyıma uğramasına sebep olmuştur. Yüz binlerce
Türk savaşlar sırasında ve sonrasında aç ve yokluk içinde buradan göç
etmek zorunda kalmıştır.
I.Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti'nin Yıkılışı
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi ile (21 Haziran 1913),
İttihat ve Terakki Fırkası, hükûmetin idaresini tamamen ellerine
geçirmişti. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Osmanlı Devleti'nin iç ve
dış politikasını belirlemede en etkili nazırlardı. Balkan savaşlarından
sonra, ordu ve donanmayı güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa
devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanlı
Devleti, dış siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek
ihtiyacını hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarını
korumak veya genişletmek maksadıyla siyasî, askeriî ve iktisadî açıdan
ittifaklar oluşturmaktaydı. İngiltere ve Fransa'ya nazaran
sömürgeciliğe geç başlayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Doğu'da
nüfuz sahasını genişletmek istiyor ve Osmanlı Devleti'ne bu maksatla
yakın durmayı yeğliyordu . Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da,
Balkanlarda Panislâvizmi gerçekleştirmeye çalışan Rusya'ya karşı
Almanlarla iş birliği içindeydi. İngiltere ve Fransa tarafından pay
edilmiş Kuzey Afrika'da gözü olan İtalya da bu ittifaka yakındı.
Dolayısıyla Almanya önderliğindeki Üçlü İttifak'ın (Almanya,
Avusturya-Macaristan ve İtalya) doğal rakibi, İngiltere'nin
öncülüğündeki Fransa ve Rusya'dan oluşan Üçlü İtilâf (Anlaşma)
devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand'ın, Sırbistan
ziyareti esnasında bir Sırp tarafından öldürülmesi (28 Haziran 1914),
bu iki cepheyi sıcak savaşa sokmaya yetti.
Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD İtilaf Devletleri, Bulgaristan ve
Osmanlı Devleti ise İttifak devletleri safında bu savaşa girdiler.
Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere ve Fransa'ya yakın bir politika
izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de
İtilaf Devletleri'nin buna sıcak bakmaması, Osmanlıları Almanya'ya
yanaştırmaktaydı. Özellikle Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı Devleti'nin
yeniden silkinmesi ve kaybettikleri toprakları kazanabilmesi için
Almanya'nın yanında yer almayı uygun buluyorlardı. Hükûmet başlangıçta
tarafsız kalmayı tercih etmişti. Almanların II.Abdülhamit devrinden
itibaren Osmanlı Devleti'nin yenileşme çabalarına katkıda bulunması ve
bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanların varlığı, İtilaf
Devletleri'nin, Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalamayacağı şüphesini
artırıyordu. Bu tutum, dolayısıyla Almanya yanlılarının tezini
kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Paşa'nın öncülük ettiği bu grup,
Almanların yanında savaşa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de
kaybedilen toprakların geri alınabileceği ve Osmanlı Devleti'ni nefes
alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-ı umumîden
kurtulunabileceğini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve
Breslav zırhlılarının Türk bayrağı çekilerek, Rus limanlarını
bombalaması, Osmanlı Devleti'nin Almanya safında savaşa girmesine
vesile olacaktır (1 Kasım 1914).
seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden
ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis,
hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara
bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi'nin
sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları çalışmaları
sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Nitekim
Gazi Osman Paşa'nın büyük bir kahramanlık göstererek 5 ay savunduğu
Plevne'yi aşan Ruslar, Yeşilköy'e kadar ilerlemişlerdi. Doğu'da ise
ancak Erzurum önlerinde durdurulmuşlardı. Meclis savaşın gidişatından
hükûmeti ve padişahı sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi.
II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazı mebuslarla yaptığı
toplantıdan bir sonuç alamayınca, Kanun-ı Esasi'nin kendisine verdiği
yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları
aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878). Bu I.Meşrutiyet'in sonu
demekti.
Berlin Kongresi ve Balkanlardaki Gelişmeler; İstanbul önlerine kadar
gelmiş olan Rusya ile Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması imzalandı (3
Mart 1878). Bu anlaşmayla, sözde Osmanlı'ya bağlı Dobruca, Doğu
Makedonya ve Trakya'yı içine alan Büyük Bulgaristan Prensliği
kuruluyor; Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarına kavuşuyordu.
Ancak, Rusya'nın genişlemesinden rahatsızlık duyan Avrupa devletlerinin
araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri yürürlüğe giremedi.
İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı Devleti ile yaptığı bir
anlaşmayla Kıbrıs'a yerleşti ( 4 Haziran 1878). Araya giren Bismark,
ülkesinde bir konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı
önlemek hem de Almanya'nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim
Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve
Rusya'nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir
anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık Rusya'nın yanı sıra, diğer
devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı'dan, kendi paylarını
alma anlaşmasıydı. Berlin ve Ayestafanos antlaşmalarında öngörüldüğü
gibi, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlığı onaylandı.
Bulgaristan üç bölüme ayrıldı. Bulgaristan Prensliği haricinde müstakil
bir Doğu Rumeli eyaleti oluşturuldu. Girit'in statüsüne benzer bir
statüyle Makedonya, Osmanlı Devleti'nin elinde kaldı. Yunanistan
Tesalya ve Epir'in bir bölümünü aldı. Bosna-Hersek, Avusturya
tarafından işgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum'a sahip oldu.
Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanlı Devleti'ni paylaşma ve
ortadan kaldırma arzularının bir neticesi idi. Balkanlarda büyük
devletlerin inisiyatifiyle ortaya çıkan küçük devletçikler, bölgede o
dönemden günümüze kadar ulaşan siyasî ve etnik çatışmaların piyonları
olmaktan öteye gidemediler. Nitekim Avusturya'nın ve Rusya'nın
Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları, Balkan Savaşları ve I.Dünya
Savaşı'nın çıkmasına yol açacaktır.
Berlin Kongresi'nin sonuçları kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı.
Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasına dahil
ettiği Cezayir ile Tunus arasındaki sınır problemini bahane ederek,
Tunus'u işgal etti (1881). Fransa ile İngiltere arasında çekişmeye
sahne olan Mısır'da, Hidiv İsmail Paşa'ya karşı başlatılan bir askerî
ayaklanma ile ortaya çıkan durum İstanbul'da görüşülürken, İngilizler
İskenderiye'yi topa tuttu. Osmanlıların karşı çıkmalarına rağmen
İngilizler Mısır'ı ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensliği, Doğu
Rumeli'de çıkan isyanı değerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altına
aldı. Osmanlı Devleti Rusya'nın baskısı sonunda, Kırcaali ve Rodop
dışındaki Doğu Rumeli Valiliği'nin Bulgar Prensliği'nin idaresine
geçmesini kabul etmek zorunda kaldı (1886). İkinci Meşrutiyet'in ilânı
sırasında ise Bulgarlar bağımsızlıklarını ilân ettiler (1908). Bulgar,
Yunan ve Arnavutların hak iddia ettiği Makedonya'da çıkan olaylar
Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Fakat, Rusya ve Avusturya
devreye girerek Osmanlı hâkimiyetindeki Makedonya'da, ülkelerinden iki
gözlemcinin görev yapmasını sağladılar (1893). Megalo İdea adını
verdiği Bizans'ı diriltme çabasındaki küçük Yunanistan, 1896'da çıkan
isyanı bahane ederek Girit'i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlılar Dömeke
Meydan Savaşı ile Yunanlıları büyük bir bozguna uğrattılar (1897).
Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile İstanbul'da toplanan
bir konferans ile Girit'te valiliğine Yunan kralının oğlunun
getirildiği özerk bir yönetim kurulması, adanın fiilen Yunanistan'a
bırakılması anlamına geliyordu.
93 Harbi'nden sonra sun'i bir Ermeni Meselesi ortaya çıkarılmıştı.
Osmanlı Devleti'ne bağlılıkları sebebiyle "millet-i sadıka" olarak
adlandırılan Ermeniler, önceleri Doğu Anadolu'yu ele geçirmek isteyen
Rusya ve ardından İngiltere tarafından kullanılmaya başladılar. Hınçak
ve Taşnak tedhiş örgütlerini kurarak, İstanbul ve taşrada terör yaratan
bazı Ermeniler özellikle İngilizler tarafından destekleniyorlardı.
Doğu'da hiçbir zaman çoğunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir
devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Doğu'ya sızabilecekti. İngiliz
himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki
tarafında kullandığı Ermeniler 1889'dan itibaren tedhişe başladılar.
Van, Erzurum ve Bitlis'te çıkan olaylar bastırıldı. Ardından başkentte
Osmanlı Bankası'na kanlı bir baskın yaparak bankayı işgal ettiler.
II.Abdülhamit'e yönelik bir suikast teşebbüsünde bulundular. I.Dünya
Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında da Ermeniler devlet aleyhine
faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.
II. Meşrutiyet Dönemi
I.Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II.Abdülhamit içte ve dışta
meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim
sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık
muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı. Osmanlılık fikrinin temsilcisi
olan Sadrazam Midhat Paşa 1881'de ölüm cezasına çarptırılmış, sonra
affedilerek, Arabistan'a sürgüne gönderilmiş ve 1883'te öldürülmüştü.
Ali Suavi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kişiler de sultan tarafından
bertaraf edilmişlerdi. Ancak devletin içinde bulunduğu güç durum
onların başlattığı muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin
hazırlamaktaydı. Balkanlardaki çalkantıların yanı sıra Osmanlı Devleti
iktisadî açıdan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dış borçlarını
kapatabilmek için batılıların elindeki Osmanlı Bankası ile malî bir
anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı (1879 ve 1881). Buna göre banka mali
yardımları karşılığında, devletin bazı gelirlerini devralıyordu.
İngiliz ve Fransızların kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-ı Umumîye
İdaresi Osmanlı ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir.
Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde
faaliyet gösteren Meşrutiyet taraftarları, İstanbul'da İttihad-ı Osmani
derneğini kurmuşlar ve bu dernek 1894/95'te İttihat ve Terakki Cemiyeti
adını almıştı. Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da
katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı devletini ancak Kanun-ı
Esasî'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası
Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa
çıkmaları ve Rumeli'de halk tarafından büyük bir destek bulmaları
üzerine II.Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet'i ilân
etti ((23 Temmuz 1908).
17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve
Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler
esnasında Bulgaristan bağımsızlığını elde etmiş ve Girit meclisi
Yunanistan'a ilhak kararı almıştı.
İşgal altındaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafından fiilen ilhak
edilmişti (5 Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan
İttihatçılar, olumsuz gelişmelerin de etkisiyle gittikçe otoriter bir
idare oluşturmaya başlamışlardı. Bundan faydalanmak isteyen Meşrutiyet
aleyhtarları, bazı Avrupa devletlerinin de kışkırtmasıyla isyan
ettiler. İstanbul'daki Avcı Taburları'nın 13 Nisan 1909'da
başlattıkları isyan sırasında pek çok İttihatçı öldürüldü.
II.Abdülhamit olayları önleyemedi. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa
komutasındaki ordu Selanik'ten yola çıktı. Harekat Ordusu adı verilen
bu ordunun kurmay başkanı Mustafa Kemal idi. Harekat Ordusu, kısa
sürede duruma hâkim olarak isyanı bastırdı. İsyandan sorumlu tutulan
II.Abdülhamit, şeyhülislâmdan alınan fetva ile meclis tarafından
tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve kardeşi V. Mehmet Reşat yerine
getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde inisiyatifi İttihatçı
hükûmete bırakmıştı. Yeni iktidar zamanında da felâketler birbirini
takip etti. Osmanlı Devleti hızla dağılma devrine girmekteydi.
Trablusgarp Savaşları
Osmanlıların iç işleri ve Balkanlardaki gelişmelerle uğraşmasını fırsat
bilen İtalyanlar, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak etmesi (1908),
Arnavutların isyanı (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan
pay alabilmek için Trablusgarp'a asker çıkardı. (Eylül 1911). İtalyan
donanması denizden, İngilizler ise Mısır'ı ellerinde bulundurduğundan
karadan, Osmanlıların bölgeye asker göndermesini imkânsız hâle
getirmişti. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti gizlice Türk subaylarını
bölgeye göndererek mahallî bir direnişi örgütleme yolunu seçmişti.
Derne ve Tobruk'da Mustafa Kemal, Bingazi'de ise Enver Paşa İtalyanlara
karşı büyük başarılar kazandı. Savaşı kazanamayacağını anlayan İtalya,
Osmanlıları barışa zorlamak için Oniki Ada'yı işgal etti. Ancak bundan
ziyade Balkanlarda başlayan savaş Osmanlıların barışı imzalamaya
zorladı. Uşi Antlaşması ile İtalyanlar işgal ettikleri yerleri muhafaza
ettiler (1912)
Balkan Savaşları
Türk-İtalyan Savaşı'nın başladığı sırada Balkan devletleri aralarındaki
anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak, Osmanlı Devleti'ne karşı bir
ittifak oluşturdular. Rusya'nın mimarlığında gerçekleşen Bulgar-Sırp
ittifakına daha sonra Yunanistan ve Karadağ da katıldı (1912). Karadağ
ile başlayan savaşa 18 Ekimde diğer Balkan devletleri de iştirak etti.
Bu sırada Osmanlı askerleri, subayların bir kısmının politik
çekişmelerle meşgul olmasından dolayı dağınık bir hâldeydi. Bunun
sonucunda Balkan devletleri, Osmanlılar karşısında kendilerinin de
beklemediği bir zafer kazandılar. Yunanlılar Ege adalarını ele
geçirdiler. Sırplar Kumanova'da üstünlük sağladılar. Sırpların denize
çıkmalarını önlemek için Avusturya'nın desteği ile Arnavutluk
bağımsızlığını ilan etti (28 Kasım 1912).
Bulgarlar ise Edirne'yi ele geçirerek Çatalca'ya kadar ilerlediler. (19
Kasım 1912). 16 Aralıkta Londra'da başlayan görüşmeler bir ara
iktidardan düşen İttihatçıların yeniden iş başına gelmesi üzerine
kesilmişti. Nihayet Mayıs ayında Londra Antlaşması imzalanarak I.Balkan
Savaşı sona erdi. Gelibolu Yarımadası hariç Trakya, Bulgaristan'a
verildi. Makedonya'nın büyük bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan arasında
paylaşıldı. Özellikle Makedonya'nın paylaşımı Bulgarları rahatsız
etmekteydi. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karşı ittifak
oluşturdu. Bu ittifaka Romanya da katıldı. Bulgaristan ile bu ittifak
savaşa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanlı Devleti de Bulgar
işgalindeki toprakları geri almak için harekete geçti. Kırklareli ve
Edirne kurtarıldı. II.Balkan Savaşı, tarafların imzaladığı Bükreş
Antlaşması ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan İstanbul
Antlaşması ile, Meriç nehri iki ülke arasında sınır oldu.
Bulgaristan'daki Türklerin hakları belirlendi (29 Eylül 1913).
Yunanistan ile imzalanan Atina Antlaşması ile ise Girit'in Yunanistan'a
bırakılması kabul edildi (14 Kasım 1913). Büyük devletler bu
anlaşmalardan sonra Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Bozcaada ve İmroz'u
Osmanlılara geri verdiler. Balkan Savaşları, Balkanlardaki Türk
varlığının büyük bir kıyıma uğramasına sebep olmuştur. Yüz binlerce
Türk savaşlar sırasında ve sonrasında aç ve yokluk içinde buradan göç
etmek zorunda kalmıştır.
I.Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti'nin Yıkılışı
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi ile (21 Haziran 1913),
İttihat ve Terakki Fırkası, hükûmetin idaresini tamamen ellerine
geçirmişti. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Osmanlı Devleti'nin iç ve
dış politikasını belirlemede en etkili nazırlardı. Balkan savaşlarından
sonra, ordu ve donanmayı güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa
devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanlı
Devleti, dış siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek
ihtiyacını hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarını
korumak veya genişletmek maksadıyla siyasî, askeriî ve iktisadî açıdan
ittifaklar oluşturmaktaydı. İngiltere ve Fransa'ya nazaran
sömürgeciliğe geç başlayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Doğu'da
nüfuz sahasını genişletmek istiyor ve Osmanlı Devleti'ne bu maksatla
yakın durmayı yeğliyordu . Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da,
Balkanlarda Panislâvizmi gerçekleştirmeye çalışan Rusya'ya karşı
Almanlarla iş birliği içindeydi. İngiltere ve Fransa tarafından pay
edilmiş Kuzey Afrika'da gözü olan İtalya da bu ittifaka yakındı.
Dolayısıyla Almanya önderliğindeki Üçlü İttifak'ın (Almanya,
Avusturya-Macaristan ve İtalya) doğal rakibi, İngiltere'nin
öncülüğündeki Fransa ve Rusya'dan oluşan Üçlü İtilâf (Anlaşma)
devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand'ın, Sırbistan
ziyareti esnasında bir Sırp tarafından öldürülmesi (28 Haziran 1914),
bu iki cepheyi sıcak savaşa sokmaya yetti.
Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD İtilaf Devletleri, Bulgaristan ve
Osmanlı Devleti ise İttifak devletleri safında bu savaşa girdiler.
Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere ve Fransa'ya yakın bir politika
izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de
İtilaf Devletleri'nin buna sıcak bakmaması, Osmanlıları Almanya'ya
yanaştırmaktaydı. Özellikle Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı Devleti'nin
yeniden silkinmesi ve kaybettikleri toprakları kazanabilmesi için
Almanya'nın yanında yer almayı uygun buluyorlardı. Hükûmet başlangıçta
tarafsız kalmayı tercih etmişti. Almanların II.Abdülhamit devrinden
itibaren Osmanlı Devleti'nin yenileşme çabalarına katkıda bulunması ve
bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanların varlığı, İtilaf
Devletleri'nin, Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalamayacağı şüphesini
artırıyordu. Bu tutum, dolayısıyla Almanya yanlılarının tezini
kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Paşa'nın öncülük ettiği bu grup,
Almanların yanında savaşa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de
kaybedilen toprakların geri alınabileceği ve Osmanlı Devleti'ni nefes
alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-ı umumîden
kurtulunabileceğini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve
Breslav zırhlılarının Türk bayrağı çekilerek, Rus limanlarını
bombalaması, Osmanlı Devleti'nin Almanya safında savaşa girmesine
vesile olacaktır (1 Kasım 1914).
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı'nda tam yedi cephede mücadele etti;
Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve
Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanlı askerleri büyük bir kahramanlık
örneği gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savaşı sürdürmek, zor
şartlar içerisinde bulunan Osmanlı Devleti için çok güçtü. Enver
Paşa'nın kumanda ettiği Kafkas Cephesi'nde Osmanlılar büyük zayiat
verdiler. Doğu Anadolu ve Trabzon düştü. Kanal (Süveyş) cephesinde ise
Cemal Paşa, Fransız ve İngilizlere başarıyla direndi. Hicaz ve
Yemen'deki Osmanlı birlikleri, destek görmemelerine rağmen, kutsal
yerleri korumak uğruna, harbin sonuna kadar Şerif Hüseyin ve
İngilizlere karşı koydular. Basra'ya çıkan İngilizler Kuttü'l-Amare'de
büyük bir bozguna uğradılar. Komutanları General Townshend esir edildi
(29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle saldıran İngilizler,
ihanet eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Basra'da olduğu gibi,
Suriye'de de saldırılarını artırdılar. M.Kemal, Halep'te bir savunma
hattı oluşturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya'da Osmanlı birlikleri,
Avusturya ve Bulgaristan'a yardımcı olmak için büyük bir özveriyle
savaştılar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale'de gösterdiler.
İtilaf Devletleri 19 Şubat 1915'den itibaren muazzam bir donanma ve yüz
binlerce askerle saldırıya geçtiler. 18 Mart'ta İtilaf donanmasına ait
pek çok gemi batırıldı. Ardından Gelibolu Yarımadası'ndaki
Settü'l-Bahir ve Arıburnu'na asker çıkararak, karadan da saldırıya
geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katıldığı kara savaşları, tam
bir ölüm kalım savaşı oldu. M.Kemal'in de büyük bir askerî deha olarak
ortaya çıktığı bu savunma karşısında İtilaf Devletleri geri çekilmek
zorunda kaldı.
Bütün dünyaya öğretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk
evlâdının şehit kanıyla yazılan bir büyük destan oldu. İtilaf
Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya'nın yardım alma ümitlerini suya
düşürmüş ve bunun neticesinde gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Çarlık
Rusyası'nın sonu olmuştur. Rusya'nın savaştan çekilmesi üzerine 7
Aralık 1917'de imzalanan anlaşmayla Doğu cephesinde Türk-Rus Savaşı
sona ermiştir.
Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı'nda yedi düvele karşı muhteşem bir
mücadele sergilemiştir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'ın teslim
olması Osmanlılar ile Almanya arasındaki irtibatın kesilmesine yol
açmıştır. Müttefiklerinin savaştan yenik ayrılmasıyla birlikte
Osmanlılar da ateşkes anlaşmasını imzalamak durumunda kalmışlardır.
İttihat ve Terakki Fırkası'nın hükûmetten çekilmesinin ardından kurulan
Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki hükûmet, Bahriye Nazırı Rauf Bey
başkanlığındaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanına göndermiş ve
Mondros Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasıyla (30 Ekim 1918), Osmanlılar
resmen savaştan çekilmişlerdir. Ateşkes anlaşmasıyla İtilaf Devletleri,
Osmanlı ülkesini işgal etme hakkını elde etmişlerdir. Bu durum, Osmanlı
Devleti'nin fiilen paylaşılması demekti.
Nitekim, İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri bu anlaşmaya dayanarak
Anadolu'da işgallere başlamışlar, Asırlarca Osmanlının hâkimiyetinde
yaşayan Yunanlılar da, ağabeylerinin müsaadesiyle İzmir'e asker
çıkarmışlardır (15 Mayıs 1919). İşgallere karşı Anadolu Türk'ünde büyük
bir infial yaratmış ve 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a
çıkmasıyla, düşmana karşı "Milli Mücadele" başlamıştır. İtilaf
Devletlerinin Sevr Anlaşması'nı İstanbul hükûmetine imzalatması (10
Ağustos 1920), Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endişe eden
düşmanların bir an önce Türk millî varlığını ortadan kaldırmayı
amaçlamalarından başka bir şey değildi. Fakat bu anlaşma hükümleri
hiçbir zaman uygulanamadı. Ankara'da açılan Milli Meclis'in iradesi,
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunları
bozdu. İstiklâl Harbi'ni kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti
kurulmuş oldu. Yeni Türk devleti "Millî Hâkimiyet" ilkesinin tabi^İ bir
neticesi olarak 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı. Dolayısıyla bu
tarih 622 yıl devam eden Osmanlı Devleti'nin de resmen sonu oluyordu.
Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve
Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanlı askerleri büyük bir kahramanlık
örneği gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savaşı sürdürmek, zor
şartlar içerisinde bulunan Osmanlı Devleti için çok güçtü. Enver
Paşa'nın kumanda ettiği Kafkas Cephesi'nde Osmanlılar büyük zayiat
verdiler. Doğu Anadolu ve Trabzon düştü. Kanal (Süveyş) cephesinde ise
Cemal Paşa, Fransız ve İngilizlere başarıyla direndi. Hicaz ve
Yemen'deki Osmanlı birlikleri, destek görmemelerine rağmen, kutsal
yerleri korumak uğruna, harbin sonuna kadar Şerif Hüseyin ve
İngilizlere karşı koydular. Basra'ya çıkan İngilizler Kuttü'l-Amare'de
büyük bir bozguna uğradılar. Komutanları General Townshend esir edildi
(29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle saldıran İngilizler,
ihanet eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Basra'da olduğu gibi,
Suriye'de de saldırılarını artırdılar. M.Kemal, Halep'te bir savunma
hattı oluşturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya'da Osmanlı birlikleri,
Avusturya ve Bulgaristan'a yardımcı olmak için büyük bir özveriyle
savaştılar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale'de gösterdiler.
İtilaf Devletleri 19 Şubat 1915'den itibaren muazzam bir donanma ve yüz
binlerce askerle saldırıya geçtiler. 18 Mart'ta İtilaf donanmasına ait
pek çok gemi batırıldı. Ardından Gelibolu Yarımadası'ndaki
Settü'l-Bahir ve Arıburnu'na asker çıkararak, karadan da saldırıya
geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katıldığı kara savaşları, tam
bir ölüm kalım savaşı oldu. M.Kemal'in de büyük bir askerî deha olarak
ortaya çıktığı bu savunma karşısında İtilaf Devletleri geri çekilmek
zorunda kaldı.
Bütün dünyaya öğretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk
evlâdının şehit kanıyla yazılan bir büyük destan oldu. İtilaf
Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya'nın yardım alma ümitlerini suya
düşürmüş ve bunun neticesinde gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Çarlık
Rusyası'nın sonu olmuştur. Rusya'nın savaştan çekilmesi üzerine 7
Aralık 1917'de imzalanan anlaşmayla Doğu cephesinde Türk-Rus Savaşı
sona ermiştir.
Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı'nda yedi düvele karşı muhteşem bir
mücadele sergilemiştir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'ın teslim
olması Osmanlılar ile Almanya arasındaki irtibatın kesilmesine yol
açmıştır. Müttefiklerinin savaştan yenik ayrılmasıyla birlikte
Osmanlılar da ateşkes anlaşmasını imzalamak durumunda kalmışlardır.
İttihat ve Terakki Fırkası'nın hükûmetten çekilmesinin ardından kurulan
Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki hükûmet, Bahriye Nazırı Rauf Bey
başkanlığındaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanına göndermiş ve
Mondros Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasıyla (30 Ekim 1918), Osmanlılar
resmen savaştan çekilmişlerdir. Ateşkes anlaşmasıyla İtilaf Devletleri,
Osmanlı ülkesini işgal etme hakkını elde etmişlerdir. Bu durum, Osmanlı
Devleti'nin fiilen paylaşılması demekti.
Nitekim, İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri bu anlaşmaya dayanarak
Anadolu'da işgallere başlamışlar, Asırlarca Osmanlının hâkimiyetinde
yaşayan Yunanlılar da, ağabeylerinin müsaadesiyle İzmir'e asker
çıkarmışlardır (15 Mayıs 1919). İşgallere karşı Anadolu Türk'ünde büyük
bir infial yaratmış ve 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a
çıkmasıyla, düşmana karşı "Milli Mücadele" başlamıştır. İtilaf
Devletlerinin Sevr Anlaşması'nı İstanbul hükûmetine imzalatması (10
Ağustos 1920), Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endişe eden
düşmanların bir an önce Türk millî varlığını ortadan kaldırmayı
amaçlamalarından başka bir şey değildi. Fakat bu anlaşma hükümleri
hiçbir zaman uygulanamadı. Ankara'da açılan Milli Meclis'in iradesi,
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunları
bozdu. İstiklâl Harbi'ni kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti
kurulmuş oldu. Yeni Türk devleti "Millî Hâkimiyet" ilkesinin tabi^İ bir
neticesi olarak 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı. Dolayısıyla bu
tarih 622 yıl devam eden Osmanlı Devleti'nin de resmen sonu oluyordu.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Ve Osmanlı Kronolojisi
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
( 1299 - 1400 )
1299-
Osmanlı tarihinin başlaması
1299
İlk müzik olayı (Selçuklu sultanınca Osman Bey'e Beylik alameti olarak gönderilen tabl-u alem (davul ve sancak)
1302
Osman Gazi'nin Koyunhisarı Zaferi
1302
III. Alaeddin Keykubad'ın ölümü
1312
Mevlevilik tarikatını kuran Sultan Veled'in ölümü
1317
Gülşehri'nin, kendisinden sonraki tercümelere öncülük eden
Mantıku't-tayr'ı Ferideddin el-Attar'ın aynı adlı eserini tercüme etmesi
1320
Türk edebiyatında bilinen ilk divana sahip Yunus Emre'nin ölümü
1324
Orhan Gazi'nin tahta geçişi
1326
Bursa'nın fethi
1330
Aşık Paşa'nın Garib-name'yi telif tarihi
1331
İznik'in fethi
1331
İlk Osmanlı medresesinin, İznik'te Orhan Gazi tarafından kurulması
1334
Karesi Beyliği'nin ilhakı
1337
Kocaeli bölgesinin alınışı
1346
Orhan Gazi'nin Kantakuzenos'un kızı ile evliliği ve Bizans ile ittifakı
1349-1352
Bizans'a yardım için Süleyman Paşa'nın Rumeli'ye geçişi ve Çimpi Kalesi'nin üs olarak alınışı
1350
Davud B. Mahmud el-Kayseri'nin ölümü
1352
Osmanlılar'ın Cenevizliler'e Osmanlı topraklarında serbest ticaret yapma imtiyazı vermeleri
1354
Gelibolu'nun fethi
1361
İlk müzikli spor gösterisi (Edirne Kırkpınar yağlı güreşleri)
1362
Orhan Gazi'nin vefatı ve I. Murat'ın tahta çıkışı
1362
Kadıaskerliğin teşkili
1363
Pençik Kanunu'nun çıkışı
1366
Gelibolu'nun elden çıkışı
1371
Çirmen Zaferi
1376
Bulgar Krallığı'nın Osmanlı hakimiyetini kabulü
1377
Gelibolu'nun Osmanlılar'a iadesi
1385-1386
Niş ve Sofya'nın alınışı
1388
Ploşnik bozgunu ve Balkan ittifakının teşekkülü
1389
I. Kosova Zaferi
1389
I. Murat'ın şehadeti, Yıldırım Bayezid'in tahta cülusu
1390
Aydın-Saruhan-Germiyan-Menteşe beyliklerinin ilhakı
1390
Karaman Seferi, Konya'nın muhasarası
1390
Gelibolu tersanesi'nin inşası
1391
İstanbul'un ilk muhasarası
1393
Mahkeme Rüsumu'nun ilk ihdası
1396
Niğbolu Zaferi
1397-
1398
Akçay Zaferi ve Karaman Ülkesi'nin
Osmanlı hakimiyetini kabulü
1398
Kadı Burhaneddin'in ölümü.
1398
Karadeniz beyliklerinin ilhakı
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
( 1400 - 1500)
1400
İlk musiki nazariyatı eseri (Kırşehirli Yusuf B. Nizameddin'in Kitabu'l Edvar'ı)
1400
Bursa'da I. Bayezid tarafından Ulu Cami'nin yaptırılması; İlk Osmanlı
Darü'ş-şifa'sının Yıldırım Bayezid tarafından inşa edilmesi
1402
Ankara bozgunu ve Yıldırım Bayezid'in esareti
1402-1413
Fetret Devri, iç karışıklıklar
1409
Süleyman Çelebi tarafından Türk Edebiyatı'nda ilk mevlid örneği olan,
Vesiletü'n-Necat adlı eserin yazılışı; İlk besteli dini eser (Süleyman
Çelebi'nin Mevlid'i)
1411
Çelebi Mehmed'in tahta çıkışı
1413
I. Mehmed'in duruma hakim olup devleti yeniden kuruşu
1413
(Celaleddin Hızır) Hacı Paşa'nın ölümü
1416
Osmanlı-Venedik Deniz Muharebesi ve Sulhü, Şeyh Bedreddin isyanı
1416
Macar Seferi
1417
Avlonya'nın fethi
1418
Makam teriminin ilk kullanılışı (A. Meragi'nin Makasıdu'l-elhan'ında)
1418-1420
Samsun bölgesinin zaptı
1419-1424
Bursa'da Hacı İvaz'a I. Mehmed tarafından Yeşil Külliye'nin yaptırılması
1421
Çelebi Mehmed'in ölümü ve II. Murad'ın cülusu
1421-1451
İlk resmi musiki çevresi (II. Murad Sarayı)
1422
Mustafa Çelebi'nin (Düzmece) bertarafı
1425
Molla Fenarı'nın ilk Şeyhülislam olarak tayini
1425-1426
İzmir Beyi Cüneyd'in idamı
1425-1426
Teke Beyliği'nin intikali
1427-1428
Germiyan Beyliği'nin intikali
1429
Manyasoğlu Murad tarafından, Türk edebiyatında Seyf Serayi'den sonra,
Anadolu Türk edebiyatı sahasında ilk Gülistan tercümesinin yapılışı
1429
Şeyh Hamdullah'ın Amasya'da doğuşu
1430
İlk iki Türkçe musiki kitabı (Hızır B. Abdullah'ın Edvar'ı ve
Bedr-ı Dilşad'ın Muradname'sindeki musiki bölümü)
1430
Selanik'in fethi
1430-1431
Şemsüddin Muhammed B. Hamza el-Fenari'nin ölümü
1431-1432
Kadızade, Salahaddin Musa b. el-Kadi Mahmud el-Bursavi el-Rumi'nin ölümü
1432
Fatih Sultan Mehmed'in doğumu
1434
Edirne'de II. Murad tarafından Muradiye Camii'nin yaptırılması
1434
Edirne'de II. Murad tarafından Muradiye Camii'nin yaptırılması
1436
Muiniddin B. Mustafa tarafından II. Murad'ın isteğiyle ilk Mesnevi tercümesi olan Mesnevi-i Muradiyye adlı eserin yazılışı
1437
Ömer bin Mezid tarafından ilk nazire mecmuasının derlenişi
1439
Semendire'nin alınışı
1440
Osmanlı musiki çalgıları üzerine ilk notlar (Ahmedoğlu Şükrullah)
1440
Başarısız Belgrad kuşatması
1444
Segedin Sulhü
1444
II. Murat'ın tahttan çekilişi, II. Mehmed'in cülusu ve Varna zaferi
1445
II. Mehmed'in tahttan çekilişi ve II. Murad'ın ikinci defa cülusu
1447
Edirne'de II. Murad tarafından Üç Şerefeli Camii'nin yaptırılması
1448
II. Kosova Zaferi
1451
II. Murad'ın ölümü ve II. Mehmed'in ikinci defa cülusu
1451-1512
Geçiş devri. Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devri
1453
İstanbul'un fethi
1453
Ayasofya'nın camiye çevrilmesi
1454
İlk Devlet Musiki Okulu (Enderun'un müzik bölümü)
1458-1460
Mora'nın ele geçirilişi
1461
Trabzon Rum İmparatorluğu'nun sonu
1461
Candaroğulları'nın ilhakı
1463
Osmanlı-Venedik Savaşı'nın başlaması
1463-1470
İstanbul'da Fatih Külliyesi'nin inşaası
1466
II. Mehmed'in Arnavut seferi
1468
Karamanoğulları'nın sonu
1468
II. Mehmed tarafından İstanbul'da Topkapı Sarayı'nın tesisi
1469
Ahmed Karahisarı'nın Afyonkarahisar'da doğuşu
1470
Eğriboz'un alınışı
1471
Fatih Külliyesinin açılışı
1472
Topkapı Sarayının inşası
1473
Otlukbeli Zaferi : Osmanlı Akkoyunlu mücadelesi
1474
Ali Kuşçu'nun ölümü
1475
Kırım'ın Osmanlı tabiiyetine girişi
1476
Boğdan seferi ve zaferi
1478
Fatih tarafından ilk altın paranın darbettirilmesi
1478
Şerafeddin Sabuncuoğlu'nun ölümü
1479
Osmanlı-Venedik Sulhü ile Fatih'in Venedikliler'e Trabzon ve Kefe'de ticaret yapma hakkı tanıyan ahidname vermesi
1480
Otranto'ya çıkış ve başarısız Rodos kuşatması
1480
Kadıaskerliğin Rumeli ve Anadolu olarak ikiye ayrılması
1481
II. Mehmed'in vefatı ve II. Bayezid'in tahta çıkışı
1481
100 dirhem gümüşten 400 akçe kesilmesi
1481
Şeyh Hamdullah'ın İstanbul'a gelişi
1482
Cem Sultan'ın mağlubiyeti, Rodos'a ilticası
1483
Morova Seferi ve Hersek'in ilhakı
1484
Boğdan Seferi
1484
Kili ve Akkirman'ın fethi
1484-1488
Edirne'de Hayreddin'in II. Bayezid'in Külliyesi'ni inşası
1485
Osmanlı-Memlük mücadelesinin başlaması
1485
Şeyh Hamdullah'ın aklam-ı sitte'de kendi üslubunu buluşu
1486
Musiki ile tedavi yapan ilk devlet hastanesi (Edirne, II. Bayezid Külliyesi Şifahanesi)
1488
Hocazade, Muslihiddin Mustafa B. Yusuf B. Salih el-Bursavi'nin ölümü
1488
Sultan II. Bayezid tarafından Edirne'de Bayezid Darü'ş-şifası'nın yapımı
1489
Memlüklere karşı toprak kaybı
1491
Osmanlı-Memlük Barışı
1492
Macar Seferi
1492
İspanya'dan çıkarılan Yahudiler'in de Osmanlı Devleti'nin himayesine girmesi
1494
Nakibüleşraflığın yeniden ve devamlı olarak teşkili
1494
Çin bulutu motifinin tezhib'de ilk kullanılışı
1495
Macarlarla mütareke, Cem Sultan'ın ölümü, Şehzade Süleyman'ın doğumu
1497
İlk Rus elçisinin İstanbul'a gelişi
1498
Lehistan Seferleri
1499
Venedik Harbi
1499
İnebahtı'nın alınışı
1499
Preveze baskını
( 1299 - 1400 )
1299-
Osmanlı tarihinin başlaması
1299
İlk müzik olayı (Selçuklu sultanınca Osman Bey'e Beylik alameti olarak gönderilen tabl-u alem (davul ve sancak)
1302
Osman Gazi'nin Koyunhisarı Zaferi
1302
III. Alaeddin Keykubad'ın ölümü
1312
Mevlevilik tarikatını kuran Sultan Veled'in ölümü
1317
Gülşehri'nin, kendisinden sonraki tercümelere öncülük eden
Mantıku't-tayr'ı Ferideddin el-Attar'ın aynı adlı eserini tercüme etmesi
1320
Türk edebiyatında bilinen ilk divana sahip Yunus Emre'nin ölümü
1324
Orhan Gazi'nin tahta geçişi
1326
Bursa'nın fethi
1330
Aşık Paşa'nın Garib-name'yi telif tarihi
1331
İznik'in fethi
1331
İlk Osmanlı medresesinin, İznik'te Orhan Gazi tarafından kurulması
1334
Karesi Beyliği'nin ilhakı
1337
Kocaeli bölgesinin alınışı
1346
Orhan Gazi'nin Kantakuzenos'un kızı ile evliliği ve Bizans ile ittifakı
1349-1352
Bizans'a yardım için Süleyman Paşa'nın Rumeli'ye geçişi ve Çimpi Kalesi'nin üs olarak alınışı
1350
Davud B. Mahmud el-Kayseri'nin ölümü
1352
Osmanlılar'ın Cenevizliler'e Osmanlı topraklarında serbest ticaret yapma imtiyazı vermeleri
1354
Gelibolu'nun fethi
1361
İlk müzikli spor gösterisi (Edirne Kırkpınar yağlı güreşleri)
1362
Orhan Gazi'nin vefatı ve I. Murat'ın tahta çıkışı
1362
Kadıaskerliğin teşkili
1363
Pençik Kanunu'nun çıkışı
1366
Gelibolu'nun elden çıkışı
1371
Çirmen Zaferi
1376
Bulgar Krallığı'nın Osmanlı hakimiyetini kabulü
1377
Gelibolu'nun Osmanlılar'a iadesi
1385-1386
Niş ve Sofya'nın alınışı
1388
Ploşnik bozgunu ve Balkan ittifakının teşekkülü
1389
I. Kosova Zaferi
1389
I. Murat'ın şehadeti, Yıldırım Bayezid'in tahta cülusu
1390
Aydın-Saruhan-Germiyan-Menteşe beyliklerinin ilhakı
1390
Karaman Seferi, Konya'nın muhasarası
1390
Gelibolu tersanesi'nin inşası
1391
İstanbul'un ilk muhasarası
1393
Mahkeme Rüsumu'nun ilk ihdası
1396
Niğbolu Zaferi
1397-
1398
Akçay Zaferi ve Karaman Ülkesi'nin
Osmanlı hakimiyetini kabulü
1398
Kadı Burhaneddin'in ölümü.
1398
Karadeniz beyliklerinin ilhakı
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
( 1400 - 1500)
1400
İlk musiki nazariyatı eseri (Kırşehirli Yusuf B. Nizameddin'in Kitabu'l Edvar'ı)
1400
Bursa'da I. Bayezid tarafından Ulu Cami'nin yaptırılması; İlk Osmanlı
Darü'ş-şifa'sının Yıldırım Bayezid tarafından inşa edilmesi
1402
Ankara bozgunu ve Yıldırım Bayezid'in esareti
1402-1413
Fetret Devri, iç karışıklıklar
1409
Süleyman Çelebi tarafından Türk Edebiyatı'nda ilk mevlid örneği olan,
Vesiletü'n-Necat adlı eserin yazılışı; İlk besteli dini eser (Süleyman
Çelebi'nin Mevlid'i)
1411
Çelebi Mehmed'in tahta çıkışı
1413
I. Mehmed'in duruma hakim olup devleti yeniden kuruşu
1413
(Celaleddin Hızır) Hacı Paşa'nın ölümü
1416
Osmanlı-Venedik Deniz Muharebesi ve Sulhü, Şeyh Bedreddin isyanı
1416
Macar Seferi
1417
Avlonya'nın fethi
1418
Makam teriminin ilk kullanılışı (A. Meragi'nin Makasıdu'l-elhan'ında)
1418-1420
Samsun bölgesinin zaptı
1419-1424
Bursa'da Hacı İvaz'a I. Mehmed tarafından Yeşil Külliye'nin yaptırılması
1421
Çelebi Mehmed'in ölümü ve II. Murad'ın cülusu
1421-1451
İlk resmi musiki çevresi (II. Murad Sarayı)
1422
Mustafa Çelebi'nin (Düzmece) bertarafı
1425
Molla Fenarı'nın ilk Şeyhülislam olarak tayini
1425-1426
İzmir Beyi Cüneyd'in idamı
1425-1426
Teke Beyliği'nin intikali
1427-1428
Germiyan Beyliği'nin intikali
1429
Manyasoğlu Murad tarafından, Türk edebiyatında Seyf Serayi'den sonra,
Anadolu Türk edebiyatı sahasında ilk Gülistan tercümesinin yapılışı
1429
Şeyh Hamdullah'ın Amasya'da doğuşu
1430
İlk iki Türkçe musiki kitabı (Hızır B. Abdullah'ın Edvar'ı ve
Bedr-ı Dilşad'ın Muradname'sindeki musiki bölümü)
1430
Selanik'in fethi
1430-1431
Şemsüddin Muhammed B. Hamza el-Fenari'nin ölümü
1431-1432
Kadızade, Salahaddin Musa b. el-Kadi Mahmud el-Bursavi el-Rumi'nin ölümü
1432
Fatih Sultan Mehmed'in doğumu
1434
Edirne'de II. Murad tarafından Muradiye Camii'nin yaptırılması
1434
Edirne'de II. Murad tarafından Muradiye Camii'nin yaptırılması
1436
Muiniddin B. Mustafa tarafından II. Murad'ın isteğiyle ilk Mesnevi tercümesi olan Mesnevi-i Muradiyye adlı eserin yazılışı
1437
Ömer bin Mezid tarafından ilk nazire mecmuasının derlenişi
1439
Semendire'nin alınışı
1440
Osmanlı musiki çalgıları üzerine ilk notlar (Ahmedoğlu Şükrullah)
1440
Başarısız Belgrad kuşatması
1444
Segedin Sulhü
1444
II. Murat'ın tahttan çekilişi, II. Mehmed'in cülusu ve Varna zaferi
1445
II. Mehmed'in tahttan çekilişi ve II. Murad'ın ikinci defa cülusu
1447
Edirne'de II. Murad tarafından Üç Şerefeli Camii'nin yaptırılması
1448
II. Kosova Zaferi
1451
II. Murad'ın ölümü ve II. Mehmed'in ikinci defa cülusu
1451-1512
Geçiş devri. Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devri
1453
İstanbul'un fethi
1453
Ayasofya'nın camiye çevrilmesi
1454
İlk Devlet Musiki Okulu (Enderun'un müzik bölümü)
1458-1460
Mora'nın ele geçirilişi
1461
Trabzon Rum İmparatorluğu'nun sonu
1461
Candaroğulları'nın ilhakı
1463
Osmanlı-Venedik Savaşı'nın başlaması
1463-1470
İstanbul'da Fatih Külliyesi'nin inşaası
1466
II. Mehmed'in Arnavut seferi
1468
Karamanoğulları'nın sonu
1468
II. Mehmed tarafından İstanbul'da Topkapı Sarayı'nın tesisi
1469
Ahmed Karahisarı'nın Afyonkarahisar'da doğuşu
1470
Eğriboz'un alınışı
1471
Fatih Külliyesinin açılışı
1472
Topkapı Sarayının inşası
1473
Otlukbeli Zaferi : Osmanlı Akkoyunlu mücadelesi
1474
Ali Kuşçu'nun ölümü
1475
Kırım'ın Osmanlı tabiiyetine girişi
1476
Boğdan seferi ve zaferi
1478
Fatih tarafından ilk altın paranın darbettirilmesi
1478
Şerafeddin Sabuncuoğlu'nun ölümü
1479
Osmanlı-Venedik Sulhü ile Fatih'in Venedikliler'e Trabzon ve Kefe'de ticaret yapma hakkı tanıyan ahidname vermesi
1480
Otranto'ya çıkış ve başarısız Rodos kuşatması
1480
Kadıaskerliğin Rumeli ve Anadolu olarak ikiye ayrılması
1481
II. Mehmed'in vefatı ve II. Bayezid'in tahta çıkışı
1481
100 dirhem gümüşten 400 akçe kesilmesi
1481
Şeyh Hamdullah'ın İstanbul'a gelişi
1482
Cem Sultan'ın mağlubiyeti, Rodos'a ilticası
1483
Morova Seferi ve Hersek'in ilhakı
1484
Boğdan Seferi
1484
Kili ve Akkirman'ın fethi
1484-1488
Edirne'de Hayreddin'in II. Bayezid'in Külliyesi'ni inşası
1485
Osmanlı-Memlük mücadelesinin başlaması
1485
Şeyh Hamdullah'ın aklam-ı sitte'de kendi üslubunu buluşu
1486
Musiki ile tedavi yapan ilk devlet hastanesi (Edirne, II. Bayezid Külliyesi Şifahanesi)
1488
Hocazade, Muslihiddin Mustafa B. Yusuf B. Salih el-Bursavi'nin ölümü
1488
Sultan II. Bayezid tarafından Edirne'de Bayezid Darü'ş-şifası'nın yapımı
1489
Memlüklere karşı toprak kaybı
1491
Osmanlı-Memlük Barışı
1492
Macar Seferi
1492
İspanya'dan çıkarılan Yahudiler'in de Osmanlı Devleti'nin himayesine girmesi
1494
Nakibüleşraflığın yeniden ve devamlı olarak teşkili
1494
Çin bulutu motifinin tezhib'de ilk kullanılışı
1495
Macarlarla mütareke, Cem Sultan'ın ölümü, Şehzade Süleyman'ın doğumu
1497
İlk Rus elçisinin İstanbul'a gelişi
1498
Lehistan Seferleri
1499
Venedik Harbi
1499
İnebahtı'nın alınışı
1499
Preveze baskını
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
(1500-1600)
15??
İlk mevlevi ayinleri (Pençgah, Dügah ve Hüseyni makamlarında üç beste-i kadim)
1500
Modon, Navarin ve Koron'un alınışı
1500-1505
İstanbul'da Yakub Şah B. Sultan Şah'ın II. Bayezid'in Külliyesi'ni inşası
1502
Venedikle sulh
1503
Anadolu sahasında ilk hamse sahibi Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi'nin ölümü
1505
Bayezid Külliyesi'nin açılışı
1509
İstanbul'da kıyamet-ı suğra (küçük kıyamet) zelzelesi
1511
Şahkulu Baba Tekeli isyanı, Şehzade Selim Hareketi
1512
II. Bayezid'in tahttan çekilişi, I. Selim'in cülusu
1512
Anadolu Türk edebiyatında ilk Şehrengiz örneğini yazan Mesihi'nin
ölümü; Selim döneminden I. Ahmed dönemine kadar olan dönemi ihtiva eden
devre.
1514
Çaldıran Zaferi, Tebriz'e giriş
1514
Şahkulu'nun Yavuz Sultan Selim'in Tebriz'i işgaliyle Amasya'ya sürgün gönderilişi
1516
Mısır Seferi ve Mercidabık Zaferi
1517
Ridaniye Zaferi ve Kahire'ye giriş
1517
Haremeyn'in himaye altına alınması
1517
Haliç'te tersane yapımının tamamlanması
1517
Piri Reis'in Mısır'da Sultan Selim'e ilk dünya haritasını sunması
1519
Celali isyanı
1519
Cezayir'in iltihakı
1520
I. Selim'in vefatı, I. Süleyman'ın cülusu
1520
Şeyh Hamdullah'ın İstanbul'da vefatı; Şahkulu'nun İstabul'a gelip Ehl-i
Hiref teşkilatına girişi; Hattat Şeyh Hamdullah'ın vefatı
1520-1550
Şahkulu'nun nakkaşhanede faaliyet göstermesi
1521
Belgrad'ın fethi
1521
Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye adındaki eserini hazırlaması
1522
Kanuni Sultan Süleyman'ın validesi, Yavuz Sultan Selim'in eşi Ayşe Hafsa Sultan tarafından Manisa'da bimaristan inşa edilmesi
1522
Rodos adasının ilhakı
1524
Mısır'da Hain Ahmed Paşa isyanı
1524
Ahi Çelebi, Ahmed (Mehmed) Çelebi B. Kemal el-Tebrizi'nin ölümü
1525
Yeniçeri isyanı
1525
İlk Fransız elçisi İstanbul'da
1525
Şeyhülislam Zembili Ali Efendi'nin ölümü
1525
Mirim Çelebi, Mahmud B. Muhammed B. Muhammed B. Musa Kadızade'nin ölümü
1526
Mohaç Zaferi
1526
Ahmed Karahisari'nin İstanbul'da vefatı
1527
Bosna'nın fethi'nin tamamlanması
1528
Piri Reis'in Kanuni Sultan Süleyman'a ikinci dünya haritasını takdim etmesi
1528
Nizameddin Abdülali B. Muhammed B. Hüseyin el-Bircendi'nin ölümü
1529
Viyana kuşatması, Budin'in istirdadı, Barbaros'un Marsilya'ya çıkması
1530-1540
Divan-ı Selimi'nin yazılması
1530-1560
Nasuh'un tarihçi, hattat ve ressam olarak faaliyet göstermesi
1530-1588
Sinan'ın imparatorluğun baş mimarı olarak faaliyet göstermesi
1532
Alaman Seferi
1533-1534
Barbaros'un Osmanlı hizmetine girişi ve Cezayir beylerbeyliğine tayini
1534
Irakeyn seferinin açılışı, Tebriz'e ikinci defa giriş ve Bağdat'ın alınışı
1534
Şeyhülislam İbn-i Kemal'in ölümü
1536
Fransızlara kendi bayrakları ile Osmanlı limanlarında ticaret hakkı veren ahidname verilmesi
1536
Veziriazam İbrahim Paşa'nın idamı
1537
Körsof - Avlonya seferi
1538
Preveze Zaferi
1538
Hadım Süleyman Paşa'nın Hint Seferi
1540
Venedik ahidnamesindeki Karadeniz'de ticaret imtiyazının kaldırılması
1540-1560
Kara Memi'nin nakkaşhanede faaliyet göstermesi
1541
Budin'in kati olarak ilhakı ve beylerbeyiği olması
1543
Estergon'un ve İstolni Belgrad'ın fethi
1543
Batı musikisiyle ilk resmi temas (I. François'nın Kanuni'ye gönderdiği saray orkestrası)
1547
Osmanlı-Habsburg Sulhü
1547
Avusturyalılar'a Osmanlı topraklarında emn ü aman üzere ticaret yapma hakkının tanınması
1547
San'a'nın fethi
1548
İkinci İran seferi
1550
Süleymaniye Külliyesi'nin inşaası
1551
Trablusgarb'ın fethi
1552
Piri Reis'in Portekizlilere karşı seferi
1553
Piri Reis'in ölümü
1553-1554
Turgud Reis'in Akdeniz seferi
1553-1554
Nahcıvan Seferi
1555
İlk Osmanlı-İran antlaşması : Amasya Müsalahası
1556
Şankulu'nun vefatı; Kara Memi'nin saray nakkaşhanesine Sernakkaş oluşu; Hattat Ahmed Karahisari'nin vefatı
1557
Dokuzuncu Akdeniz seferi, Fas'ın fethi
1557
Süleymaniye külliyesinin açılışı
1558
Şakayık-ı Nu'maniye telifi
1558
Arifi'nin Süleyman-name'sinin tamamlanması
1559
Şehzade Bayezid ile Selim'in Konya Savaşı ve Bayezid'in yenilerek İran'a sığınması
1560
Cerbe'nin alınışı
1560-1600
Osman'ın Nakkaşhanede faaliyet göstermesi
1561
Taşköprüzade'nin ölümü
1562
Osmanlı-Habsburg Sulhü
1563
Seydi Ali Reis, Ali B. Hüseyin el-Katibi'nin ölümü
1565
Başarısız Malta kuşatması
1565
100 dirhem gümüşten 450 akçe kesilmesi
1566
Kanuni Sultan Süleyman'ın son seferi : Sigetvar ve Sultanın vefatı, II. Selim'in cülusu
1567
Yemen isyanı
1568
Davud el-Antaki'nin Tezkire adlı eserini telif etmesi
1569
Astarhan seferi
1569
Kaptan Kurdıoğlu Hızır Beyin Sumatra seferi
1569-1595
Lokman'ın şehnameci olarak vazife görmesi
1571
Kıbrıs fethinin ikmali
1571
İnebahtı hezimeti
1571
Mustafa B. Ali el-Muvakkit'in ölümü; Takiyyüddin'in müneccimbaşılığa tayin edilmesi
1574
Buğday Zaferi
1574
Tunus'un fethi
1574
Selimiye'nin açılışı
1574
II. Selim'in vefatı ve III. Murad'ın cülusu
1575
Münşeat'üs-Selatın'in III. Murad'a takdimi
1575
Edirne'de Sinan eliyle II. Selim için Selimiye Camii'nin inşası
1577
Takiyüddin'in gözlemlerine 1577'de de kısmen tamamlanan Daru'r-Rasadü'l-Cedid'de (İstanbul Rasathanesi) devam etmesi
1578
Osmanlı-İran Savaşı'nın başlaması
1578
Fas'ta el-Kasrü'l-kebir Zaferi
1578
Kafkaslarda hareket
1580
İlk İngiliz ahidnamesinin verilişi
22 Ocak 1580
İstanbul Rasadhanesi'nin yıktırılması
1583
Meşale Zaferi
18 Kasım 1583
Cizvitlerin Galata'daki Saint Benoit Kilisesi'ne yerleşerek burada St. Benoit mektebini açmaları
1584-1588
Lokman'ın iki ciltlik Hüner-name'sinin tamamlanması
1585
Tebriz'in alınışı
1585
Takiyüddin el-Rasıd'ın ölümü
1586
İlk Sikke tashihi
1587
Gürcistan harekatı
1588
Gence seferi
1588
Resm-i tashih-i sikke konulması
1588-1606
Bosnalı Mehmed'in saraydaki kuyumcuların (zergeran bölüğünün) başı olarak vazife görmesi
1589
İkinci sikke tashihi
1590
Osmanlı-İran Antlaşması
1590
Yeniçerilerin et ihtiyaçlarını karşılamak üzere gümrük resmine "zarar-ı kassabiye" adıyla %1 oranında ilave yapılması
1593
Osmanlı-Habsburg Savaşları
1595
Estergon'un düşüşü
1595
III.Murad'ın vefatı, III. Mehmed'in cülusu
1596
Eğri Kalesi'nin alınışı ve Haçova Zaferi
1598-1663
Davud ve Mehmed Ağalar tarafından İstanbul'da valide sultanlar için Yeni Camii'nin inşası
1599
Osmanlı sarayında ilk Batı müziği aleti (Elizabeth I.'in IV. Mehmed'e gönderdiği org); Davud el-Antaki'nin ölümü
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
(1600-1700)
1600
Sikke tashihi
1601
Kanije Zaferi
1601
İngiliz tüccarının ödeyeceği gümrük resminin %3'e indirileceğinin ahidnameye derci
1603
Osmanı-İran Savaşı'nın başlaması
1603
III. Mehmed'in vefatı, I. Ahmed'in cülusu
1603-1703
I. Ahmed döneminden III. Ahmed dönemine kadar olan dönemi ihtiva eden devre
1607
Asi Canbolatoğlu ve Maanoğlu'nun Oruç ovasında bozguna uğratılması
1609-1610
Celali tenkili için Kuyucu Murad Paşa Anadolu'da
1612
Osmanlı-İran Antlaşması
1612
Hollandalılara ahidname verilmesi
1613
Ömer B. Ahmed el-Ma'I el-Çulli'nin ölümü
1614
Ali B. Veli B. Hamza el-Mağribi'nin ölümü
1615
İran Savaşı'nın yeniden başlaması
1615
Revan Seferi
1617
I. Mustafa'nın cülusu
1617
İstanbul'da Mehmed Ağa tarafından Sultan Ahmed Camii'nin inşası
1618
I. Mustafa'nın hal'I ve II. Osman'ın cülusu
1618
Sikke tashihi
1621
II. Osman'ın Lehistan seferine çıkışı (Hotin seferi)
1622
II. Osman'ın katli ve I. Mustafa'nın yeniden tahta çıkışı
1623
I. Mustafa'nın tahttan indirilip IV. Murad'ın cülusu
1624
Sikke tashihi
1629
Cizvitler tarafından, 1629'da İstanbul'da "Saint Georges" Fransız okulu ile yine "St. Louis Dil Oğlanlar Mektebi"nin kurulması
1634
İlk Şeyhülislam katli (Ahizade Hüseyin Efendi)
1635
IV. Murad'ın Revan seferine çıkışı
1638
Bağdat Seferi ve Bağdat'ın alınışı
1638
Hekimbaşı Emir Çelebi'nin ölümü
1639
Osmanlı-İran sulhü : Kasrışirin Antlaşması
1640
IV. Murad'ın ölümü, İbrahim'in tahta çıkışı, sikke tashihi
1642
Hafız Osman'ın İstanbul'da doğuşu
1642-1698
Hattat Hafız Osman
1645
Girit seferinin açılışı, Hanya'nın alınışı
1648
İbrahim'in hal'ı, IV. Mehmed'in cülusu
1648
Kandiye kuşatması
1650
Osmanlı musikisi eserlerinin ilk notalı tesbiti (Ali Ufki'nin eseri)
1656
Çanakkale Boğazı'nın Venedik ablukası altına alınması
1656
Çınar Vak'ası
1656
Köprülüler devrinin başlaması
1658
Katip Çelebi'nin ölümü
1660
Varad Kalesi'nin alınışı
1663
Uyvar seferi, Uyvar'ın fethi
1664
St. Gotthard bozgunu ve Vasvar Antlaşması
1666
Türk Divan edebiyatında sebk-ı Hindi'nin öncülerinden Naili'nin ölümü
1669
Kandiye'nin alınışı, Girit'in tamamıyla Osmanlı hakimiyetine girişi
1670
Hekimbaşı Salih B. Nasrullah B. Sellüm'ün ölümü
1672
Lehistan seferi, Kamaniçe'nin alınışı
1672
Bucaş Antlaşması
1673
Fransız tüccarının ödediği gümrük resminin %3'e indirilmesi
1676
Osmanlı-Lehistan sulhü : Zorawna Antlaşması
1678
Ukrayna'da Çehrin seferi
1678
Hafız Osman'ın kendi üslubunu gerçekleştirmesi
1680
Mehter etkisinde ilk Batı müziği eseri (N. A. Strungk'un Esther operası)
1680
Mehter etkisinde ilk Batı müziği eseri (N. A. Strungk'un Esther operası)
1682
Osmanlı-Rus Antlaşması
1682
Seyahatname'nin yazarı Evliya Çelebi'nin ölümü
1683
II. Viyana kuşatması ve büyük bozgun
1683
Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman el-Fasi b. Tahir; el-Rıdvani'nin ölümü
1685
Uyvar'ın elden çıkışı
1685
Saraydaki altın ve gümüşten sikke basımı
1686
Budin'in düşüşü
1687
IV. Mehmed'in tahttan indirilmesi, II. Süleyman'ın cülusu
1687
Eğri kalesinin düşüşü
1687
Bir akçe itibarı değerli "mankur" un piyasaya çıkarılması
1688
Belgrad'ın elden çıkışı
1690
Kanije kalesinin düşüşü
1690
Belgrad'ın geri alınışı
1690
Fransızların Mısır'da ödediği gümrük resminin %3 olarak tesbiti
1691
Ebu Bekr Behram b. Abdullah el-Dımaski'nin ölümü
1691
II. Ahmed'in tahta çıkışı
1691
Salankamen bozgunu
1691
Enflasyonu körüklediği için mankur darbının yasaklanması
1695
II. Ahmed'in ölümü
1695
II. Mustafa'nın cülusu, Malikane sisteminin uygulanmaya başlanması
1697
Zenta bozgunu
1698
Şehremini Baruthanesi yangını
1698
Hafız Osman'ın İstanbul'da vefatı
1699
Karlofça Antlaşmasının imzalanması
(1500-1600)
15??
İlk mevlevi ayinleri (Pençgah, Dügah ve Hüseyni makamlarında üç beste-i kadim)
1500
Modon, Navarin ve Koron'un alınışı
1500-1505
İstanbul'da Yakub Şah B. Sultan Şah'ın II. Bayezid'in Külliyesi'ni inşası
1502
Venedikle sulh
1503
Anadolu sahasında ilk hamse sahibi Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi'nin ölümü
1505
Bayezid Külliyesi'nin açılışı
1509
İstanbul'da kıyamet-ı suğra (küçük kıyamet) zelzelesi
1511
Şahkulu Baba Tekeli isyanı, Şehzade Selim Hareketi
1512
II. Bayezid'in tahttan çekilişi, I. Selim'in cülusu
1512
Anadolu Türk edebiyatında ilk Şehrengiz örneğini yazan Mesihi'nin
ölümü; Selim döneminden I. Ahmed dönemine kadar olan dönemi ihtiva eden
devre.
1514
Çaldıran Zaferi, Tebriz'e giriş
1514
Şahkulu'nun Yavuz Sultan Selim'in Tebriz'i işgaliyle Amasya'ya sürgün gönderilişi
1516
Mısır Seferi ve Mercidabık Zaferi
1517
Ridaniye Zaferi ve Kahire'ye giriş
1517
Haremeyn'in himaye altına alınması
1517
Haliç'te tersane yapımının tamamlanması
1517
Piri Reis'in Mısır'da Sultan Selim'e ilk dünya haritasını sunması
1519
Celali isyanı
1519
Cezayir'in iltihakı
1520
I. Selim'in vefatı, I. Süleyman'ın cülusu
1520
Şeyh Hamdullah'ın İstanbul'da vefatı; Şahkulu'nun İstabul'a gelip Ehl-i
Hiref teşkilatına girişi; Hattat Şeyh Hamdullah'ın vefatı
1520-1550
Şahkulu'nun nakkaşhanede faaliyet göstermesi
1521
Belgrad'ın fethi
1521
Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye adındaki eserini hazırlaması
1522
Kanuni Sultan Süleyman'ın validesi, Yavuz Sultan Selim'in eşi Ayşe Hafsa Sultan tarafından Manisa'da bimaristan inşa edilmesi
1522
Rodos adasının ilhakı
1524
Mısır'da Hain Ahmed Paşa isyanı
1524
Ahi Çelebi, Ahmed (Mehmed) Çelebi B. Kemal el-Tebrizi'nin ölümü
1525
Yeniçeri isyanı
1525
İlk Fransız elçisi İstanbul'da
1525
Şeyhülislam Zembili Ali Efendi'nin ölümü
1525
Mirim Çelebi, Mahmud B. Muhammed B. Muhammed B. Musa Kadızade'nin ölümü
1526
Mohaç Zaferi
1526
Ahmed Karahisari'nin İstanbul'da vefatı
1527
Bosna'nın fethi'nin tamamlanması
1528
Piri Reis'in Kanuni Sultan Süleyman'a ikinci dünya haritasını takdim etmesi
1528
Nizameddin Abdülali B. Muhammed B. Hüseyin el-Bircendi'nin ölümü
1529
Viyana kuşatması, Budin'in istirdadı, Barbaros'un Marsilya'ya çıkması
1530-1540
Divan-ı Selimi'nin yazılması
1530-1560
Nasuh'un tarihçi, hattat ve ressam olarak faaliyet göstermesi
1530-1588
Sinan'ın imparatorluğun baş mimarı olarak faaliyet göstermesi
1532
Alaman Seferi
1533-1534
Barbaros'un Osmanlı hizmetine girişi ve Cezayir beylerbeyliğine tayini
1534
Irakeyn seferinin açılışı, Tebriz'e ikinci defa giriş ve Bağdat'ın alınışı
1534
Şeyhülislam İbn-i Kemal'in ölümü
1536
Fransızlara kendi bayrakları ile Osmanlı limanlarında ticaret hakkı veren ahidname verilmesi
1536
Veziriazam İbrahim Paşa'nın idamı
1537
Körsof - Avlonya seferi
1538
Preveze Zaferi
1538
Hadım Süleyman Paşa'nın Hint Seferi
1540
Venedik ahidnamesindeki Karadeniz'de ticaret imtiyazının kaldırılması
1540-1560
Kara Memi'nin nakkaşhanede faaliyet göstermesi
1541
Budin'in kati olarak ilhakı ve beylerbeyiği olması
1543
Estergon'un ve İstolni Belgrad'ın fethi
1543
Batı musikisiyle ilk resmi temas (I. François'nın Kanuni'ye gönderdiği saray orkestrası)
1547
Osmanlı-Habsburg Sulhü
1547
Avusturyalılar'a Osmanlı topraklarında emn ü aman üzere ticaret yapma hakkının tanınması
1547
San'a'nın fethi
1548
İkinci İran seferi
1550
Süleymaniye Külliyesi'nin inşaası
1551
Trablusgarb'ın fethi
1552
Piri Reis'in Portekizlilere karşı seferi
1553
Piri Reis'in ölümü
1553-1554
Turgud Reis'in Akdeniz seferi
1553-1554
Nahcıvan Seferi
1555
İlk Osmanlı-İran antlaşması : Amasya Müsalahası
1556
Şankulu'nun vefatı; Kara Memi'nin saray nakkaşhanesine Sernakkaş oluşu; Hattat Ahmed Karahisari'nin vefatı
1557
Dokuzuncu Akdeniz seferi, Fas'ın fethi
1557
Süleymaniye külliyesinin açılışı
1558
Şakayık-ı Nu'maniye telifi
1558
Arifi'nin Süleyman-name'sinin tamamlanması
1559
Şehzade Bayezid ile Selim'in Konya Savaşı ve Bayezid'in yenilerek İran'a sığınması
1560
Cerbe'nin alınışı
1560-1600
Osman'ın Nakkaşhanede faaliyet göstermesi
1561
Taşköprüzade'nin ölümü
1562
Osmanlı-Habsburg Sulhü
1563
Seydi Ali Reis, Ali B. Hüseyin el-Katibi'nin ölümü
1565
Başarısız Malta kuşatması
1565
100 dirhem gümüşten 450 akçe kesilmesi
1566
Kanuni Sultan Süleyman'ın son seferi : Sigetvar ve Sultanın vefatı, II. Selim'in cülusu
1567
Yemen isyanı
1568
Davud el-Antaki'nin Tezkire adlı eserini telif etmesi
1569
Astarhan seferi
1569
Kaptan Kurdıoğlu Hızır Beyin Sumatra seferi
1569-1595
Lokman'ın şehnameci olarak vazife görmesi
1571
Kıbrıs fethinin ikmali
1571
İnebahtı hezimeti
1571
Mustafa B. Ali el-Muvakkit'in ölümü; Takiyyüddin'in müneccimbaşılığa tayin edilmesi
1574
Buğday Zaferi
1574
Tunus'un fethi
1574
Selimiye'nin açılışı
1574
II. Selim'in vefatı ve III. Murad'ın cülusu
1575
Münşeat'üs-Selatın'in III. Murad'a takdimi
1575
Edirne'de Sinan eliyle II. Selim için Selimiye Camii'nin inşası
1577
Takiyüddin'in gözlemlerine 1577'de de kısmen tamamlanan Daru'r-Rasadü'l-Cedid'de (İstanbul Rasathanesi) devam etmesi
1578
Osmanlı-İran Savaşı'nın başlaması
1578
Fas'ta el-Kasrü'l-kebir Zaferi
1578
Kafkaslarda hareket
1580
İlk İngiliz ahidnamesinin verilişi
22 Ocak 1580
İstanbul Rasadhanesi'nin yıktırılması
1583
Meşale Zaferi
18 Kasım 1583
Cizvitlerin Galata'daki Saint Benoit Kilisesi'ne yerleşerek burada St. Benoit mektebini açmaları
1584-1588
Lokman'ın iki ciltlik Hüner-name'sinin tamamlanması
1585
Tebriz'in alınışı
1585
Takiyüddin el-Rasıd'ın ölümü
1586
İlk Sikke tashihi
1587
Gürcistan harekatı
1588
Gence seferi
1588
Resm-i tashih-i sikke konulması
1588-1606
Bosnalı Mehmed'in saraydaki kuyumcuların (zergeran bölüğünün) başı olarak vazife görmesi
1589
İkinci sikke tashihi
1590
Osmanlı-İran Antlaşması
1590
Yeniçerilerin et ihtiyaçlarını karşılamak üzere gümrük resmine "zarar-ı kassabiye" adıyla %1 oranında ilave yapılması
1593
Osmanlı-Habsburg Savaşları
1595
Estergon'un düşüşü
1595
III.Murad'ın vefatı, III. Mehmed'in cülusu
1596
Eğri Kalesi'nin alınışı ve Haçova Zaferi
1598-1663
Davud ve Mehmed Ağalar tarafından İstanbul'da valide sultanlar için Yeni Camii'nin inşası
1599
Osmanlı sarayında ilk Batı müziği aleti (Elizabeth I.'in IV. Mehmed'e gönderdiği org); Davud el-Antaki'nin ölümü
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
(1600-1700)
1600
Sikke tashihi
1601
Kanije Zaferi
1601
İngiliz tüccarının ödeyeceği gümrük resminin %3'e indirileceğinin ahidnameye derci
1603
Osmanı-İran Savaşı'nın başlaması
1603
III. Mehmed'in vefatı, I. Ahmed'in cülusu
1603-1703
I. Ahmed döneminden III. Ahmed dönemine kadar olan dönemi ihtiva eden devre
1607
Asi Canbolatoğlu ve Maanoğlu'nun Oruç ovasında bozguna uğratılması
1609-1610
Celali tenkili için Kuyucu Murad Paşa Anadolu'da
1612
Osmanlı-İran Antlaşması
1612
Hollandalılara ahidname verilmesi
1613
Ömer B. Ahmed el-Ma'I el-Çulli'nin ölümü
1614
Ali B. Veli B. Hamza el-Mağribi'nin ölümü
1615
İran Savaşı'nın yeniden başlaması
1615
Revan Seferi
1617
I. Mustafa'nın cülusu
1617
İstanbul'da Mehmed Ağa tarafından Sultan Ahmed Camii'nin inşası
1618
I. Mustafa'nın hal'I ve II. Osman'ın cülusu
1618
Sikke tashihi
1621
II. Osman'ın Lehistan seferine çıkışı (Hotin seferi)
1622
II. Osman'ın katli ve I. Mustafa'nın yeniden tahta çıkışı
1623
I. Mustafa'nın tahttan indirilip IV. Murad'ın cülusu
1624
Sikke tashihi
1629
Cizvitler tarafından, 1629'da İstanbul'da "Saint Georges" Fransız okulu ile yine "St. Louis Dil Oğlanlar Mektebi"nin kurulması
1634
İlk Şeyhülislam katli (Ahizade Hüseyin Efendi)
1635
IV. Murad'ın Revan seferine çıkışı
1638
Bağdat Seferi ve Bağdat'ın alınışı
1638
Hekimbaşı Emir Çelebi'nin ölümü
1639
Osmanlı-İran sulhü : Kasrışirin Antlaşması
1640
IV. Murad'ın ölümü, İbrahim'in tahta çıkışı, sikke tashihi
1642
Hafız Osman'ın İstanbul'da doğuşu
1642-1698
Hattat Hafız Osman
1645
Girit seferinin açılışı, Hanya'nın alınışı
1648
İbrahim'in hal'ı, IV. Mehmed'in cülusu
1648
Kandiye kuşatması
1650
Osmanlı musikisi eserlerinin ilk notalı tesbiti (Ali Ufki'nin eseri)
1656
Çanakkale Boğazı'nın Venedik ablukası altına alınması
1656
Çınar Vak'ası
1656
Köprülüler devrinin başlaması
1658
Katip Çelebi'nin ölümü
1660
Varad Kalesi'nin alınışı
1663
Uyvar seferi, Uyvar'ın fethi
1664
St. Gotthard bozgunu ve Vasvar Antlaşması
1666
Türk Divan edebiyatında sebk-ı Hindi'nin öncülerinden Naili'nin ölümü
1669
Kandiye'nin alınışı, Girit'in tamamıyla Osmanlı hakimiyetine girişi
1670
Hekimbaşı Salih B. Nasrullah B. Sellüm'ün ölümü
1672
Lehistan seferi, Kamaniçe'nin alınışı
1672
Bucaş Antlaşması
1673
Fransız tüccarının ödediği gümrük resminin %3'e indirilmesi
1676
Osmanlı-Lehistan sulhü : Zorawna Antlaşması
1678
Ukrayna'da Çehrin seferi
1678
Hafız Osman'ın kendi üslubunu gerçekleştirmesi
1680
Mehter etkisinde ilk Batı müziği eseri (N. A. Strungk'un Esther operası)
1680
Mehter etkisinde ilk Batı müziği eseri (N. A. Strungk'un Esther operası)
1682
Osmanlı-Rus Antlaşması
1682
Seyahatname'nin yazarı Evliya Çelebi'nin ölümü
1683
II. Viyana kuşatması ve büyük bozgun
1683
Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman el-Fasi b. Tahir; el-Rıdvani'nin ölümü
1685
Uyvar'ın elden çıkışı
1685
Saraydaki altın ve gümüşten sikke basımı
1686
Budin'in düşüşü
1687
IV. Mehmed'in tahttan indirilmesi, II. Süleyman'ın cülusu
1687
Eğri kalesinin düşüşü
1687
Bir akçe itibarı değerli "mankur" un piyasaya çıkarılması
1688
Belgrad'ın elden çıkışı
1690
Kanije kalesinin düşüşü
1690
Belgrad'ın geri alınışı
1690
Fransızların Mısır'da ödediği gümrük resminin %3 olarak tesbiti
1691
Ebu Bekr Behram b. Abdullah el-Dımaski'nin ölümü
1691
II. Ahmed'in tahta çıkışı
1691
Salankamen bozgunu
1691
Enflasyonu körüklediği için mankur darbının yasaklanması
1695
II. Ahmed'in ölümü
1695
II. Mustafa'nın cülusu, Malikane sisteminin uygulanmaya başlanması
1697
Zenta bozgunu
1698
Şehremini Baruthanesi yangını
1698
Hafız Osman'ın İstanbul'da vefatı
1699
Karlofça Antlaşmasının imzalanması
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
(1700 - 1800 )
1700
Ruslar'la İstanbul Antlaşması'nın imzalanması
1702
İskender Çelebi Bahçesi'ndeki (bugünkü Ataköy) yeni baruthanenin faaliyete geçmesi
1702
Müneccimbaşı Ahmed Dede b. Lütfullah'ın ölümü
1702
İstanbul çuka imalathanesinin faaliyetinin durdurulması
1703
Edirne Vak'ası
1703
III. Ahmed'in tahta çıkışı
1703
"Tuğralı" altın paranın piyasaya çıkarılması
1708
İstanbul'da Selanikli ustaların çalıştığı çuka imalathanesinin kurulması
1709
Tersane içinde bir "lengerhane" yapımı
1711
Prut Zaferi ve Barışı
1711
Rıdvan b. Abdullah el-Razzaz el-Feleke'nin ölümü
1713
"Zincir" altının çıkarılması
1715
Venedik'e savaş açılması ve Mora Seferi
1716
Osmanlı-Avusturya Savaşı, Varadin bozgunu, Temaşvar'ın elden çıkışı
1716
"Fındık" altınının piyasaya çıkarılması
1718
Pasarofça Antlaşması
1718
Valilerin sefer masraflarını karşılamak üzere "imdadiyye-i seferiyye" toplamalarının kabulü
1718-1730
İlk bestekarlar antolojisi (Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin Nevşehirli İbrahim Paşa'ya sunduğu Atrabu'l Asar'ı)
1720
İstanbul'da devlet tarafından bir ipekli imalathanesinin kurulması
1720
Batıya hediye gönderilen ilk mehter takımı (III. Ahmed tarafından Lehistan'a)
1720
III. Ahmed için tasvirleri Levni tarafından yapılan Surname-i Vehbi
1721
Çelebi Mehmed Efendi'nin sefaret vazifesiyle Fransa'ya gidişi
1723
İran seferinin üç cepheli olarak açılışı
1724-1725
Azerbaycan harekatı, Tebriz ve Cence'nin alınışı
1726
İbrahim Müteferikka tarafından ilk Türk matbaasının kuruluşu
1727-1839
Türk matbaasının kuruluşu ve yeni unsurlar devresi
1729
"Zer-i mahbub" adıyla yeni bir altının piyasaya sürülmesi
1729
Cevheri'nin Lügat-ı Sıhah'ının Vankulu tarafından yapılan tercümesinin matbaada basılan ilk kitap olması
1730
Yanyalı Mehmed Esad b. Ali b. Osman'ın ölümü
1730
Patrona Halil isyanı, III. Ahmed'in hal'i, I. Mahmud'un cülusu
1732
Osmanlı-İran barışı
1733
İran Savaşı'nın hızlanması, Nadir Şah'ın başarıları
1733
Kefe Mukataası'nın İstanbul Mukataası Kalemi ile birleştirilmesi
1735
Bonneval Ahmed Paşa (Comte de Bonneval) nezaretinde Humbaracı Ocağı'nın kurulması
1736
Osmanlı-Avusturya-Rus Savaşları
1736
Abdullah b. Ebi Bekr b. Süleyman el-Maraşi'nin ölümü
1739
Belgrad Antlaşması
1739
Rus tüccarlarına Karadeniz hariç olmak üzere, Osmanlı suları ve topraklarında ticaret hakkı tanınması
1742
Ömer Şifai'nin ölümü
1743
Osmanlı-İran Savaşı'nın yeniden hızlanması
1745
Matbaanın kurucusu İbrahim Müteferrika'nın ölümü
1746
Osmanlı-İran barışı
1747
Humbaracıbaşı Bonneval Ahmed Paşa'nın ölümü
1748
Avlonya ve Eğriboz mukataalarının Bursa Mukataası Kalemi'ne katılması
1748-1755
İstanbul'da I. Mahmud ve III. Osman tarafından Nuruosmaniye Camii'nin inşa ettirilmesi
1751
Osmanlı musikisi üzerine Batıda yazılan ilk eser (Charles Fonton'un Essai�'si)
1754
I. Mahmud'un ölümü, III. Osman'ın cülusu
1757
III. Osman'ın ölümü, III. Mustafa'nın cülusu
1757-1758
Haremeyn mukataalarının satış ve iltizam işlerinin defterdar tarafından yürütülmeye başlanması
1758
Mustafa Rakım'ın Ünye'de doğuşu
1760 (1173)
Abbas Vesim Efendi b. Abdurrahman b. Abdullah'ın ölümü
1766
Haremeyn mukataalarının darphanece idare olunmaya başlanması
1768
Osmanlı-Rus Savaşı'nın başlaması
1770
Rus filosunun İngilizler'in yardımıyla Akdeniz'e girmesi
1770-1776
Fransız Subayı Baron de Tatt'un İstanbul'da bulunması
1771
Kırım'ın işgali
1772
Tersane yakınlarında Topçu Mektebi'nin kurulması
1773
Mühendishane-i Bahri-i Hümayun'un kuruluşu
1773-1774
Darphanenin Hazine-i Amire'nin yedeği vazifesini görmeye başlaması
1774
Avrupa tarzında teşkil edilmiş olan Sürat Topçuları Ocağı'nın
kurulması; Bedreddin Hasan b. Burhaneddin İbrahim el-Ceberti'nin ölümü
1774
Sür'at Topçuları Ocağı'nın kurulması
21 Temmuz 1774
Küçük Kaynarca Antlaşması ve Ruslar'a Karadeniz'de seyrüsefer hakkı tanınması
29 Nisan 1775
Tersane ambarlarında bir odada "Hendese Odası" nın kurulması
1776
Mühendishane-i Bahri-i Hümayun'un açılışı; Boğdan Prensi Alexandır
İspilanti Bey'in Bükreş ve Yaş'ta Rum Ortodoks cemaatinde yeni tarz
eğitimin ilk adımları atması; Hendese odasına nizam verilmesi
10 Mart 1779
Aynalıkavak Tenkihnamesi
1780
Mehmed Esad Yesari'nin ta'lik hattında Osmanlı üslubunu buluşu
1781
Hendese odasının Mühandishane olarak isimlendirilmesi
1783
Rusya'nın Kırım'ı ilhakı
1784
Avusturyalılar'a Karadeniz'de seyrüsefer hakkı verilmesi
1784
Fransız Lafitte-Clave ve Monnier'in Tersane'deki mühendishanede istihkam dersleri vermeleri
8 Ocak 1784
Osmanlı Devleti'nin Rusya'nın Kırım'ı ilhakını bir "sened" ile resmen tanıması
1787-1788
İstanbul'da bulunan Fransız uzmanların ve subayların tamamen ülkelerine dönmeleri
17 Ağustos 1787
Osmanlı-Rus Savaşı'nın ilanı
9 Şubat 1788
Rusya'nın müttefiki sıfatıyla Avusturya'nın da savaşa girmesi
1789
Kıymetli maden işlenmesinin yasaklanması ve neticesiz dış istikraz teşebbüsü
Ocak 1789
Özi Kalesi'nin Ruslar tarafından zaptı
7 Mayıs 1789
I. Abdülhamid'in ölümü ve III. Selim'in tahta çıkması
11 Temmuz 1789
Osmanlı-İsveç ittifakı
1790
İlk resmi Ermeni mektebinin Kumkapı'da açılması; Gelenbevi, İsmail b. Mustafa b. Mahmud'un ölümü
31 Ocak 1790
Osmanlı-Prusya ittifakı
27 Temmuz 1790
Avusturya'nın Prusya tarafından barışa zorlanması. Reichenbach Konvansiyonu
18 Eylül 1790
Yergöğü Mütarekesi
Ekim - Kasım 1790
Kili ve İsmail kalelerinin Rusya tarafından zaptı
1791-1799
Mevlevi ayininde piyano (!) (Galata Mevlevihanesi, Şeyh Galib/III. Selim zamanı)
4 Ağustos 1791
Avusturya ve Osmanlı Devleti arasındaki son savaşın bitirilmesi. Ziştovi Antlaşması
11 Ağustos 1791
Rus Savaşı'nın sonu. Kalas Mütarekesi
1792
Nizam-ı Cedid hareketinin başlaması
1792
III. Selim devrinde 100'lük guruş basılması
10 Ocak 1792
Kırım'ın Rusya'ya bırakılması
10 Ocak 1792
Yaş Antlaşması
1793
Daimi elçiliklerin ıslahı ve Londra, Paris ve Viyana'da daimi elçilik ihdası
1793
Nizam-ı Cedid Ordusu'nun Kuruluşu
1793
Hasköy'de Humbaracı ve Lağımcı Ocağı kışlasında Mühendishane-i
Cedide'nin açılması; Fazıl Hüseyin'in III. Selim'in sarayında
hazırladığı Huban-name ve Zenannamesi'nin resimli bir nüshası
1793
Zahire Nezareti'nin kurulması
1793-1794
Baruthane-i Amire'de İngiliz perdahı barut imaline başlanması
1794
Halkalı'da yapılan Azadlu Baruthanesi'nin faaliyete geçmesi
1795
Lehistan'ın Avrupa haritasından silinmesi
1795
Mühendishane-i Berr-i Hümayun'un açılışı; Kara Mühendishanesi binasının
inşası; Osmanlı sarayında ilk yabancı bando (Napolyon'un III. Selim'e
gönderdiği)
1795
Zahire Hazinesi'nin kurulması
1797
Mühendishane'de açılan Matbaanın faaliyete geçmesi
1797
Paris, Viyana ve Berlin'de daimi elçilikler ihdası
1797
Pazvandoğlu isyanı
1797
Rumeli'de dağlı eşkiya hareketleri ve isyanları
17 Eylül 1797
Venedik Devleti'nin ortadan kaldırılması
1798
Mehmed Es'ad Yesari'nin İstanbul'da vefatı
3 Ocak 1798
Fransa'ya karşı Osmanlı-Rus ittifakı
1 Temmuz 1798
Fransa'nın Mısır'a saldırması
3 Eylül 1798
Fransa'ya savaş ilanı
1799
Neticesiz dış istikraz teşebbüsü
5 Ocak 1799
Fransa'ya karşı İngiltere ile ittifak
Şubat 1799
Napolyon'un El-Ariş ve Gazze'yi ele geçirmesi
Mayıs 1799
Napolyon'un Akka'da Cezzar Ahmed Paşa tarafından mağlup edilmesi
Ağustos 1799
Napolyon'un Fransa'ya dönmesi, Mısır'ın işgalinin devamı
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
(1800 - 1900 )
1800
Takvimlerin Jacques Cassini Zicine göre hazırlanmaya başlaması
Mart 1800
Rus ve Osmanlı kuvvetlerinin Yedi Ada Cumhuriyeti'ni kurmaları
1801
Kara Mühendishanesi hocalığına Hüseyin Rıfkı Tamani'nin getirilmesi; Gevrekzade Hafız Hasan Efendi'nin ölümü
Ağustos 1801
Mısır'ın tahliyesine dair mütareke
1802
Fransız ve İngiliz gemilerinin kendi bayrakları altında Karadeniz'e çıkmalarına müsaade edilmesi
1802
Avrupa ile ticaret yapan Osmanlı gayri müslim tüccarına Avrupa
devletleri tüccarı statüsünün tanınmasıyla "Avrupa tüccarı" denilen
sınıfın ortaya çıkması
25 Haziran 1802
Paris Antlaşması. Fransa ile barış
1803
"Ayvalık İkonomos Akademisi'nin kurulması; "Kuruçeşme Rum Mektebi (Helleno Philosophical School)"nin kurulması
Şubat 1804
Sırp isyanlarının başlaması
1805
Avrupa tarzında ilk hastane'nin Kasımpaşa'daki Tersane-I Amire'de açılması
1805
Osmanlı Devleti'nin Napolyon'un "İmparator" unvanını tanıması
1805
Tersane Hazinesi'nin kurulması
1805
Beykoz Çuka ve Kağıt Fabrikası'nın faaliyete geçmesi
Temmuz 1805
Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'a vali olarak tayini
1806
Nizam-ı Cedid'in başarısızlığı ve gerilemesi. İkinci Edirne Vak'ası
1806
Osmanlı-Rus Savaşı
1806
III. Selim'in Mühendishan-i Berri-i Hümayun kanunnamesi
Ocak 1806
Tersane Tıbbiyesi'nin kurulması
Ekim 1806
Memleketeyn 'in Rusya tarafından işgal edilmesi
1807
Vehhabi isyanının had safhaya varması. Haccın engellenmesi
20 Şubat 1807
İngiltere'nin Rusya'nın yanında Osmanlı savaşına iştiraki ve İngiliz filosunun İstanbul önlerine gelmesi
Mart - Eylül 1807
İngiliz filosunun İskenderiye'ye saldırması ve Mehmed Ali tarafından mağlup edilmesi
25 Mayıs 1807
Nizam-ı Cedid'e karşı ayaklanma
29 Mayıs 1807
III. Selim'in tahttan indirilmesi ve Nizam-ı Cedid'in ilgası
29 Mayıs 1807 - 28 Temmuz 1808
IV. Mustafa devri. Siyasi istikrarsızlıklar ve darbeler
1808
Mustafa Rakım'ın celi sülüs ve tuğra'ya yeni üslubunu getirişi
28 Temmuz 1808
Alemdar Mustafa Paşa'nın müdahalesi, IV. Mustafa'nın tahttan indirilmesi, III. Selim'in katli, II. Mahmud'un tahta çıkması
28 Temmuz 1808 - 16 Kasım 1808
Alemdar'ın kısa süren sadareti
29 Eylül 1808
Sened-i İttifak : Devletin ayanlarla uzlaşması
15-16 Kasım 1808
Yeniçeri Ayaklanması : Alemdarın Sonu
5 Ocak 1809
İngiltere ile süren savaşın sonu : Kal'a-i Sultaniyye Antlaşması
1810
II. Mahmud devrinde beşlik "cihadiyye"lerin basılması
1810
İzmir Jimnasium'unun kurulması; Yesarizade Mustafa İzzet'in ta'lik'e son şeklini verişi
1812
Vehhabi ayaklanmasının Mehmed Ali Paşa tarafından bastırılması
1812
Fransız postalarının ilk kuruluşu
28 Mayıs 1812
Rus Savaşı'nın sonu : Bükreş Antlaşması, Sırbistan'a özerklik verilmesi
1816
Miloş Obronoviç'in "başknez" olarak tanınması ve Sırbistan'ın özerliğinin temini
1817
Hüseyin Rıfkı Tamani'nin ölümü
Şubat - Mart 1821
Eflak ve Mora'da Rum isyanlarının başlaması
1823
Avrupa ile ticaretin Türk gemileriyle yapılmasına teşebbüs edilmesi
1824
Rum ayaklanmasını bastırmak üzere Mısır kuvvetlerinin çağrılması
1824
Fatih Külliyesindeki Darü'ş-Şifa'nın yıkılması; Sultan II. Mahmud'un
Talim-i sıbyan adı ile ferman yayınlaması; St. Pierre mektebinin
kurulması
1826
İhtisab müessesesinin düzenlenmesi
1826
Şinasi'nin doğumu; Mustafa Rakım'ın İstanbul'da vefatı; Ermeni ustalara Nakkaşlık hakkının verilmesi
14 Haziran 1826
Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılması, Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'nin kurulması
7 Ekim 1826
Rusya ile Akkerman Antlaşması'nın akdi
1827
Osmanlılar'ın İngiliz yapısı ilk buharlı gemiye sahip olmaları
1827
Tıphane-i Amire'nin kurulması; İlk "Marş-ı Sultani" bestesi (G. Donizetti, II. Mahmud'a)
1827
Mukataa Hazinesi'nin Hazine-i Amire'den ayrılması
4 Nisan 1827
İngiltere ile Rusya arasında Yunanistan'ın bağımsızlığına dair Petersburg Protokolü
Temmuz 1827
Mısır kuvvetlerinin Rum isyanını bastırmaları, Atina'nın teslimi
20 Kasım 1827
Navarin saldırısı : Osmanlı-Mısır donanmasının yakılması
26 Nisan 1828
Rusya'nın savaş ilan etmesi
1829
Ziya Paşa'nın doğumu; Mahmud Celaleddin'in İstanbul'da vefatı; Şevki Efendi'nin İstanbul'da doğuşu
1829
Deli Teşkilatının kaldırılması
14 Eylül 1829
Edirne Barışı : Yunanistan'ın bağımsızlığı
1830
Mühendishane-i Bahri'nin Heybeliada'daki kışlaya taşınması; İshak
Efendi'nin Mühendishane başhocalığına getirilmesi; Avrupa'ya talebe
gönderilmeye başlanması
1830
Tiftik keçisinin Güney Afrika'da yetiştirilmeye başlanması
1830
Katolik ermeni cemaatinin ve kilisesinin resmen tanınması
1830-1831
Nüfus sayımları
5 Temmuz 1830
Fransızlar'ın Cezayir'e saldırmaları ve ele geçirmeleri
1831
İlk saray konservatuarı (Mızıka-i Hümayun ve Saray Harem Orkestrası)
1831
Timarların kaldırılması (müessese sembolik olarak daha uzun süre devam etti)
1831-1834
İshak Efendi'nin dört ciltilik Mecmua-i Ulum-ı Riyaziye adlı eserinin basılması
1 Kasım 1831
İlk gazete Takvim-i Vekayi'nin neşri
1832
Tıphane-i Amire'nin Şehzadebaşı'ndan Cerrahhane'nin bulunduğu binaya nakledilmesi
1832
Memuriyette, ilmiyye ve mülkiyyede rütbelerin yatayına eşitlenip derece ve elkabın (titulature) tesbiti
1832
Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın isyanı
1832
İstanbul-İzmit "posta yolu" nun yapımı
1832
İngiliz postalarının kuruluşu
29 Ocak 1832
Topkapı Sarayı'na bitişik Gülhane bahçesinde mevcut binalarda Cerrahhane-i Amire'nin açılması
12 Aralık 1832
Mısır kuvvetlerinin Konya'da Osmanlı ordusunu yenmeleri
1833
Feshanenin kuruluşu
2 Şubat 1833
Mısır kuvvetlerinin Kütahya'ya kadar ilerlemeleri
5 Nisan 1833
Rus kuvvetlerinin yardım amacı ile Beykoz'a asker çıkartmaları ve Rus filosunun İstanbul'a gelmesi
Mayıs 1833
Mehmed Ali'nin uzlaşmaya zorlanması : Kütahya Sözleşmesi
8 Temmuz 1833
Mehmed Ali Paşaya karşı Osmanlı-Rus ittifakı : Hünkar İskelesi Antlaşması, Boğazlar'ın diğer devletlere kapatılması
18 Eylül 1833
Münchengraetz Antlaşması
1834
Maçka Kışlası'nda, Mekteb-i Harbiye'nin kurulması
1834
Mukataat Hazinesi'nin isminin "Mansure Hazinesi" olarak değiştirilmesi
1835
Hazine-i Amire ile darphanenin birleştirilmesi
1835-1845
İlk halk konserleri [Tanburi Aleksan Efendi (1815-1864) İstanbul Süleymanpaşa Hanı'ndaki kahvede]
1836
Başhoca İshak Efendi'nin ölümü
1836
İslimye Çuka Fabrikası'nın devlet tarafından işletilmeye başlanması
11 Mart 1836
Umur-ı Hariciye Nezareti'nin kurulması (hatt-ı hümayun tarihi 23 Zilkaade 1251)
(1700 - 1800 )
1700
Ruslar'la İstanbul Antlaşması'nın imzalanması
1702
İskender Çelebi Bahçesi'ndeki (bugünkü Ataköy) yeni baruthanenin faaliyete geçmesi
1702
Müneccimbaşı Ahmed Dede b. Lütfullah'ın ölümü
1702
İstanbul çuka imalathanesinin faaliyetinin durdurulması
1703
Edirne Vak'ası
1703
III. Ahmed'in tahta çıkışı
1703
"Tuğralı" altın paranın piyasaya çıkarılması
1708
İstanbul'da Selanikli ustaların çalıştığı çuka imalathanesinin kurulması
1709
Tersane içinde bir "lengerhane" yapımı
1711
Prut Zaferi ve Barışı
1711
Rıdvan b. Abdullah el-Razzaz el-Feleke'nin ölümü
1713
"Zincir" altının çıkarılması
1715
Venedik'e savaş açılması ve Mora Seferi
1716
Osmanlı-Avusturya Savaşı, Varadin bozgunu, Temaşvar'ın elden çıkışı
1716
"Fındık" altınının piyasaya çıkarılması
1718
Pasarofça Antlaşması
1718
Valilerin sefer masraflarını karşılamak üzere "imdadiyye-i seferiyye" toplamalarının kabulü
1718-1730
İlk bestekarlar antolojisi (Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin Nevşehirli İbrahim Paşa'ya sunduğu Atrabu'l Asar'ı)
1720
İstanbul'da devlet tarafından bir ipekli imalathanesinin kurulması
1720
Batıya hediye gönderilen ilk mehter takımı (III. Ahmed tarafından Lehistan'a)
1720
III. Ahmed için tasvirleri Levni tarafından yapılan Surname-i Vehbi
1721
Çelebi Mehmed Efendi'nin sefaret vazifesiyle Fransa'ya gidişi
1723
İran seferinin üç cepheli olarak açılışı
1724-1725
Azerbaycan harekatı, Tebriz ve Cence'nin alınışı
1726
İbrahim Müteferikka tarafından ilk Türk matbaasının kuruluşu
1727-1839
Türk matbaasının kuruluşu ve yeni unsurlar devresi
1729
"Zer-i mahbub" adıyla yeni bir altının piyasaya sürülmesi
1729
Cevheri'nin Lügat-ı Sıhah'ının Vankulu tarafından yapılan tercümesinin matbaada basılan ilk kitap olması
1730
Yanyalı Mehmed Esad b. Ali b. Osman'ın ölümü
1730
Patrona Halil isyanı, III. Ahmed'in hal'i, I. Mahmud'un cülusu
1732
Osmanlı-İran barışı
1733
İran Savaşı'nın hızlanması, Nadir Şah'ın başarıları
1733
Kefe Mukataası'nın İstanbul Mukataası Kalemi ile birleştirilmesi
1735
Bonneval Ahmed Paşa (Comte de Bonneval) nezaretinde Humbaracı Ocağı'nın kurulması
1736
Osmanlı-Avusturya-Rus Savaşları
1736
Abdullah b. Ebi Bekr b. Süleyman el-Maraşi'nin ölümü
1739
Belgrad Antlaşması
1739
Rus tüccarlarına Karadeniz hariç olmak üzere, Osmanlı suları ve topraklarında ticaret hakkı tanınması
1742
Ömer Şifai'nin ölümü
1743
Osmanlı-İran Savaşı'nın yeniden hızlanması
1745
Matbaanın kurucusu İbrahim Müteferrika'nın ölümü
1746
Osmanlı-İran barışı
1747
Humbaracıbaşı Bonneval Ahmed Paşa'nın ölümü
1748
Avlonya ve Eğriboz mukataalarının Bursa Mukataası Kalemi'ne katılması
1748-1755
İstanbul'da I. Mahmud ve III. Osman tarafından Nuruosmaniye Camii'nin inşa ettirilmesi
1751
Osmanlı musikisi üzerine Batıda yazılan ilk eser (Charles Fonton'un Essai�'si)
1754
I. Mahmud'un ölümü, III. Osman'ın cülusu
1757
III. Osman'ın ölümü, III. Mustafa'nın cülusu
1757-1758
Haremeyn mukataalarının satış ve iltizam işlerinin defterdar tarafından yürütülmeye başlanması
1758
Mustafa Rakım'ın Ünye'de doğuşu
1760 (1173)
Abbas Vesim Efendi b. Abdurrahman b. Abdullah'ın ölümü
1766
Haremeyn mukataalarının darphanece idare olunmaya başlanması
1768
Osmanlı-Rus Savaşı'nın başlaması
1770
Rus filosunun İngilizler'in yardımıyla Akdeniz'e girmesi
1770-1776
Fransız Subayı Baron de Tatt'un İstanbul'da bulunması
1771
Kırım'ın işgali
1772
Tersane yakınlarında Topçu Mektebi'nin kurulması
1773
Mühendishane-i Bahri-i Hümayun'un kuruluşu
1773-1774
Darphanenin Hazine-i Amire'nin yedeği vazifesini görmeye başlaması
1774
Avrupa tarzında teşkil edilmiş olan Sürat Topçuları Ocağı'nın
kurulması; Bedreddin Hasan b. Burhaneddin İbrahim el-Ceberti'nin ölümü
1774
Sür'at Topçuları Ocağı'nın kurulması
21 Temmuz 1774
Küçük Kaynarca Antlaşması ve Ruslar'a Karadeniz'de seyrüsefer hakkı tanınması
29 Nisan 1775
Tersane ambarlarında bir odada "Hendese Odası" nın kurulması
1776
Mühendishane-i Bahri-i Hümayun'un açılışı; Boğdan Prensi Alexandır
İspilanti Bey'in Bükreş ve Yaş'ta Rum Ortodoks cemaatinde yeni tarz
eğitimin ilk adımları atması; Hendese odasına nizam verilmesi
10 Mart 1779
Aynalıkavak Tenkihnamesi
1780
Mehmed Esad Yesari'nin ta'lik hattında Osmanlı üslubunu buluşu
1781
Hendese odasının Mühandishane olarak isimlendirilmesi
1783
Rusya'nın Kırım'ı ilhakı
1784
Avusturyalılar'a Karadeniz'de seyrüsefer hakkı verilmesi
1784
Fransız Lafitte-Clave ve Monnier'in Tersane'deki mühendishanede istihkam dersleri vermeleri
8 Ocak 1784
Osmanlı Devleti'nin Rusya'nın Kırım'ı ilhakını bir "sened" ile resmen tanıması
1787-1788
İstanbul'da bulunan Fransız uzmanların ve subayların tamamen ülkelerine dönmeleri
17 Ağustos 1787
Osmanlı-Rus Savaşı'nın ilanı
9 Şubat 1788
Rusya'nın müttefiki sıfatıyla Avusturya'nın da savaşa girmesi
1789
Kıymetli maden işlenmesinin yasaklanması ve neticesiz dış istikraz teşebbüsü
Ocak 1789
Özi Kalesi'nin Ruslar tarafından zaptı
7 Mayıs 1789
I. Abdülhamid'in ölümü ve III. Selim'in tahta çıkması
11 Temmuz 1789
Osmanlı-İsveç ittifakı
1790
İlk resmi Ermeni mektebinin Kumkapı'da açılması; Gelenbevi, İsmail b. Mustafa b. Mahmud'un ölümü
31 Ocak 1790
Osmanlı-Prusya ittifakı
27 Temmuz 1790
Avusturya'nın Prusya tarafından barışa zorlanması. Reichenbach Konvansiyonu
18 Eylül 1790
Yergöğü Mütarekesi
Ekim - Kasım 1790
Kili ve İsmail kalelerinin Rusya tarafından zaptı
1791-1799
Mevlevi ayininde piyano (!) (Galata Mevlevihanesi, Şeyh Galib/III. Selim zamanı)
4 Ağustos 1791
Avusturya ve Osmanlı Devleti arasındaki son savaşın bitirilmesi. Ziştovi Antlaşması
11 Ağustos 1791
Rus Savaşı'nın sonu. Kalas Mütarekesi
1792
Nizam-ı Cedid hareketinin başlaması
1792
III. Selim devrinde 100'lük guruş basılması
10 Ocak 1792
Kırım'ın Rusya'ya bırakılması
10 Ocak 1792
Yaş Antlaşması
1793
Daimi elçiliklerin ıslahı ve Londra, Paris ve Viyana'da daimi elçilik ihdası
1793
Nizam-ı Cedid Ordusu'nun Kuruluşu
1793
Hasköy'de Humbaracı ve Lağımcı Ocağı kışlasında Mühendishane-i
Cedide'nin açılması; Fazıl Hüseyin'in III. Selim'in sarayında
hazırladığı Huban-name ve Zenannamesi'nin resimli bir nüshası
1793
Zahire Nezareti'nin kurulması
1793-1794
Baruthane-i Amire'de İngiliz perdahı barut imaline başlanması
1794
Halkalı'da yapılan Azadlu Baruthanesi'nin faaliyete geçmesi
1795
Lehistan'ın Avrupa haritasından silinmesi
1795
Mühendishane-i Berr-i Hümayun'un açılışı; Kara Mühendishanesi binasının
inşası; Osmanlı sarayında ilk yabancı bando (Napolyon'un III. Selim'e
gönderdiği)
1795
Zahire Hazinesi'nin kurulması
1797
Mühendishane'de açılan Matbaanın faaliyete geçmesi
1797
Paris, Viyana ve Berlin'de daimi elçilikler ihdası
1797
Pazvandoğlu isyanı
1797
Rumeli'de dağlı eşkiya hareketleri ve isyanları
17 Eylül 1797
Venedik Devleti'nin ortadan kaldırılması
1798
Mehmed Es'ad Yesari'nin İstanbul'da vefatı
3 Ocak 1798
Fransa'ya karşı Osmanlı-Rus ittifakı
1 Temmuz 1798
Fransa'nın Mısır'a saldırması
3 Eylül 1798
Fransa'ya savaş ilanı
1799
Neticesiz dış istikraz teşebbüsü
5 Ocak 1799
Fransa'ya karşı İngiltere ile ittifak
Şubat 1799
Napolyon'un El-Ariş ve Gazze'yi ele geçirmesi
Mayıs 1799
Napolyon'un Akka'da Cezzar Ahmed Paşa tarafından mağlup edilmesi
Ağustos 1799
Napolyon'un Fransa'ya dönmesi, Mısır'ın işgalinin devamı
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
(1800 - 1900 )
1800
Takvimlerin Jacques Cassini Zicine göre hazırlanmaya başlaması
Mart 1800
Rus ve Osmanlı kuvvetlerinin Yedi Ada Cumhuriyeti'ni kurmaları
1801
Kara Mühendishanesi hocalığına Hüseyin Rıfkı Tamani'nin getirilmesi; Gevrekzade Hafız Hasan Efendi'nin ölümü
Ağustos 1801
Mısır'ın tahliyesine dair mütareke
1802
Fransız ve İngiliz gemilerinin kendi bayrakları altında Karadeniz'e çıkmalarına müsaade edilmesi
1802
Avrupa ile ticaret yapan Osmanlı gayri müslim tüccarına Avrupa
devletleri tüccarı statüsünün tanınmasıyla "Avrupa tüccarı" denilen
sınıfın ortaya çıkması
25 Haziran 1802
Paris Antlaşması. Fransa ile barış
1803
"Ayvalık İkonomos Akademisi'nin kurulması; "Kuruçeşme Rum Mektebi (Helleno Philosophical School)"nin kurulması
Şubat 1804
Sırp isyanlarının başlaması
1805
Avrupa tarzında ilk hastane'nin Kasımpaşa'daki Tersane-I Amire'de açılması
1805
Osmanlı Devleti'nin Napolyon'un "İmparator" unvanını tanıması
1805
Tersane Hazinesi'nin kurulması
1805
Beykoz Çuka ve Kağıt Fabrikası'nın faaliyete geçmesi
Temmuz 1805
Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'a vali olarak tayini
1806
Nizam-ı Cedid'in başarısızlığı ve gerilemesi. İkinci Edirne Vak'ası
1806
Osmanlı-Rus Savaşı
1806
III. Selim'in Mühendishan-i Berri-i Hümayun kanunnamesi
Ocak 1806
Tersane Tıbbiyesi'nin kurulması
Ekim 1806
Memleketeyn 'in Rusya tarafından işgal edilmesi
1807
Vehhabi isyanının had safhaya varması. Haccın engellenmesi
20 Şubat 1807
İngiltere'nin Rusya'nın yanında Osmanlı savaşına iştiraki ve İngiliz filosunun İstanbul önlerine gelmesi
Mart - Eylül 1807
İngiliz filosunun İskenderiye'ye saldırması ve Mehmed Ali tarafından mağlup edilmesi
25 Mayıs 1807
Nizam-ı Cedid'e karşı ayaklanma
29 Mayıs 1807
III. Selim'in tahttan indirilmesi ve Nizam-ı Cedid'in ilgası
29 Mayıs 1807 - 28 Temmuz 1808
IV. Mustafa devri. Siyasi istikrarsızlıklar ve darbeler
1808
Mustafa Rakım'ın celi sülüs ve tuğra'ya yeni üslubunu getirişi
28 Temmuz 1808
Alemdar Mustafa Paşa'nın müdahalesi, IV. Mustafa'nın tahttan indirilmesi, III. Selim'in katli, II. Mahmud'un tahta çıkması
28 Temmuz 1808 - 16 Kasım 1808
Alemdar'ın kısa süren sadareti
29 Eylül 1808
Sened-i İttifak : Devletin ayanlarla uzlaşması
15-16 Kasım 1808
Yeniçeri Ayaklanması : Alemdarın Sonu
5 Ocak 1809
İngiltere ile süren savaşın sonu : Kal'a-i Sultaniyye Antlaşması
1810
II. Mahmud devrinde beşlik "cihadiyye"lerin basılması
1810
İzmir Jimnasium'unun kurulması; Yesarizade Mustafa İzzet'in ta'lik'e son şeklini verişi
1812
Vehhabi ayaklanmasının Mehmed Ali Paşa tarafından bastırılması
1812
Fransız postalarının ilk kuruluşu
28 Mayıs 1812
Rus Savaşı'nın sonu : Bükreş Antlaşması, Sırbistan'a özerklik verilmesi
1816
Miloş Obronoviç'in "başknez" olarak tanınması ve Sırbistan'ın özerliğinin temini
1817
Hüseyin Rıfkı Tamani'nin ölümü
Şubat - Mart 1821
Eflak ve Mora'da Rum isyanlarının başlaması
1823
Avrupa ile ticaretin Türk gemileriyle yapılmasına teşebbüs edilmesi
1824
Rum ayaklanmasını bastırmak üzere Mısır kuvvetlerinin çağrılması
1824
Fatih Külliyesindeki Darü'ş-Şifa'nın yıkılması; Sultan II. Mahmud'un
Talim-i sıbyan adı ile ferman yayınlaması; St. Pierre mektebinin
kurulması
1826
İhtisab müessesesinin düzenlenmesi
1826
Şinasi'nin doğumu; Mustafa Rakım'ın İstanbul'da vefatı; Ermeni ustalara Nakkaşlık hakkının verilmesi
14 Haziran 1826
Yeniçeri Ocağı'nın ortadan kaldırılması, Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'nin kurulması
7 Ekim 1826
Rusya ile Akkerman Antlaşması'nın akdi
1827
Osmanlılar'ın İngiliz yapısı ilk buharlı gemiye sahip olmaları
1827
Tıphane-i Amire'nin kurulması; İlk "Marş-ı Sultani" bestesi (G. Donizetti, II. Mahmud'a)
1827
Mukataa Hazinesi'nin Hazine-i Amire'den ayrılması
4 Nisan 1827
İngiltere ile Rusya arasında Yunanistan'ın bağımsızlığına dair Petersburg Protokolü
Temmuz 1827
Mısır kuvvetlerinin Rum isyanını bastırmaları, Atina'nın teslimi
20 Kasım 1827
Navarin saldırısı : Osmanlı-Mısır donanmasının yakılması
26 Nisan 1828
Rusya'nın savaş ilan etmesi
1829
Ziya Paşa'nın doğumu; Mahmud Celaleddin'in İstanbul'da vefatı; Şevki Efendi'nin İstanbul'da doğuşu
1829
Deli Teşkilatının kaldırılması
14 Eylül 1829
Edirne Barışı : Yunanistan'ın bağımsızlığı
1830
Mühendishane-i Bahri'nin Heybeliada'daki kışlaya taşınması; İshak
Efendi'nin Mühendishane başhocalığına getirilmesi; Avrupa'ya talebe
gönderilmeye başlanması
1830
Tiftik keçisinin Güney Afrika'da yetiştirilmeye başlanması
1830
Katolik ermeni cemaatinin ve kilisesinin resmen tanınması
1830-1831
Nüfus sayımları
5 Temmuz 1830
Fransızlar'ın Cezayir'e saldırmaları ve ele geçirmeleri
1831
İlk saray konservatuarı (Mızıka-i Hümayun ve Saray Harem Orkestrası)
1831
Timarların kaldırılması (müessese sembolik olarak daha uzun süre devam etti)
1831-1834
İshak Efendi'nin dört ciltilik Mecmua-i Ulum-ı Riyaziye adlı eserinin basılması
1 Kasım 1831
İlk gazete Takvim-i Vekayi'nin neşri
1832
Tıphane-i Amire'nin Şehzadebaşı'ndan Cerrahhane'nin bulunduğu binaya nakledilmesi
1832
Memuriyette, ilmiyye ve mülkiyyede rütbelerin yatayına eşitlenip derece ve elkabın (titulature) tesbiti
1832
Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın isyanı
1832
İstanbul-İzmit "posta yolu" nun yapımı
1832
İngiliz postalarının kuruluşu
29 Ocak 1832
Topkapı Sarayı'na bitişik Gülhane bahçesinde mevcut binalarda Cerrahhane-i Amire'nin açılması
12 Aralık 1832
Mısır kuvvetlerinin Konya'da Osmanlı ordusunu yenmeleri
1833
Feshanenin kuruluşu
2 Şubat 1833
Mısır kuvvetlerinin Kütahya'ya kadar ilerlemeleri
5 Nisan 1833
Rus kuvvetlerinin yardım amacı ile Beykoz'a asker çıkartmaları ve Rus filosunun İstanbul'a gelmesi
Mayıs 1833
Mehmed Ali'nin uzlaşmaya zorlanması : Kütahya Sözleşmesi
8 Temmuz 1833
Mehmed Ali Paşaya karşı Osmanlı-Rus ittifakı : Hünkar İskelesi Antlaşması, Boğazlar'ın diğer devletlere kapatılması
18 Eylül 1833
Münchengraetz Antlaşması
1834
Maçka Kışlası'nda, Mekteb-i Harbiye'nin kurulması
1834
Mukataat Hazinesi'nin isminin "Mansure Hazinesi" olarak değiştirilmesi
1835
Hazine-i Amire ile darphanenin birleştirilmesi
1835-1845
İlk halk konserleri [Tanburi Aleksan Efendi (1815-1864) İstanbul Süleymanpaşa Hanı'ndaki kahvede]
1836
Başhoca İshak Efendi'nin ölümü
1836
İslimye Çuka Fabrikası'nın devlet tarafından işletilmeye başlanması
11 Mart 1836
Umur-ı Hariciye Nezareti'nin kurulması (hatt-ı hümayun tarihi 23 Zilkaade 1251)
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
OSMANLI İMPARATORLUĞU KRONOLOJİSİ
(1900 - 1924 )
1900
Hicaz demiryolunun inşasına girişilmesi
1900
İstanbul Rıhtımı inşaatının tamamlanması
31 Ağustos 1900
Darü'l-Fünun-ı Şahane'nin kurulması
1901
Servet-i Fünun dergisinin geçici olarak
kapatılmasıyla Edebiyat-ı Cedide
topluluğunun dağılması; Lügat-ı Tıbbiye'nin
ikinci baskısının yapılması;
Vidinli Tevfik Paşa'nın ölümü
1901
Makedonya'da çete faaliyetlerinin
artması, büyük devletlerin müdahaleleri
1901-1908
Hicaz demiryolu hattının yapımı
1902
Yemen isyanlarının tekrar başlaması
1902
Hereke Fabrikası'na çuka ve şayak
tezgahlarının eklenmesi
23 Kasım 1902
Makedonya'da Bulgar İhtilal Cemiyeti'nin faaliyeti
23 Kasım 1902
Cum'a-ı Bala ayaklanması
23 Kasım 1902
Makedonya'ya özel ıslahat planı hazırlanması
8 Aralık 1902
Hüseyin Hilmi Paşa'nın geniş
yetkilerle "umumi müfettiş" olarak Makedonya'ya tayini
1903
İdadilerin altı yıla çıkarılması
2-3
Ağustos
1903 İlinden (Aya ilya yortusu günü) isyanı
27 Şubat 1909
Usul-i Muhasebe-ı Umumiyye
Kanunu'nun kabul edilmesi
13 Nisan 1909
31 Mart Olayı
19 Nisan 1909
Hareket Ordusu'nun Yeşilköy'e varması,
İstanbul'daki kargaşayason vererek düzeni sağlaması
27 Nisan 1909
II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi,
V. Mehmed Reşad'ın tahta çıkarılması
21 Ağustos 1909
Darü'l-Fünun-ı Şahane'nin Vezneciler'deki
Zeynep Hanım konağına taşınması
17 Aralık 1909
Meclisin açılması
1910
Arnavutlar'ın ayaklanmaları
1910
Dahili gümrüklerin tamamen kaldırılması
1910
Vilayet merkezlerindeki bir kısım idadilerin
"lise"ye dönüştürülmeye başlanması;
ilk çalgı metodu (Ali Salahi Bey, Kendikendine
Ud Öğrenme Usulü, Matbaa-ı Amire).
1911
Sultan Reşad'ın Arnavutlar'ı teskin
için Rumeli seyahatine çıkartılması
1911
İtalya'nın Trablusgarp ve Bingazi'ye
saldırması ve işgali
1911
Gayri müslim cemaatlerin birleşerek
mektepleri konusunda yeni bir düzenleme
istemeleri; 78 devirli ilk plaklar (Tanburi Cemil, Orfeon Record)
1911-1912
Osmanlı İtalyan Savaşı
1912
Yeşilköy Hava Uçuş Okulu'nun Açılışı
1912-1913
Balkan devletlerinin Osmanlı-İtalyan
Savaşı'ndan istifade etmek istemeleri : Balkan Savaşı
18 Ocak 1912
Meclis-i Meb'usan'ın feshi
25 Mart 1912
Türk Ocaklarının kurulması
18 Nisan 1912
II. Dönem Meclis-i Meb'usan'ın toplanması
18 Nisan 1912
İtalyanlar'ın Rodos, Oniki Ada ve
Çanakkale Boğazı'na tecavüzleri
5 Ağustos 1912
II. Dönem Meclis-i Meb'usan'ın feshi
22 Temmuz 1912
Gazi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti : Büyük Kabine
Eylül - Ekim 1912
I. Balkan Savaşı
15 Ekim 1912
Trablus ve Bingazi'nin İtalya'ya terki :
Ouchy Antlaşması, Rodos ve Oniki Ada'nın İtalya elinde kalması
29 Ekim 1912
Kamil Paşa'nın sadareti
29 Kasım 1912
Arnavutluk'un istiklalini ilan etmesi
1913
Liselerin mevcut idadilerin yerini alması
23 Ocak 1913
Babıali Baskını : Mahmud Şevket Paşa'nın sadareti
13 Mart 1913
Muvakkat İdare-i Umumiyye-i Vilayet Kanunu
(kanun meclisten geçmeden yürürlüğe girer)
30 Mayıs 1913
I. Balkan Savaşı'nın sona ermesi
11 Haziran 1913
Sadrazam Mahmud Şevket Paşa'nın öldürülmesi,
Said Halim Paşa'nın sadareti
29 Haziran 1913
Balkan devletleri arasında savaş :
Osmanlı mirasının paylaşılmasının kanlı kavgası
21 Temmuz 1913
Edirne'nin geri alınması
29 Ağustos 1913
Osmanlı-Bulgar barışı : İstanbul Antlaşması
14 Kasım 1913
Osmanlı-Yunan barışı : Atina Antlaşması
14 Aralık 1913
Osmanlı ordusunun Almanya tarafından ıslahı
1914
Ecnebi postalarının hepsinin kapatılması
1914
Dış ticarette gümrük resmi oranının %15'e çıkarılması
1914
Islah-ı Medaris Nizamnamesi
1914
Diş Hekimleri Mezunin ve Talebe Cemiyeti'nin
kurulması; Türk Bilgi Derneği'nin kurulması;
Medreset'ül-Hattatin'in kurulması;
Dar'ül-Hilafeti'l-Aliyye Medreseleri'nin kurulması;
Medresetü'l-Hattatin'in İstanbul'da açılışı;
Medresetü'l-Hattatin'in açılışı;
İlk resmi müzik ve tiyatro okulu (Darü'l-Elhan)
8 Şubat 1914
Anadolu'da Ermeni talepleri doğrultusunda
ıslahatı öngören Osmanlı-Rus Antlaşması ("Muamele")
14 Mayıs 1914
III. Dönem Meslis-i Meb'usan
28 Haziran 1914
Avusturya-Macaristan veliahdının
Saraybosna'da öldürülmesi
28 Temmuz 1914
Avusturya Macaristan'ın Sırbistan'a savaş ilanı
1 Ağustos 1914
Almanya'nın Rusya'ya savaş ilanı
2 Ağustos 1914
Meclis-i Meb'usan'ın süresiz tatili
(IV. Ve son dönem meclis
12 Ocak 1920'de toplanacak ve
2 Nisan 1920'de İstanbul'un işgali üzerine
dağıtılarak mebuslar sürgüne yollanacak)
2 Ağustos 1914
Osmanlı Devleti ile Almanya
arasında ittifak antlaşmasının imzalanması
4 Ağustos 1914
Almanya'nın Fransa'ya, İngiltere'nin
Almanya'ya savaş ilanı : I. Cihan Savaşı'nın başlaması
10 Ağustos 1914
Alman savaş gemilerinin (Yavuz ve Midilli)
Boğazlardan geçmelerine izin verilmesi
9 Eylül 1914
1 Ekim tarihinden geçerli olmak
üzere kapitülasyonların kaldırılması
12 Eylül 1914
İnas Darü'l-Fünun'unun kurulması
29 Eylül 1914
İslah-ı Medaris Nizamnamesi'nin yayınlanması
29 Ekim 1914
Karadeniz'e açılan Osmanlı filosunun
Rus limanlarını topa tutması
Kasım - Aralık 1914
Enver Paşa kumandasındaki Osmanlı
kuvvetlerinin Sarıkamış felaketi
3 Kasım 1914
Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne savaş ilanı
5 Kasım 1914
İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı Devleti'ne savaş ilanı
(1900 - 1924 )
1900
Hicaz demiryolunun inşasına girişilmesi
1900
İstanbul Rıhtımı inşaatının tamamlanması
31 Ağustos 1900
Darü'l-Fünun-ı Şahane'nin kurulması
1901
Servet-i Fünun dergisinin geçici olarak
kapatılmasıyla Edebiyat-ı Cedide
topluluğunun dağılması; Lügat-ı Tıbbiye'nin
ikinci baskısının yapılması;
Vidinli Tevfik Paşa'nın ölümü
1901
Makedonya'da çete faaliyetlerinin
artması, büyük devletlerin müdahaleleri
1901-1908
Hicaz demiryolu hattının yapımı
1902
Yemen isyanlarının tekrar başlaması
1902
Hereke Fabrikası'na çuka ve şayak
tezgahlarının eklenmesi
23 Kasım 1902
Makedonya'da Bulgar İhtilal Cemiyeti'nin faaliyeti
23 Kasım 1902
Cum'a-ı Bala ayaklanması
23 Kasım 1902
Makedonya'ya özel ıslahat planı hazırlanması
8 Aralık 1902
Hüseyin Hilmi Paşa'nın geniş
yetkilerle "umumi müfettiş" olarak Makedonya'ya tayini
1903
İdadilerin altı yıla çıkarılması
2-3
Ağustos
1903 İlinden (Aya ilya yortusu günü) isyanı
27 Şubat 1909
Usul-i Muhasebe-ı Umumiyye
Kanunu'nun kabul edilmesi
13 Nisan 1909
31 Mart Olayı
19 Nisan 1909
Hareket Ordusu'nun Yeşilköy'e varması,
İstanbul'daki kargaşayason vererek düzeni sağlaması
27 Nisan 1909
II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi,
V. Mehmed Reşad'ın tahta çıkarılması
21 Ağustos 1909
Darü'l-Fünun-ı Şahane'nin Vezneciler'deki
Zeynep Hanım konağına taşınması
17 Aralık 1909
Meclisin açılması
1910
Arnavutlar'ın ayaklanmaları
1910
Dahili gümrüklerin tamamen kaldırılması
1910
Vilayet merkezlerindeki bir kısım idadilerin
"lise"ye dönüştürülmeye başlanması;
ilk çalgı metodu (Ali Salahi Bey, Kendikendine
Ud Öğrenme Usulü, Matbaa-ı Amire).
1911
Sultan Reşad'ın Arnavutlar'ı teskin
için Rumeli seyahatine çıkartılması
1911
İtalya'nın Trablusgarp ve Bingazi'ye
saldırması ve işgali
1911
Gayri müslim cemaatlerin birleşerek
mektepleri konusunda yeni bir düzenleme
istemeleri; 78 devirli ilk plaklar (Tanburi Cemil, Orfeon Record)
1911-1912
Osmanlı İtalyan Savaşı
1912
Yeşilköy Hava Uçuş Okulu'nun Açılışı
1912-1913
Balkan devletlerinin Osmanlı-İtalyan
Savaşı'ndan istifade etmek istemeleri : Balkan Savaşı
18 Ocak 1912
Meclis-i Meb'usan'ın feshi
25 Mart 1912
Türk Ocaklarının kurulması
18 Nisan 1912
II. Dönem Meclis-i Meb'usan'ın toplanması
18 Nisan 1912
İtalyanlar'ın Rodos, Oniki Ada ve
Çanakkale Boğazı'na tecavüzleri
5 Ağustos 1912
II. Dönem Meclis-i Meb'usan'ın feshi
22 Temmuz 1912
Gazi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti : Büyük Kabine
Eylül - Ekim 1912
I. Balkan Savaşı
15 Ekim 1912
Trablus ve Bingazi'nin İtalya'ya terki :
Ouchy Antlaşması, Rodos ve Oniki Ada'nın İtalya elinde kalması
29 Ekim 1912
Kamil Paşa'nın sadareti
29 Kasım 1912
Arnavutluk'un istiklalini ilan etmesi
1913
Liselerin mevcut idadilerin yerini alması
23 Ocak 1913
Babıali Baskını : Mahmud Şevket Paşa'nın sadareti
13 Mart 1913
Muvakkat İdare-i Umumiyye-i Vilayet Kanunu
(kanun meclisten geçmeden yürürlüğe girer)
30 Mayıs 1913
I. Balkan Savaşı'nın sona ermesi
11 Haziran 1913
Sadrazam Mahmud Şevket Paşa'nın öldürülmesi,
Said Halim Paşa'nın sadareti
29 Haziran 1913
Balkan devletleri arasında savaş :
Osmanlı mirasının paylaşılmasının kanlı kavgası
21 Temmuz 1913
Edirne'nin geri alınması
29 Ağustos 1913
Osmanlı-Bulgar barışı : İstanbul Antlaşması
14 Kasım 1913
Osmanlı-Yunan barışı : Atina Antlaşması
14 Aralık 1913
Osmanlı ordusunun Almanya tarafından ıslahı
1914
Ecnebi postalarının hepsinin kapatılması
1914
Dış ticarette gümrük resmi oranının %15'e çıkarılması
1914
Islah-ı Medaris Nizamnamesi
1914
Diş Hekimleri Mezunin ve Talebe Cemiyeti'nin
kurulması; Türk Bilgi Derneği'nin kurulması;
Medreset'ül-Hattatin'in kurulması;
Dar'ül-Hilafeti'l-Aliyye Medreseleri'nin kurulması;
Medresetü'l-Hattatin'in İstanbul'da açılışı;
Medresetü'l-Hattatin'in açılışı;
İlk resmi müzik ve tiyatro okulu (Darü'l-Elhan)
8 Şubat 1914
Anadolu'da Ermeni talepleri doğrultusunda
ıslahatı öngören Osmanlı-Rus Antlaşması ("Muamele")
14 Mayıs 1914
III. Dönem Meslis-i Meb'usan
28 Haziran 1914
Avusturya-Macaristan veliahdının
Saraybosna'da öldürülmesi
28 Temmuz 1914
Avusturya Macaristan'ın Sırbistan'a savaş ilanı
1 Ağustos 1914
Almanya'nın Rusya'ya savaş ilanı
2 Ağustos 1914
Meclis-i Meb'usan'ın süresiz tatili
(IV. Ve son dönem meclis
12 Ocak 1920'de toplanacak ve
2 Nisan 1920'de İstanbul'un işgali üzerine
dağıtılarak mebuslar sürgüne yollanacak)
2 Ağustos 1914
Osmanlı Devleti ile Almanya
arasında ittifak antlaşmasının imzalanması
4 Ağustos 1914
Almanya'nın Fransa'ya, İngiltere'nin
Almanya'ya savaş ilanı : I. Cihan Savaşı'nın başlaması
10 Ağustos 1914
Alman savaş gemilerinin (Yavuz ve Midilli)
Boğazlardan geçmelerine izin verilmesi
9 Eylül 1914
1 Ekim tarihinden geçerli olmak
üzere kapitülasyonların kaldırılması
12 Eylül 1914
İnas Darü'l-Fünun'unun kurulması
29 Eylül 1914
İslah-ı Medaris Nizamnamesi'nin yayınlanması
29 Ekim 1914
Karadeniz'e açılan Osmanlı filosunun
Rus limanlarını topa tutması
Kasım - Aralık 1914
Enver Paşa kumandasındaki Osmanlı
kuvvetlerinin Sarıkamış felaketi
3 Kasım 1914
Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne savaş ilanı
5 Kasım 1914
İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı Devleti'ne savaş ilanı
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
ÜRK MİLLÎ MÜCADELE HAREKETİ VE KUVA-YI MİLLİYE RUHU
XX. yüzyıl başları, bu tarihe kadar devam edegelen mücadele ve
muharebelerin, Türk milleti aleyhinde cereyan ettiği bir zamandır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları
akabinde oluşan gruplaşmada tarafsız kalamamış ve Almanya'nın yanında
I. Dünya Savaşı'na girmek zorunda kalmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti'nin
hem zayıf durumda olması, hem de Avrupa siyaseti dahilinde tarafsız
kalması, o günkü şartlarda pek mümkün gözükmüyordu.
Mondros Mütarekesi'nden hemen sonra Anadolu, Müttefik Devletlerce işgal
edilmeye başlanmıştı. İşgallere karşı başlayan Millî Mücadele'nin
başarıya ulaşabilmesi ve millî istiklâlin sağlanabilmesi için verilen
mücadelenin hukuken tasvip ve teyit edilmesi gerekiyordu. Bu yönde
netice alınabilmesi için Mustafa Kemal Paşa liderliğinde sürdürülen
mücadele, askerî olduğu kadar siyasî bir mücadele idi.
Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasından itibaren beyanatlarıyla
başlayan, kongrelerle ve nihayetinde Ankara Hükûmeti'nin kurulması ile
devam eden çizgide temel amacın, hukuken temsili sağlamak olduğu
görülür. Bu noktada en önemli mesele, Babıâli ve İstanbul Hükûmeti'dir.
İşgal kuvvetlerinin zorlayıcılığı ile İstanbul Hükûmeti'nin kendi
yapısından kaynaklanan hantallık ve âcizlik, millî istiklâli ciddî
olarak tehlikeye sokuyordu. Bu durumda yapılması gereken Anadolu'da
Millî Mücadele'nin başlatılması ve millî hukuku temin etmektir.
Nitekim, müttefikler İstanbul Hükûmeti'ni muhatap alıyorlar, Kuva-yı
Millîye'yi de "asi" olarak vasıflandırıyorlar ve Kuva-yı Millîye'nin
önlenmesi için sürekli baskıda bulunuyorlardı. Böyle bir ortamda Türk
milliyetçilerinin verdikleri mücadele iki buçuk yıl kadar devam etmiş
ancak, Ankara Hükûmeti hukuken temsil konusunda muhatap alınmamıştı.
1921 yılı Millî Mücadele tarihinde bu anlamda bir dönüm noktasıdır.
Zira bu yıl içerisinde cereyan eden olaylar, silâhlı mücadelenin gerçek
amacının anlatılmasını ve Ankara Hükûmeti'nin Müttefik Devletlerce
kabulünü, en azından kabulün başlangıcını sağlayacak bir mahiyet arz
edecektir.
Anadolu'nun İşgali Karşısında Türk Milletinin Tepkisi ve Millî Teşekküller
Mondros Mütarekesi'nin imzalanması ülke üzerinde başlangıçta büyük bir
ferahlık meydana getirmişti. 1911 yılından beri savaşın içinde olan
Türk halkı bu durumdan umutlanmış ancak mütarekenin uygulanış şekli bu
ümitleri kısa sürede ortadan kaldırmıştır.
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla ortaya çıkan Anadolu'nun haksız
işgali meselesi, ülkenin kurtuluşu için fevkalâde ciddî düşüncelere ve
teşebbüslere ihtiyaç olduğunun fark edilmesine yol açmıştır. Haksız
işgallere karşı tepki olarak ortaya çıkan Millî Mücadele fikri, fiilî
anlamda Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri vasıtasıyla gerçekleştirilmeye
çalışılmıştır. "Müdafaa-i Hukuk" kavramı; Türklerin millet olarak
bağımsız bir devlet kurmak suretiyle yaşama hakkının, Osmanlı
payitahtına İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan
Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı fiilî bir mücadele
sonunda elde etmeyi ifade etmektedir. Türk topraklarını işgal eden
emperyalistlere karşı kurulan bu tür idealist cemiyetlerden bazıları
ise şunladır;
Kars Millî İslâm Şûrası; 5 Kasım 1918' de kurulmuştur. 30 Kasım 1918'de
Kars'ta büyük bir kongre düzenleyerek Batum, Ordubat, Iğdır ve
Ahıska'yı içine alan Türk bölgelerinde bir Millî İslâm Şûrası Hükûmeti
kurulmuştur. İngilizler tarafından da tanınan bu hükûmet, 17-18 Ocak
1919'da adını "Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmeti" olarak değiştirdi ve Türk
bayrağını millî bayrakları olarak kabullendi. Ancak kısa süre sonra
İngilizler tarafından 13 Nisan 1919'da parlâmentosu basılarak ortadan
kaldırılmıştır.
Millî Kongre; Mondros Mütarekesi sonrası Rumların İstanbul'da
teşkilâtlanıp "Megalo-İdea" uğrundaki çalışmalarına engel olmak için,
göz hekimi Dr. Esat Paşa'nın çağrıları ile Türk Ocağı, Kızılay,
Muallimler Cemiyeti, Baro ve her fakültenin mezunlar cemiyeti başta
olmak üzere 70 kadar cemiyetten 2'şer temsilcinin katılması ile 29
Kasım 1918' de "Millî Kongre" adı ile partiler üstü bir teşkilât
kuruldu. Tüzüğünde belirtilen amacı, dünyada Türkler üzerinde yapılan
haksız ve yalan yayınlara ilmî yoldan ve belgeler vasıtasıyla cevap
vermek idi. 1919 yılı içinde Millî Kongre, İngilizce ve Fransızca
olarak "Dünya Kamuoyu Önünde Türkiye", "Ermenilerin Müslüman Ahaliye
Yaptıkları Mezalim Hakkında Belgeler" ve "Avrupa'nın Ünlü Yazarlarına
Göre Türkler" gibi değerli eserler neşretti. 1919 yılı sonunda
milletvekili seçimlerinde adayların tespit ve tanıtılmasında Türk
milliyetçilerini destekleyen Millî Kongre, 28 Ocak 1920'de "Misak-ı
Millî"nin hazırlanmasına da fikrî anlamda hizmet etmiştir. İstanbul'un
16 Mart 1920' de resmen işgali üzerine, çalışmalarını durdurmuşsa da,
Mustafa Kemal Paşa'yı ve Ankara'da toplanan Meclisi fikren
desteklemekten geri kalmamıştır.
Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-ı Heyeti Osmaniyesi ; 2 Aralık 1918' de,
Edirne'de, Yunan istilâ ve işgaline, Mavr-i Miracıların iddialarına
direnme ve cevap vermek gayesiyle kurulmuştur. Trakya'nın ırk, kültür,
ekonomi ve tarih bakımından Türklere ait olduğunu ispat için
çalışmıştır. "Yeni Edirne" ve "Ahali" adlı iki gazete çıkarmıştır.
İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti ; Nurettin Paşa'nın gayretleri
ile kurulan bu cemiyet Rum iddialarına karşı mücadele için 26 Aralık
1918'de kurulmuştur. 1918 yılının Aralık ayı sonunda İzmir'de kurulan
"Müdafaa-i Vatan Heyeti" adlı cemiyet 14 Mayıs 1919 günü İzmir'e Yunan
askerlerinin geleceği haberini protesto için beyannameler bastırıp
dağıtırken adını İlhak-ı Red heyetine çevirmişti. İzmir'in işgalinin
ertesi günü İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti ile birleşerek
faaliyetlerini yürütmüştür.
Vilâyat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuku Millîye Cemiyeti; Erzurumlu Raif
Hoca ile Diyarbakırlı Süleyman Nazif cemiyetin merkezini 2 Aralık
1918'de İstanbul'da kurmuşlardır. Çıkardıkları Fransızca ve Türkçe
"Hadisat" gazetesi ile Doğu illerimizin Türklüğünü ve İslâmlığını
müdafaa ediyor, Ermenilerin hiçbir zaman çoğunluk teşkil etmediklerini
belirtiyor ve Kürdistan Teâli ve Teâvün Cemiyeti ile de mücadele
ediyordu. Mart 1919'da "Albayrak" gazetesini yeniden faaliyete
geçirilerek cemiyetin fikirlerini yaymaya başladı. 3 Mayıs 1919'da
Kâzım Karabekir Paşa'nın 15. Kolordu Komutanı olarak göreve başlaması
ile birlikte cemiyet Kâzım Karabekir Paşa'nın şahsında bir baş, bir
koruyucu ve kuvvetli bir el bulmuştur. (Tayyib Gökbilgin, Millî
Mücadele Başlarken Mondros Mütarekesinden Sivas Kongresine, Cilt:I,
Ankara,1959,s.74.). Cemiyet, Mustafa Kemal başkanlığındaki Erzurum
Kongresini yaparak, 7 Ağustos 1919'da Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetine katıldı.
Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti; Cemiyet bölgesel bir amaca dayanarak ortaya
çıkmış olmakla beraber Karadeniz kıyılarında hak iddia eden Pontusçu
Rumlara, ayrıca Ermenilere karşı mücadele ediyordu.12 Şubat 1919'da
kurulan bu cemiyetin başkanlığını Trabzonlu Barutçuzade Ahmet Hoca
yapıyordu. "İstiklâl" adlı gazetelerini çıkararak Rum iddialarının
çürüklüğünü, Ermenistan hayalinin boş olduğunu yurttaşlara ve dünyaya
duyurmaya çalışmışlardır.
Cemiyet mensupları Erzurum Kongresi'ne iştirak ederek kongre sonunda
kurulan Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katılarak
çalışmalarını genişletmişlerdir.
Kilikyalılar Cemiyeti; İstanbul'daki Adanalı, Maraşlı, Antepli ve
Tarsusluların Ermenilere karşı 20 Aralık 1918'de kurduğu bu cemiyetin
başkanlığını Rifat Bey yapıyordu. Cemiyet yayın yolu ile işgale ve
"Kilikya Ermenistanı" kurulmasına engel olmak istiyor, bunun içinde
bölgede silâhlı mücadeleyi plânlıyordu. Daha sonra cemiyet, merkezini
Adana'ya nakletmiştir.
Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti ; 5 Kasım 1919'da Sivas'ta
kurulan cemiyet memleketin bütünlük ve istiklâlini müdafaa uğrunda
bütün Anadolu'nun birliği için çalışmak gayesiyle mitingler tertip
etti. İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları gönderdi.
Millî şuura sahip bütün bu dernekler Sivas Kongresi'nde 7 Eylül 1919'da
birleşerek "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti " adını
almışlardır.
XX. yüzyıl başları, bu tarihe kadar devam edegelen mücadele ve
muharebelerin, Türk milleti aleyhinde cereyan ettiği bir zamandır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları
akabinde oluşan gruplaşmada tarafsız kalamamış ve Almanya'nın yanında
I. Dünya Savaşı'na girmek zorunda kalmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti'nin
hem zayıf durumda olması, hem de Avrupa siyaseti dahilinde tarafsız
kalması, o günkü şartlarda pek mümkün gözükmüyordu.
Mondros Mütarekesi'nden hemen sonra Anadolu, Müttefik Devletlerce işgal
edilmeye başlanmıştı. İşgallere karşı başlayan Millî Mücadele'nin
başarıya ulaşabilmesi ve millî istiklâlin sağlanabilmesi için verilen
mücadelenin hukuken tasvip ve teyit edilmesi gerekiyordu. Bu yönde
netice alınabilmesi için Mustafa Kemal Paşa liderliğinde sürdürülen
mücadele, askerî olduğu kadar siyasî bir mücadele idi.
Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasından itibaren beyanatlarıyla
başlayan, kongrelerle ve nihayetinde Ankara Hükûmeti'nin kurulması ile
devam eden çizgide temel amacın, hukuken temsili sağlamak olduğu
görülür. Bu noktada en önemli mesele, Babıâli ve İstanbul Hükûmeti'dir.
İşgal kuvvetlerinin zorlayıcılığı ile İstanbul Hükûmeti'nin kendi
yapısından kaynaklanan hantallık ve âcizlik, millî istiklâli ciddî
olarak tehlikeye sokuyordu. Bu durumda yapılması gereken Anadolu'da
Millî Mücadele'nin başlatılması ve millî hukuku temin etmektir.
Nitekim, müttefikler İstanbul Hükûmeti'ni muhatap alıyorlar, Kuva-yı
Millîye'yi de "asi" olarak vasıflandırıyorlar ve Kuva-yı Millîye'nin
önlenmesi için sürekli baskıda bulunuyorlardı. Böyle bir ortamda Türk
milliyetçilerinin verdikleri mücadele iki buçuk yıl kadar devam etmiş
ancak, Ankara Hükûmeti hukuken temsil konusunda muhatap alınmamıştı.
1921 yılı Millî Mücadele tarihinde bu anlamda bir dönüm noktasıdır.
Zira bu yıl içerisinde cereyan eden olaylar, silâhlı mücadelenin gerçek
amacının anlatılmasını ve Ankara Hükûmeti'nin Müttefik Devletlerce
kabulünü, en azından kabulün başlangıcını sağlayacak bir mahiyet arz
edecektir.
Anadolu'nun İşgali Karşısında Türk Milletinin Tepkisi ve Millî Teşekküller
Mondros Mütarekesi'nin imzalanması ülke üzerinde başlangıçta büyük bir
ferahlık meydana getirmişti. 1911 yılından beri savaşın içinde olan
Türk halkı bu durumdan umutlanmış ancak mütarekenin uygulanış şekli bu
ümitleri kısa sürede ortadan kaldırmıştır.
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla ortaya çıkan Anadolu'nun haksız
işgali meselesi, ülkenin kurtuluşu için fevkalâde ciddî düşüncelere ve
teşebbüslere ihtiyaç olduğunun fark edilmesine yol açmıştır. Haksız
işgallere karşı tepki olarak ortaya çıkan Millî Mücadele fikri, fiilî
anlamda Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri vasıtasıyla gerçekleştirilmeye
çalışılmıştır. "Müdafaa-i Hukuk" kavramı; Türklerin millet olarak
bağımsız bir devlet kurmak suretiyle yaşama hakkının, Osmanlı
payitahtına İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan
Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı fiilî bir mücadele
sonunda elde etmeyi ifade etmektedir. Türk topraklarını işgal eden
emperyalistlere karşı kurulan bu tür idealist cemiyetlerden bazıları
ise şunladır;
Kars Millî İslâm Şûrası; 5 Kasım 1918' de kurulmuştur. 30 Kasım 1918'de
Kars'ta büyük bir kongre düzenleyerek Batum, Ordubat, Iğdır ve
Ahıska'yı içine alan Türk bölgelerinde bir Millî İslâm Şûrası Hükûmeti
kurulmuştur. İngilizler tarafından da tanınan bu hükûmet, 17-18 Ocak
1919'da adını "Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmeti" olarak değiştirdi ve Türk
bayrağını millî bayrakları olarak kabullendi. Ancak kısa süre sonra
İngilizler tarafından 13 Nisan 1919'da parlâmentosu basılarak ortadan
kaldırılmıştır.
Millî Kongre; Mondros Mütarekesi sonrası Rumların İstanbul'da
teşkilâtlanıp "Megalo-İdea" uğrundaki çalışmalarına engel olmak için,
göz hekimi Dr. Esat Paşa'nın çağrıları ile Türk Ocağı, Kızılay,
Muallimler Cemiyeti, Baro ve her fakültenin mezunlar cemiyeti başta
olmak üzere 70 kadar cemiyetten 2'şer temsilcinin katılması ile 29
Kasım 1918' de "Millî Kongre" adı ile partiler üstü bir teşkilât
kuruldu. Tüzüğünde belirtilen amacı, dünyada Türkler üzerinde yapılan
haksız ve yalan yayınlara ilmî yoldan ve belgeler vasıtasıyla cevap
vermek idi. 1919 yılı içinde Millî Kongre, İngilizce ve Fransızca
olarak "Dünya Kamuoyu Önünde Türkiye", "Ermenilerin Müslüman Ahaliye
Yaptıkları Mezalim Hakkında Belgeler" ve "Avrupa'nın Ünlü Yazarlarına
Göre Türkler" gibi değerli eserler neşretti. 1919 yılı sonunda
milletvekili seçimlerinde adayların tespit ve tanıtılmasında Türk
milliyetçilerini destekleyen Millî Kongre, 28 Ocak 1920'de "Misak-ı
Millî"nin hazırlanmasına da fikrî anlamda hizmet etmiştir. İstanbul'un
16 Mart 1920' de resmen işgali üzerine, çalışmalarını durdurmuşsa da,
Mustafa Kemal Paşa'yı ve Ankara'da toplanan Meclisi fikren
desteklemekten geri kalmamıştır.
Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-ı Heyeti Osmaniyesi ; 2 Aralık 1918' de,
Edirne'de, Yunan istilâ ve işgaline, Mavr-i Miracıların iddialarına
direnme ve cevap vermek gayesiyle kurulmuştur. Trakya'nın ırk, kültür,
ekonomi ve tarih bakımından Türklere ait olduğunu ispat için
çalışmıştır. "Yeni Edirne" ve "Ahali" adlı iki gazete çıkarmıştır.
İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti ; Nurettin Paşa'nın gayretleri
ile kurulan bu cemiyet Rum iddialarına karşı mücadele için 26 Aralık
1918'de kurulmuştur. 1918 yılının Aralık ayı sonunda İzmir'de kurulan
"Müdafaa-i Vatan Heyeti" adlı cemiyet 14 Mayıs 1919 günü İzmir'e Yunan
askerlerinin geleceği haberini protesto için beyannameler bastırıp
dağıtırken adını İlhak-ı Red heyetine çevirmişti. İzmir'in işgalinin
ertesi günü İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti ile birleşerek
faaliyetlerini yürütmüştür.
Vilâyat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuku Millîye Cemiyeti; Erzurumlu Raif
Hoca ile Diyarbakırlı Süleyman Nazif cemiyetin merkezini 2 Aralık
1918'de İstanbul'da kurmuşlardır. Çıkardıkları Fransızca ve Türkçe
"Hadisat" gazetesi ile Doğu illerimizin Türklüğünü ve İslâmlığını
müdafaa ediyor, Ermenilerin hiçbir zaman çoğunluk teşkil etmediklerini
belirtiyor ve Kürdistan Teâli ve Teâvün Cemiyeti ile de mücadele
ediyordu. Mart 1919'da "Albayrak" gazetesini yeniden faaliyete
geçirilerek cemiyetin fikirlerini yaymaya başladı. 3 Mayıs 1919'da
Kâzım Karabekir Paşa'nın 15. Kolordu Komutanı olarak göreve başlaması
ile birlikte cemiyet Kâzım Karabekir Paşa'nın şahsında bir baş, bir
koruyucu ve kuvvetli bir el bulmuştur. (Tayyib Gökbilgin, Millî
Mücadele Başlarken Mondros Mütarekesinden Sivas Kongresine, Cilt:I,
Ankara,1959,s.74.). Cemiyet, Mustafa Kemal başkanlığındaki Erzurum
Kongresini yaparak, 7 Ağustos 1919'da Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetine katıldı.
Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti; Cemiyet bölgesel bir amaca dayanarak ortaya
çıkmış olmakla beraber Karadeniz kıyılarında hak iddia eden Pontusçu
Rumlara, ayrıca Ermenilere karşı mücadele ediyordu.12 Şubat 1919'da
kurulan bu cemiyetin başkanlığını Trabzonlu Barutçuzade Ahmet Hoca
yapıyordu. "İstiklâl" adlı gazetelerini çıkararak Rum iddialarının
çürüklüğünü, Ermenistan hayalinin boş olduğunu yurttaşlara ve dünyaya
duyurmaya çalışmışlardır.
Cemiyet mensupları Erzurum Kongresi'ne iştirak ederek kongre sonunda
kurulan Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katılarak
çalışmalarını genişletmişlerdir.
Kilikyalılar Cemiyeti; İstanbul'daki Adanalı, Maraşlı, Antepli ve
Tarsusluların Ermenilere karşı 20 Aralık 1918'de kurduğu bu cemiyetin
başkanlığını Rifat Bey yapıyordu. Cemiyet yayın yolu ile işgale ve
"Kilikya Ermenistanı" kurulmasına engel olmak istiyor, bunun içinde
bölgede silâhlı mücadeleyi plânlıyordu. Daha sonra cemiyet, merkezini
Adana'ya nakletmiştir.
Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti ; 5 Kasım 1919'da Sivas'ta
kurulan cemiyet memleketin bütünlük ve istiklâlini müdafaa uğrunda
bütün Anadolu'nun birliği için çalışmak gayesiyle mitingler tertip
etti. İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları gönderdi.
Millî şuura sahip bütün bu dernekler Sivas Kongresi'nde 7 Eylül 1919'da
birleşerek "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti " adını
almışlardır.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki Hazırlıkları ve Millî Mücadelenin Başlaması
Mustafa Kemal Paşa İtilaf donanmalarının mütareke hükümlerine göre
İstanbul'u fiilen işgal ettiği 13 Kasım 1918 tarihinde bu şehre
gelmişti. Gördüğü manzara karşısında çok sinirlenen Mustafa Kemal
Paşa'nın yaverine söylediği "Geldikleri gibi giderler" sözü meşhurdur.
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçmeden önce İstanbul'da kaldığı altı
aylık süre Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan hazırlık
dönemidir. Bu dönem yakın tarihimizde yeni Türk devletinin
yapılanmasında siyasî ve fikrî temellerin oluştuğu fevkalâde öneme haiz
tarihî hadiseler silsilesi ile doludur.
Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu süre içerisinde düşüncesi, henüz
Mebuslar Meclisi'nde güven almamış bulunan Tevfik Paşa kabinesine,
mecliste güvenoyu verilmesini önleyerek, iş başına millî ülküye bağlı,
azim ve kuvvet sahibi bir kabine geçmesini sağlamaktı. Bu fikrini
tanıdığı ve güvendiği arkadaşlarına, bir kısım milletvekillerine de
kabul ettirmişti. Fert fert yaptığı bu temas ve anlaşmaları yeterli
görmeyerek, Tevfik Paşa kabinesine giderek milletvekillerini toplu bir
hâlde görmek ve fikrini orada da anlatmak istedi. Mustafa Kemal
mecliste bir salonda toplanan milletvekillerine düşüncelerini açık
olarak anlattı ve o gün için alınacak tek tedbirin kabineye güvenoyu
vermemek olduğunu söyledi.
Böyle bir karar karşısında meclisin dağılması ihtimalinden bahsedenlere
bunun muhakkak olduğu ve esasen kabine güvenoyu alırsa ilk işinin yine
meclisi dağıtmak olacağı cevabını verdi. Uzun tartışmalardan sonra bu
hususî toplantıda bulunan milletvekilleri Tevfik Paşa kabinesini
düşürmeye karar verdiler. Biraz sonra meclisin resmî toplantısı açıldı
ve Sadrazam Tevfik Paşa, kabinesiyle gelerek beyannamesini okudu.
İstediği güvenoyunu meclisten tartışma bile olmadan aldı.
Dinleyici localarından birinde meclisin çalışmalarını takip etmiş olan
ve o günkü neticeden hiç memnun kalmayan Mustafa Kemal'in evine döner
dönmez ilk işi, Padişah'ın başyaveri vasıtasıyla Vahdettin'den bir
görüşme istemek oldu. Padişah 22 Kasım 1918 Cuma günü selâmlıktan sonra
kendisini kabul edeceğini bildirmişti.
Padişah, cuma günü herkese tercihen, Mustafa Kemal'i kabul etmiş ve
onun düşündüklerini anlatmasına yer bırakmayarak, ordunun, komutan ve
subaylarının Mustafa Kemal'i çok sevdikleri için onlardan kendisine bir
fenalık gelmeyeceğini temin etmesini istemişti. Buna karşılık Mustafa
Kemal tarafından kendisine sorulan "...ordu tarafından aleyhinize
hazırlanan bir harekete dair malûmat ve mahsusatınız mı var?" sorusuna,
padişah kesin bir cevap vermemekle beraber o gün için değilse bile
ilerisi için böyle bir ihtimali mümkün gördüğünü istemeyerek ifade
etmişti.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da,
iktidara gelmenin bütün yollarını denedikten sonra, Anadolu'ya geçmek
ve "millî mukavemet"te bulunmak gibi "ağır ve kat'i" bir kararı her
yönüyle incelemiş ve "bundan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına"
inanmış idi. Sonunda devletin ve milletin İstanbul'dan
kurtarılamayacağını anlayan M. Kemal Paşa Anadolu'ya geçerek millî
mukavemette bulunma kararını vermiştir. Bu karardan sonra Anadolu'ya
geçerek millî mukavemet kararına varmakla iş bitmemiştir. Bundan sonra
O, mümkünse resmî bir görevle, bu mümkün olmazsa özel olarak Anadolu'ya
geçme ve orada bir Millî Mücadele hareketini başlatmanın çarelerini
aramaya başlamıştır. Bu hususta ona başta Ali Fuat Cebesoy olmak üzere
arkadaşlarının büyük yardımı olmuştur. Önce Mustafa Kemal Paşa'ya
Anadolu'da görev verilmesi için kendisinin hükûmette etkili bir kişiye
tavsiye edilmesi gerekmiştir. Bu işi yapan kişi, Ali Fuat Paşa'dır. Ali
Fuat Paşa, daha sonra dahiliye nazırı olan Mehmet Ali Bey'e Mustafa
Kemal Paşa'yı tavsiye etmiş ve onu bu hususta ikna etmiştir. Mehmet Ali
Bey Samsun ve çevresinde bir asayişsizlik durumu ortaya çıkıp, İngiliz
işgal komutanlığının Osmanlı Hükûmeti'ne protestolu bir rapor verdiği
sırada dahiliye nazırı idi. Damat Ferit Paşa, Mehmet Ali Bey'e dahiliye
nazırı olarak meselenin halli hususunda fikrini sormuştur. O da,
bölgeye dirayetli ve tam salahiyetli bir komutanın gönderilmesi
gerektiği ve bu komutanın da Mustafa Kemal Paşa olabileceği şeklinde
fikrini beyan etmiştir.
Mehmet Ali Bey, meselenin halli için sadece Mustafa Kemal Paşa'yı
tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda sadrazamı bu hususta ikna etmeyi
de başarmıştır. Bu görüşmeden sonra Erkân-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi
Cevat Çobanlı ve Mustafa Kemal Paşalar ile yemek yiyen Damat Ferit
Paşa, bir gün sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya Samsun ve çevresindeki
olayın araştırılmasına Mustafa Kemal Paşa'nın memur edilmesi emrini
vermiştir. Bundan sonra, "9. Ordu Müfettişliği" olarak gerçekleşecek
tarihî tayinin işlemlerine geçecektir.
Türk İstiklâl Savaşı'na başlangıç teşkil eden bu tayin tesadüfler
sonucu olarak değil, Mustafa Kemal Paşa'nın Mütareke Dönemi'nde
gösterdiği şuurlu faaliyetleri sonucu gerçekleşmiştir. Mütareke
Dönemi'nde Mustafa Kemal Paşa memleket meselelerinin dışında veya
gerisinde kalmamıştır. O, herkesin her şeyden ümidini kestiği bir
dönemde kendisine, devletine ve Türk Milleti'ne olan güvenini
yitirmemiştir. Kurtuluşu başka bir devletin himaye ve desteğinde değil,
kendi gücümüzde görmüştür. O'nun Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da
gösterdiği faaliyetlerin temelinde bu inanç ve karar vardır.
Mustafa Kemal Paşa'nın fikrî faaliyetlerinin başlıca hedefi Anadolu'ya
geçerek millî mukavemet hareketini başlatmak olmuştur. O, bu gaye ile
bir taraftan yakın arkadaşlarını bu fikir etrafında hazırlarken, diğer
taraftan bunun tahakkuku için yollar aramıştır. Gerçekten de Mustafa
Kemal Paşa, bu ideal için sadece önüne çıkan fırsatları
değerlendirmekle kalmamış, amacı doğrultusunda yeni fırsatlar meydana
getirerek bunlardan azamî ölçüde yararlanmıştır.
Diğer bir ifade ile O, tarihin önüne çıkardığı fırsatlardan azamî
ölçüde yararlanmasını bilmiştir. Bu büyük liderlere mahsus bir
özelliktir. (Mustafa Kemal ******, Nutuk, Cilt:I-III, Ankara,1984.;
Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953.; Kâzım
Karabekir, İstiklâl Harbinin Esasları, İstanbul,1972.)
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya Geçişi ve Kongreler Dönemi
Mustafa Kemal Paşa için artık tarihî görev başlamıştı. Bu dönemden
sonra Osmanlı Devleti bir süre âdeta iki elden idare edilecekti. Çünkü
Mustafa Kemal Paşa her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul
Hükûmeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye
çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve millî
teşekküllerle muharebe eden, Türk milletini düştüğü kötü durumdan
haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan,
cemiyetleri toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı.
Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gelir gelmez ordu müfettişliği görevinin
kendisine yüklediği görevleri yerine getirmek amacı ile hazırlamış
olduğu 22 Mayıs 1919 tarihli rapor, Millî Mücadele hareketinin, Türk
insanın hangi temel değerleri üzerine bina edildiğini göstermesi
bakımından fevkalade önemledir.
Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden rapor ana hatlarıyla şu fikirleri ihtiva etmekteydi;
* Samsun bölgesi Rumları siyasî emellerinden vazgeçerlerse, asayiş kendiliğinden düzelir,
* Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü yoktur,
* Yunanlıların İzmir'de hakları yoktur. İşgal geçicidir.
*
Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır.
*
Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan sonra ilk iş olarak 28 Mayıs 1919'da
Havza'dan bütün ülkeye, kumandanlara, mülkî amirlere "Millî Teşkilât"
kurmaları ve mitingler düzenlemelerini isteyen bir tamim gönderdi.Bu
tamim doğrultusunda ülkenin her köşesinde İzmir'in işgaline tepki
olarak yüzün üzerinde mitingler tertip edilmiş ve Anadolu Türk
insanının sesi dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır.
Samsun ve Havza'dan sonra Amasya'ya geçen Mustafa Kemal Paşa, 22
Haziran 1919 tarihinde Türk milletine hitaben Amasya Tamimini
yayımladı. Amasya Tamimi Türk İnkılâp Tarihimizde hukukî ve siyasî
önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika
olması bakımından daima özel bir değer ifade etmiştir.
3 Temmuzda Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada bütün
görevlerinden hatta askerlik mesleğinden istifa etti ve milletin bir
ferdi olarak vatanın kurtuluşu için mücadelesine devam etti.
23 Temmuz 1919 günü başlayan Erzurum Kongresi yaptığı çalışmalar
sonrasında on maddelik bir beyanname yayımladı. Erzurum Kongresi
beyannamesi Türk milletinin kendi geleceğinin kendisi tarafından tayin
edilmesi gerektiğini ortaya koymuş ve bu uğurda gerekli her türlü
tedbiri almakta serbest olmasını ifade ederek millî iradeye dinamik ve
pratik bir yön vermiştir.
Erzurum Kongresi Beyannamesi çok az değişiklikle 4-12 Eylül 1919
tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi'nde de kabul edilmiştir.
Geniş katılımın sağlandığı Sivas Kongresinde Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri birleştirilerek "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti" adında tek kuruluş durumuna getirilmiştir. Erzurum
Kongresi'nde ortaya çıkan ve adeta geçici bir hükûmet niteliği taşıyan
"Heyet-i Temsiliye" Sivas Kongresi'nde sayıca genişletilmiş ve Heyet-i
Temsiliye başkanlığına da Mustafa Kemal Paţa getirilmiţtir.
Heyet-i Temsiliye'ye vatanın bütününü temsil etmek yetkisi verildi.
Sivas Kongresi'nde İtilaf Devletleri'ne karşı takınılan tavır daha da
sertleşmiş, milletçe müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir. Sivas
Kongresi'nde ortaya çıkan önemli bir sonuçta ileride Meclis-i Mebusan
tarafından kabul edilecek olan Misak-ı Millî kararlarının tespit
edilmiş olmasıdır.
Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin yanı sıra Batı Anadolu'da toplanan
Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri Millî Mücadele hareketinin ülke
geneline yayılması ve destek görmesi bakımından kayda değer gelişmeler
olarak kabul edilir.
Anadolu'da meydana gelen ve bir tepki olarak ortaya çıkan bütün
kongrelerde millet ve milliyet kavramları ön plândadır. Bu kavramlar
Türk tarih ve kültürünün gelişme seyri içerisinde kaçınılmaz bir netice
olarak siyasî bir kimliğe bürünmüş ve yeni Türk devletinin kuruluşunun
temel felsefesini oluşturmuştur.
Anadolu'daki bu gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri 16 Mart 1920
tarihinde İstanbul'u resmen işgal ederek Meclis-i Mebusanı
dağıtmışlardır. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın dağıtılması ile artık Millî
Mücadele'nin ağırlık merkezi tamamen Anadolu'ya kaymış oluyordu.
Misak-ı Millî
Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919 tarihinde Sivas'tan Ankara'ya geldi
ve meclisin toplanması için hazırlıklara başladı. Sultan Vahideddin
tarafından 21 Aralık 1918'den beri feshedilmiş bulunan mebuslar
meclisinin toplanması için yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa ilk
defa Erzurum mebusu olarak parlâmento üyesi oldu. Meclis-i Mebusan'a
seçilen 168 üyenin ancak 72'si İstanbul'da 12 Ocak 1920 günü açılan
Meclise katılabilmiştir.
Meclis-i Mebusan'ın faaliyet gösterdiği dönem içerisinde aldığı en
önemli karar Misak-ı Millî'nin kabul ve ilânıdır. Müsveddeleri Mustafa
Kemal Paşa tarafından hazırlanan Misak-ı Millî metni Meclis-i
Mebusan'ın 22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınmış üzerinde
çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir.
Gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Millî esasları 17 Şubat 1920 tarihinde dünya kamuoyuna ilân edilmiştir.
Misak-ı Millî, İstiklâl Harbimiz sırasında Türk milletinin maksatlarını
özetleyen ve Millî Mücadele'nin başından sonuna kadar değişmeyen bir
programın adıdır. Mustafa Kemal Paşa, esaslarını Millî Mücadele'den
yıllar önce tespit ettiği ve bulduğu çıkış yolunu cesaretle ortaya
koyduğu bu programın ilk müsveddelerini 1919 yılı Aralık ayı sonunda
yazmıştır.
Misak-ı Millî metni üzerindeki ilk görüşmeler Ankara'da Mustafa Kemal
Paşa'nın idare ettiği Heyet-i Temsiliye toplantılarında yapılmıştır. Bu
özel toplantılar sonunda Türk istiklâlinin esaslarını tanzim eden bir
metin hazırlanmış ve bu metin başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere
Heyet-i Temsiliye üyeleri tarafından imzalanmıştır. Misak-ı Millî metni
Trabzon Mebusu Hüsrev Gerede'ye verilmiş, o da bunu, mecliste sulh
programını tetkikle görevlendirilen komisyona ulaştırmıştır. Yusuf
Kemal Bey hatıratında komisyona gelen metinden söz etmemekte , buna
karşılık Rıza Nur Bey, Misak-ı Millî esaslarının zaten daha önce
İstanbul basınında çıkan çeşitli makalelerdeki cümleler ve hakikatler
olduğunu ifade ederek, "Misak-ı Millî adını düşünen ve onu yapan
İstanbul meclisidir" demektedir. Ona göre meclis, bilinen esaslara bazı
ilaveler yaparak yeni bir düzen vermiştir.
Mustafa Kemal Paşa İtilaf donanmalarının mütareke hükümlerine göre
İstanbul'u fiilen işgal ettiği 13 Kasım 1918 tarihinde bu şehre
gelmişti. Gördüğü manzara karşısında çok sinirlenen Mustafa Kemal
Paşa'nın yaverine söylediği "Geldikleri gibi giderler" sözü meşhurdur.
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçmeden önce İstanbul'da kaldığı altı
aylık süre Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan hazırlık
dönemidir. Bu dönem yakın tarihimizde yeni Türk devletinin
yapılanmasında siyasî ve fikrî temellerin oluştuğu fevkalâde öneme haiz
tarihî hadiseler silsilesi ile doludur.
Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu süre içerisinde düşüncesi, henüz
Mebuslar Meclisi'nde güven almamış bulunan Tevfik Paşa kabinesine,
mecliste güvenoyu verilmesini önleyerek, iş başına millî ülküye bağlı,
azim ve kuvvet sahibi bir kabine geçmesini sağlamaktı. Bu fikrini
tanıdığı ve güvendiği arkadaşlarına, bir kısım milletvekillerine de
kabul ettirmişti. Fert fert yaptığı bu temas ve anlaşmaları yeterli
görmeyerek, Tevfik Paşa kabinesine giderek milletvekillerini toplu bir
hâlde görmek ve fikrini orada da anlatmak istedi. Mustafa Kemal
mecliste bir salonda toplanan milletvekillerine düşüncelerini açık
olarak anlattı ve o gün için alınacak tek tedbirin kabineye güvenoyu
vermemek olduğunu söyledi.
Böyle bir karar karşısında meclisin dağılması ihtimalinden bahsedenlere
bunun muhakkak olduğu ve esasen kabine güvenoyu alırsa ilk işinin yine
meclisi dağıtmak olacağı cevabını verdi. Uzun tartışmalardan sonra bu
hususî toplantıda bulunan milletvekilleri Tevfik Paşa kabinesini
düşürmeye karar verdiler. Biraz sonra meclisin resmî toplantısı açıldı
ve Sadrazam Tevfik Paşa, kabinesiyle gelerek beyannamesini okudu.
İstediği güvenoyunu meclisten tartışma bile olmadan aldı.
Dinleyici localarından birinde meclisin çalışmalarını takip etmiş olan
ve o günkü neticeden hiç memnun kalmayan Mustafa Kemal'in evine döner
dönmez ilk işi, Padişah'ın başyaveri vasıtasıyla Vahdettin'den bir
görüşme istemek oldu. Padişah 22 Kasım 1918 Cuma günü selâmlıktan sonra
kendisini kabul edeceğini bildirmişti.
Padişah, cuma günü herkese tercihen, Mustafa Kemal'i kabul etmiş ve
onun düşündüklerini anlatmasına yer bırakmayarak, ordunun, komutan ve
subaylarının Mustafa Kemal'i çok sevdikleri için onlardan kendisine bir
fenalık gelmeyeceğini temin etmesini istemişti. Buna karşılık Mustafa
Kemal tarafından kendisine sorulan "...ordu tarafından aleyhinize
hazırlanan bir harekete dair malûmat ve mahsusatınız mı var?" sorusuna,
padişah kesin bir cevap vermemekle beraber o gün için değilse bile
ilerisi için böyle bir ihtimali mümkün gördüğünü istemeyerek ifade
etmişti.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da,
iktidara gelmenin bütün yollarını denedikten sonra, Anadolu'ya geçmek
ve "millî mukavemet"te bulunmak gibi "ağır ve kat'i" bir kararı her
yönüyle incelemiş ve "bundan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına"
inanmış idi. Sonunda devletin ve milletin İstanbul'dan
kurtarılamayacağını anlayan M. Kemal Paşa Anadolu'ya geçerek millî
mukavemette bulunma kararını vermiştir. Bu karardan sonra Anadolu'ya
geçerek millî mukavemet kararına varmakla iş bitmemiştir. Bundan sonra
O, mümkünse resmî bir görevle, bu mümkün olmazsa özel olarak Anadolu'ya
geçme ve orada bir Millî Mücadele hareketini başlatmanın çarelerini
aramaya başlamıştır. Bu hususta ona başta Ali Fuat Cebesoy olmak üzere
arkadaşlarının büyük yardımı olmuştur. Önce Mustafa Kemal Paşa'ya
Anadolu'da görev verilmesi için kendisinin hükûmette etkili bir kişiye
tavsiye edilmesi gerekmiştir. Bu işi yapan kişi, Ali Fuat Paşa'dır. Ali
Fuat Paşa, daha sonra dahiliye nazırı olan Mehmet Ali Bey'e Mustafa
Kemal Paşa'yı tavsiye etmiş ve onu bu hususta ikna etmiştir. Mehmet Ali
Bey Samsun ve çevresinde bir asayişsizlik durumu ortaya çıkıp, İngiliz
işgal komutanlığının Osmanlı Hükûmeti'ne protestolu bir rapor verdiği
sırada dahiliye nazırı idi. Damat Ferit Paşa, Mehmet Ali Bey'e dahiliye
nazırı olarak meselenin halli hususunda fikrini sormuştur. O da,
bölgeye dirayetli ve tam salahiyetli bir komutanın gönderilmesi
gerektiği ve bu komutanın da Mustafa Kemal Paşa olabileceği şeklinde
fikrini beyan etmiştir.
Mehmet Ali Bey, meselenin halli için sadece Mustafa Kemal Paşa'yı
tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda sadrazamı bu hususta ikna etmeyi
de başarmıştır. Bu görüşmeden sonra Erkân-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi
Cevat Çobanlı ve Mustafa Kemal Paşalar ile yemek yiyen Damat Ferit
Paşa, bir gün sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya Samsun ve çevresindeki
olayın araştırılmasına Mustafa Kemal Paşa'nın memur edilmesi emrini
vermiştir. Bundan sonra, "9. Ordu Müfettişliği" olarak gerçekleşecek
tarihî tayinin işlemlerine geçecektir.
Türk İstiklâl Savaşı'na başlangıç teşkil eden bu tayin tesadüfler
sonucu olarak değil, Mustafa Kemal Paşa'nın Mütareke Dönemi'nde
gösterdiği şuurlu faaliyetleri sonucu gerçekleşmiştir. Mütareke
Dönemi'nde Mustafa Kemal Paşa memleket meselelerinin dışında veya
gerisinde kalmamıştır. O, herkesin her şeyden ümidini kestiği bir
dönemde kendisine, devletine ve Türk Milleti'ne olan güvenini
yitirmemiştir. Kurtuluşu başka bir devletin himaye ve desteğinde değil,
kendi gücümüzde görmüştür. O'nun Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da
gösterdiği faaliyetlerin temelinde bu inanç ve karar vardır.
Mustafa Kemal Paşa'nın fikrî faaliyetlerinin başlıca hedefi Anadolu'ya
geçerek millî mukavemet hareketini başlatmak olmuştur. O, bu gaye ile
bir taraftan yakın arkadaşlarını bu fikir etrafında hazırlarken, diğer
taraftan bunun tahakkuku için yollar aramıştır. Gerçekten de Mustafa
Kemal Paşa, bu ideal için sadece önüne çıkan fırsatları
değerlendirmekle kalmamış, amacı doğrultusunda yeni fırsatlar meydana
getirerek bunlardan azamî ölçüde yararlanmıştır.
Diğer bir ifade ile O, tarihin önüne çıkardığı fırsatlardan azamî
ölçüde yararlanmasını bilmiştir. Bu büyük liderlere mahsus bir
özelliktir. (Mustafa Kemal ******, Nutuk, Cilt:I-III, Ankara,1984.;
Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953.; Kâzım
Karabekir, İstiklâl Harbinin Esasları, İstanbul,1972.)
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya Geçişi ve Kongreler Dönemi
Mustafa Kemal Paşa için artık tarihî görev başlamıştı. Bu dönemden
sonra Osmanlı Devleti bir süre âdeta iki elden idare edilecekti. Çünkü
Mustafa Kemal Paşa her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul
Hükûmeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye
çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve millî
teşekküllerle muharebe eden, Türk milletini düştüğü kötü durumdan
haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan,
cemiyetleri toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı.
Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gelir gelmez ordu müfettişliği görevinin
kendisine yüklediği görevleri yerine getirmek amacı ile hazırlamış
olduğu 22 Mayıs 1919 tarihli rapor, Millî Mücadele hareketinin, Türk
insanın hangi temel değerleri üzerine bina edildiğini göstermesi
bakımından fevkalade önemledir.
Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden rapor ana hatlarıyla şu fikirleri ihtiva etmekteydi;
* Samsun bölgesi Rumları siyasî emellerinden vazgeçerlerse, asayiş kendiliğinden düzelir,
* Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü yoktur,
* Yunanlıların İzmir'de hakları yoktur. İşgal geçicidir.
*
Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır.
*
Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan sonra ilk iş olarak 28 Mayıs 1919'da
Havza'dan bütün ülkeye, kumandanlara, mülkî amirlere "Millî Teşkilât"
kurmaları ve mitingler düzenlemelerini isteyen bir tamim gönderdi.Bu
tamim doğrultusunda ülkenin her köşesinde İzmir'in işgaline tepki
olarak yüzün üzerinde mitingler tertip edilmiş ve Anadolu Türk
insanının sesi dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır.
Samsun ve Havza'dan sonra Amasya'ya geçen Mustafa Kemal Paşa, 22
Haziran 1919 tarihinde Türk milletine hitaben Amasya Tamimini
yayımladı. Amasya Tamimi Türk İnkılâp Tarihimizde hukukî ve siyasî
önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika
olması bakımından daima özel bir değer ifade etmiştir.
3 Temmuzda Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada bütün
görevlerinden hatta askerlik mesleğinden istifa etti ve milletin bir
ferdi olarak vatanın kurtuluşu için mücadelesine devam etti.
23 Temmuz 1919 günü başlayan Erzurum Kongresi yaptığı çalışmalar
sonrasında on maddelik bir beyanname yayımladı. Erzurum Kongresi
beyannamesi Türk milletinin kendi geleceğinin kendisi tarafından tayin
edilmesi gerektiğini ortaya koymuş ve bu uğurda gerekli her türlü
tedbiri almakta serbest olmasını ifade ederek millî iradeye dinamik ve
pratik bir yön vermiştir.
Erzurum Kongresi Beyannamesi çok az değişiklikle 4-12 Eylül 1919
tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi'nde de kabul edilmiştir.
Geniş katılımın sağlandığı Sivas Kongresinde Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri birleştirilerek "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti" adında tek kuruluş durumuna getirilmiştir. Erzurum
Kongresi'nde ortaya çıkan ve adeta geçici bir hükûmet niteliği taşıyan
"Heyet-i Temsiliye" Sivas Kongresi'nde sayıca genişletilmiş ve Heyet-i
Temsiliye başkanlığına da Mustafa Kemal Paţa getirilmiţtir.
Heyet-i Temsiliye'ye vatanın bütününü temsil etmek yetkisi verildi.
Sivas Kongresi'nde İtilaf Devletleri'ne karşı takınılan tavır daha da
sertleşmiş, milletçe müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir. Sivas
Kongresi'nde ortaya çıkan önemli bir sonuçta ileride Meclis-i Mebusan
tarafından kabul edilecek olan Misak-ı Millî kararlarının tespit
edilmiş olmasıdır.
Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin yanı sıra Batı Anadolu'da toplanan
Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri Millî Mücadele hareketinin ülke
geneline yayılması ve destek görmesi bakımından kayda değer gelişmeler
olarak kabul edilir.
Anadolu'da meydana gelen ve bir tepki olarak ortaya çıkan bütün
kongrelerde millet ve milliyet kavramları ön plândadır. Bu kavramlar
Türk tarih ve kültürünün gelişme seyri içerisinde kaçınılmaz bir netice
olarak siyasî bir kimliğe bürünmüş ve yeni Türk devletinin kuruluşunun
temel felsefesini oluşturmuştur.
Anadolu'daki bu gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri 16 Mart 1920
tarihinde İstanbul'u resmen işgal ederek Meclis-i Mebusanı
dağıtmışlardır. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın dağıtılması ile artık Millî
Mücadele'nin ağırlık merkezi tamamen Anadolu'ya kaymış oluyordu.
Misak-ı Millî
Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919 tarihinde Sivas'tan Ankara'ya geldi
ve meclisin toplanması için hazırlıklara başladı. Sultan Vahideddin
tarafından 21 Aralık 1918'den beri feshedilmiş bulunan mebuslar
meclisinin toplanması için yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa ilk
defa Erzurum mebusu olarak parlâmento üyesi oldu. Meclis-i Mebusan'a
seçilen 168 üyenin ancak 72'si İstanbul'da 12 Ocak 1920 günü açılan
Meclise katılabilmiştir.
Meclis-i Mebusan'ın faaliyet gösterdiği dönem içerisinde aldığı en
önemli karar Misak-ı Millî'nin kabul ve ilânıdır. Müsveddeleri Mustafa
Kemal Paşa tarafından hazırlanan Misak-ı Millî metni Meclis-i
Mebusan'ın 22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınmış üzerinde
çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir.
Gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Millî esasları 17 Şubat 1920 tarihinde dünya kamuoyuna ilân edilmiştir.
Misak-ı Millî, İstiklâl Harbimiz sırasında Türk milletinin maksatlarını
özetleyen ve Millî Mücadele'nin başından sonuna kadar değişmeyen bir
programın adıdır. Mustafa Kemal Paşa, esaslarını Millî Mücadele'den
yıllar önce tespit ettiği ve bulduğu çıkış yolunu cesaretle ortaya
koyduğu bu programın ilk müsveddelerini 1919 yılı Aralık ayı sonunda
yazmıştır.
Misak-ı Millî metni üzerindeki ilk görüşmeler Ankara'da Mustafa Kemal
Paşa'nın idare ettiği Heyet-i Temsiliye toplantılarında yapılmıştır. Bu
özel toplantılar sonunda Türk istiklâlinin esaslarını tanzim eden bir
metin hazırlanmış ve bu metin başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere
Heyet-i Temsiliye üyeleri tarafından imzalanmıştır. Misak-ı Millî metni
Trabzon Mebusu Hüsrev Gerede'ye verilmiş, o da bunu, mecliste sulh
programını tetkikle görevlendirilen komisyona ulaştırmıştır. Yusuf
Kemal Bey hatıratında komisyona gelen metinden söz etmemekte , buna
karşılık Rıza Nur Bey, Misak-ı Millî esaslarının zaten daha önce
İstanbul basınında çıkan çeşitli makalelerdeki cümleler ve hakikatler
olduğunu ifade ederek, "Misak-ı Millî adını düşünen ve onu yapan
İstanbul meclisidir" demektedir. Ona göre meclis, bilinen esaslara bazı
ilaveler yaparak yeni bir düzen vermiştir.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Meclis-i Mebusan'a intikal eden metin, 22 Ocak 1920'de Felah-ı Vatan
Grubunun gizli toplantısında Hüsrev Bey tarafından okunmuş, 28 Ocak
1920'de de resmî olmayan gizli toplantıda oylanarak mevcut bütün
üyelerin ittifakı ile kabul edilmiştir. Adı geçen meclisin yaptığı
başlıca işe yarar şey de bu olmuştur. Misak-ı Millî veya Ahd-ı Millî
Beyannamesi olarak adlandırılan bu belge, İstanbul'un işgali ve
mebuslar meclisinin tasfiyesi üzerine Ankara'da toplanan ve Türk
milletinden feyz alan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunun
yegâne nedeni olmuştur. Toplandığı ilk gün millî Misak'a bağlılığını
açıklayan meclis, bu sadakatini sarsılmaz bir şekilde sürdürmüş ve onun
gerçekleşmesini amaç bilmiştir.
Misak-ı Millî sınırları esasen, I.Dünya Savaşı'nda düşmanlarımız olan
İtilaf Devletleri'nin Osmanlı Devleti'ne taahhütleri idi. Müttefikimiz
Almanların yenilmesi ile Mondros Mütarekesi'nin tatbikatından önce,
Ahd-ı Millî ile çizilen sınırları bize garanti etmişlerdi. Bu garanti
olağan bir şeydi. Yenik olarak çıktığımız bir savaşın sonunda dahi,
Hatay, Musul-Kerkük, hatta Batum ve Halep Türk sınırları içerisindeydi.
Batı Trakya Türkiye'ye katılmaya hazır, Boğazlar, bütün hukuku ile
hükmümüze bağlı idi. Kıbrıs iade edilmek üzere İngilizler'e
kiralanmıştı. Yani, İngilizler ve Fransızlar, verdikleri sözden
dönmeselerdi, Türkler, İstiklâl Savaşı olmadan dahi Millî Misak
sınırlarını koruyacaktı.
İstiklâl Harbi'nin sonunda ise, verilen o muazzam mücadeleye rağmen
Lozan Barışı'ndan düşmesi gereken pay alınamamıştır. Hâlâ da kudsî
yemin sınırlarımızın çok gerisindeyiz. Gerçi, Lozan'ı içine
sindiremeyen girişimleri ile ******, Hatay'ı Türkiye'ye bağlatmış ve
boğazlar üzerindeki hayati hukukumuzu geri aldırmıştı. Lâkin,
******'ün ölümünden sonra, gözden ve gönülden çıkarılan Millî Misak
ülküsü tamamen yanlış algılanır olmuştur.
******, Misak-ı Millî ile ilgili olarak şunları söylemektedir. "Türk
milletinin , kalbinden, vicdanından sahih ve mülhem olan en esaslı, en
bariz arzu ve iman malum olmuştu : Kurtuluş...Erzurum ve Sivas
Kongreleri'nde arzu-yu millî tebellür ettirilmiş ve ifade
olunmuştu...Milletin amal ve maksadını da . kısa bir programa esas
olacak surette toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Millî
unvanı adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek
maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi'nde bu esaslar, hakikaten
toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur...Malumdur ki, Erzurum ve
Sivas Kongreleri'nde tespit olunan esasat, son Osmanlı Meclis-i
Mebusanı'nca kabul ve teyit olunup, Misak-ı Millî namı altında, züpte
edilmiş idi. Bu esasat, Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından da
kabul edilerek, o daire dahilinde memleketin tamamiyyetini ve milletin
istiklâlini temin ederek sulhu müsalemeti istihsale çalışıyordu."
Mustafa Kemal Paşa'nın da yukarıda yer alan ifadelerinde de tespit
ettiği gibi Misak-ı Millî, Millî iradeyi temsil eden milletvekillerinin
namüsait şartlarda ortaya koyduğu bağımsızlık bildirgesidir.
Misak-ı Millî ne bir efsane, ne de tarihîn derinliklerinden intikal
etmiş bir destandır. Misak-ı Millî, Türklerin var olduğu devirlerden
itibaren karakterinde mevcut olduğuna inandığımız İstiklâl fikrinin
modern manadaki ifadesi ve tezahürüdür. Misak-ı Millî bölünmez bir Türk
yurdunun sınırlarını tespit eden ve günümüzde de canlılığını muhafaza
eden fevkalâde öneme haiz hukukî ve siyasî bir vesikadır.
Kuva-yı Milliye
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla İstanbul Hükûmeti ve buna bağlı
olarak ordu İtilaf Devletleri'nin kontrolüne girmiş, devlet
müesseseleri vazifelerini yerine getiremez duruma gelmişti. Türk
milleti uğradığı haksızlıkların önüne geçilmesi hususunda resmî
makamlara yapmış olduğu müracaat sonuç vermeyince vazifenin kendine
düştüğünü kabullenip, işgal gören bölgelerde düşmana karşı harekete
geçti. İşte bu direniş hareketini başlatanlara Kuva-yı Milliye(Millî
Kuvvetler) adı verilmiştir.
Mili Mücadele tarihimizde "Kuva-yı Milliye" deyiminin biri dar, diğeri
geniş olmak üzere iki ayrı manası vardır. Bunlardan ilki "Milis"
teşkilâtı adıyla da anılan millî kuvvetleri, yani silâhlı mukavemet
teşkilatını anlatmaktadır. Diğeri ise Millî Mücadele'yi bütünüyle içine
alan daha geniş bir anlamı ifade eder. Bu geniş mana içerisinde
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Kongreler, İlk Büyük Millet Meclisi ,
Misak-ı Millî gibi dönemin temel gelişmeleri yer almaktadır.
Yakın tarihimizde Kuva-yı Milliye dönemi İzmir'in işgali ile I.İnönü
Muharebesi arasında geçen yaklaşık bir buçuk yıllık (Mayıs 1919-Aralık
1920) dönemi ihtiva eder. Bu zaman zarfında fiilen yabancı işgaline
karşı koyan Kuva-yı Milliye hareketi Osmanlı Devleti'ne bağlı bir
kuvvet hüviyetinde değildir. Mevcut hükûmetten ayrı fakat Türk
milletine dayanan ve onun adına faaliyet gösteren, dolayısıyla yalnız
Anadolu Türk halkının bünyesinden çıkmış bir direniş hareketidir.
Kuva-yı Milliye'nin ortaya çıkışı bir siyasî parti hüviyetinde de
olmamış, taraftarlarını memnun edecek mevkileri ve memuriyetleri de
vaat etmemiştir. Buna rağmen az zamanda ülke genelinde samimî bir Türk
birliği meydana getirmiş olmasını ancak halkın "hâlet-i ruhiyyesi",
geçirdiği sıkıntılar ve istiklâlini müdafaa hususundaki hassasiyeti ile
izah etmek mümkündür.
Kuva-yı Milliye'nin Milli Mücadele döneminde birçok faydaları olmuştur.
Sağladığı en önemli fayda, dünya kamuoyunda Türk halkının Yunan
işgalini sükûnetli karşılığı kanaatinin yerleşmesini önlemek ve Milli
Mücadele hareketini mazlum bir milletin istiklâl hareketi olarak
göstermek olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa "Anadolu'ya ayak bastığım zaman milleti bir istiklâl
cidaline hazır ve teşne bir hâlde buldum" derken mevcut olan bu ortamın
geniş bir propaganda şebekesi vasıtasıyla sağlandığı anlamına gelmediği
açıktır. Anadolu Türkünün bu noktaya gelmesini sahip olduğu "cevher-i
aslî"sinden çıkan tabiî ve an'anevî bir netice olarak kabul etmek en
isabetli görüş olacaktır. "Kuva-yı Milliye" ruhundan anlaşılması
gereken mana da bu olmalıdır." demiştir
Kuva-yı Milliye ruhu sadece Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan bir
vakıa değildir. Kaynağını Türk milletinin bilinmeyen tarihinden bu
tarafa sahip olduğu ve nesilden nesile intikal etmiş olan ilk
cevherinden alan yeni bir Türk ruhudur. Yahya Kemal bu anlayışı şu
şekilde dile getirmektedir.:
"Anadolu'nun bu üç senelik tarihi yeni Türk ruhu olduğunu, en görmek
istemeyen gözlere bile gösteriyor. Avrupalılar, Amerikalılar İstanbul'a
geliyorlar. Bu hadisenin ne olduğunu bizden soruyorlar, daha yakından
seçebilmek için Anadolu'ya kadar gidiyorlar. İnkârdan şüpheye, şüpheden
tereddüde, tereddütten inanmaya doğru günden güne beliren bir hareket
var. Bir gün gelecek ki bir Türklük , yeni bir Türk ruhu tâ karşıdan
seçilecek"
Milli Mücadele dönemi aydınlarının eserleri incelendiğinde Kuva-yı
Milliye ruhunun Türk milleti için yeni bir istiklâl mücadelesini ifade
ettiği hususunda müşterek bir görüşün ortaya çıktığı görülür. İstiklâl
mücadelesinden amaç ise; Türklerin ekseriyeti teşkil ettiği bir coğrafî
alan içerisinde "Türk milletinin gerek irfanca ve gerek iktisadiyatça
bilâkaydü şart her türlü haricî nüfuzlardan ve kayıtlardan azade olarak
kendi vesaitiyle azami inkişafına mazhar olmasıdır. "
Millî İstiklâl davasına atılmış olan Türk milleti bu dava devam ettiği
sürece, bu istiklâle inanan ve onu gerçekleştirmek için hesapsız
fedakarlığı göze alan bir ruh hâleti içerisinde olmuştur. Bu esrarengiz
şuur hiçbir, ilmin, hiçbir eğitimin ve hiçbir propagandanın mahsulü
değil, Türk karakterinin samimî bir tezahürüdür.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Kuva-yı Milliye, "Millilik"
vasfının ön plânda tutulduğu, millî istiklâl ve iktisadî hürriyet
mücadelesinin hareket noktasıdır. İstiklâl Savaşı'nda, millî heyecana
dinî heyecanın da karıştığı, din ve milliyet fikirlerinin birbirinden
ayrılmadığı şüphe götürmez bir gerçek olmakla beraber, o dönemin dinî
duygularının millî bir karakter taşıdığı ve "millilik" vasfına hizmet
ettiği söylenebilir.
Millî Mücadele'nin yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ilk
sayılarından birinde Kuva-yı Milliye'yi kamuoyuna şu şekilde
anlatmaktadır:
"Kuva-yı Milliye, milletin ruhundan ve ihtiyacı beka ve istiklâlinden
doğmuş bir vahdettir ki, onu hiçbir şey ihlal edemeyecektir".
Sonuç olarak Kuva-yı Milliye ruhu yüksek bir siyasî olgunluk seviyesine
gelmiş bir milletin, bu siyasî kudretini en azametli ve göz kamaştırıcı
bir şekilde kullanmasından başka bir şey değildir. Kuva-yı Milliye'yi
ortaya çıkaran "ruh" bu hareketin başlangıç dönemi ile de sınırlı
kalmamıştır. Millî Mücadele dönemi boyunca Türk halkının müşterek ve
hâkim anlayışını ifade etmiş, yeni Türk devletinin kurulmasında bir
manevî menbaa olmuş, yaşatılmasında milletin tarihi tekâmüllerinden
kaynaklanan manevî dayanağı temsil etmiştir. Kuva-yı Milliye'nin boz
kalpaklı kahramanlarının o günkü ruh hâli bugünde Türk milletinin
benliğinde yaşamaktadır. Bu günkü yeni nesil, bedeli can ve kan ile
ödenmiş Türk vatanının muhafazasında fevkalâde hassas olan sessiz
ekseriyettir ve Millî Mücadele hareketinin Türk milleti adına
gerçekleştirildiğini asla unutmamalıdır.
Grubunun gizli toplantısında Hüsrev Bey tarafından okunmuş, 28 Ocak
1920'de de resmî olmayan gizli toplantıda oylanarak mevcut bütün
üyelerin ittifakı ile kabul edilmiştir. Adı geçen meclisin yaptığı
başlıca işe yarar şey de bu olmuştur. Misak-ı Millî veya Ahd-ı Millî
Beyannamesi olarak adlandırılan bu belge, İstanbul'un işgali ve
mebuslar meclisinin tasfiyesi üzerine Ankara'da toplanan ve Türk
milletinden feyz alan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunun
yegâne nedeni olmuştur. Toplandığı ilk gün millî Misak'a bağlılığını
açıklayan meclis, bu sadakatini sarsılmaz bir şekilde sürdürmüş ve onun
gerçekleşmesini amaç bilmiştir.
Misak-ı Millî sınırları esasen, I.Dünya Savaşı'nda düşmanlarımız olan
İtilaf Devletleri'nin Osmanlı Devleti'ne taahhütleri idi. Müttefikimiz
Almanların yenilmesi ile Mondros Mütarekesi'nin tatbikatından önce,
Ahd-ı Millî ile çizilen sınırları bize garanti etmişlerdi. Bu garanti
olağan bir şeydi. Yenik olarak çıktığımız bir savaşın sonunda dahi,
Hatay, Musul-Kerkük, hatta Batum ve Halep Türk sınırları içerisindeydi.
Batı Trakya Türkiye'ye katılmaya hazır, Boğazlar, bütün hukuku ile
hükmümüze bağlı idi. Kıbrıs iade edilmek üzere İngilizler'e
kiralanmıştı. Yani, İngilizler ve Fransızlar, verdikleri sözden
dönmeselerdi, Türkler, İstiklâl Savaşı olmadan dahi Millî Misak
sınırlarını koruyacaktı.
İstiklâl Harbi'nin sonunda ise, verilen o muazzam mücadeleye rağmen
Lozan Barışı'ndan düşmesi gereken pay alınamamıştır. Hâlâ da kudsî
yemin sınırlarımızın çok gerisindeyiz. Gerçi, Lozan'ı içine
sindiremeyen girişimleri ile ******, Hatay'ı Türkiye'ye bağlatmış ve
boğazlar üzerindeki hayati hukukumuzu geri aldırmıştı. Lâkin,
******'ün ölümünden sonra, gözden ve gönülden çıkarılan Millî Misak
ülküsü tamamen yanlış algılanır olmuştur.
******, Misak-ı Millî ile ilgili olarak şunları söylemektedir. "Türk
milletinin , kalbinden, vicdanından sahih ve mülhem olan en esaslı, en
bariz arzu ve iman malum olmuştu : Kurtuluş...Erzurum ve Sivas
Kongreleri'nde arzu-yu millî tebellür ettirilmiş ve ifade
olunmuştu...Milletin amal ve maksadını da . kısa bir programa esas
olacak surette toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Millî
unvanı adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek
maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi'nde bu esaslar, hakikaten
toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur...Malumdur ki, Erzurum ve
Sivas Kongreleri'nde tespit olunan esasat, son Osmanlı Meclis-i
Mebusanı'nca kabul ve teyit olunup, Misak-ı Millî namı altında, züpte
edilmiş idi. Bu esasat, Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından da
kabul edilerek, o daire dahilinde memleketin tamamiyyetini ve milletin
istiklâlini temin ederek sulhu müsalemeti istihsale çalışıyordu."
Mustafa Kemal Paşa'nın da yukarıda yer alan ifadelerinde de tespit
ettiği gibi Misak-ı Millî, Millî iradeyi temsil eden milletvekillerinin
namüsait şartlarda ortaya koyduğu bağımsızlık bildirgesidir.
Misak-ı Millî ne bir efsane, ne de tarihîn derinliklerinden intikal
etmiş bir destandır. Misak-ı Millî, Türklerin var olduğu devirlerden
itibaren karakterinde mevcut olduğuna inandığımız İstiklâl fikrinin
modern manadaki ifadesi ve tezahürüdür. Misak-ı Millî bölünmez bir Türk
yurdunun sınırlarını tespit eden ve günümüzde de canlılığını muhafaza
eden fevkalâde öneme haiz hukukî ve siyasî bir vesikadır.
Kuva-yı Milliye
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla İstanbul Hükûmeti ve buna bağlı
olarak ordu İtilaf Devletleri'nin kontrolüne girmiş, devlet
müesseseleri vazifelerini yerine getiremez duruma gelmişti. Türk
milleti uğradığı haksızlıkların önüne geçilmesi hususunda resmî
makamlara yapmış olduğu müracaat sonuç vermeyince vazifenin kendine
düştüğünü kabullenip, işgal gören bölgelerde düşmana karşı harekete
geçti. İşte bu direniş hareketini başlatanlara Kuva-yı Milliye(Millî
Kuvvetler) adı verilmiştir.
Mili Mücadele tarihimizde "Kuva-yı Milliye" deyiminin biri dar, diğeri
geniş olmak üzere iki ayrı manası vardır. Bunlardan ilki "Milis"
teşkilâtı adıyla da anılan millî kuvvetleri, yani silâhlı mukavemet
teşkilatını anlatmaktadır. Diğeri ise Millî Mücadele'yi bütünüyle içine
alan daha geniş bir anlamı ifade eder. Bu geniş mana içerisinde
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Kongreler, İlk Büyük Millet Meclisi ,
Misak-ı Millî gibi dönemin temel gelişmeleri yer almaktadır.
Yakın tarihimizde Kuva-yı Milliye dönemi İzmir'in işgali ile I.İnönü
Muharebesi arasında geçen yaklaşık bir buçuk yıllık (Mayıs 1919-Aralık
1920) dönemi ihtiva eder. Bu zaman zarfında fiilen yabancı işgaline
karşı koyan Kuva-yı Milliye hareketi Osmanlı Devleti'ne bağlı bir
kuvvet hüviyetinde değildir. Mevcut hükûmetten ayrı fakat Türk
milletine dayanan ve onun adına faaliyet gösteren, dolayısıyla yalnız
Anadolu Türk halkının bünyesinden çıkmış bir direniş hareketidir.
Kuva-yı Milliye'nin ortaya çıkışı bir siyasî parti hüviyetinde de
olmamış, taraftarlarını memnun edecek mevkileri ve memuriyetleri de
vaat etmemiştir. Buna rağmen az zamanda ülke genelinde samimî bir Türk
birliği meydana getirmiş olmasını ancak halkın "hâlet-i ruhiyyesi",
geçirdiği sıkıntılar ve istiklâlini müdafaa hususundaki hassasiyeti ile
izah etmek mümkündür.
Kuva-yı Milliye'nin Milli Mücadele döneminde birçok faydaları olmuştur.
Sağladığı en önemli fayda, dünya kamuoyunda Türk halkının Yunan
işgalini sükûnetli karşılığı kanaatinin yerleşmesini önlemek ve Milli
Mücadele hareketini mazlum bir milletin istiklâl hareketi olarak
göstermek olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa "Anadolu'ya ayak bastığım zaman milleti bir istiklâl
cidaline hazır ve teşne bir hâlde buldum" derken mevcut olan bu ortamın
geniş bir propaganda şebekesi vasıtasıyla sağlandığı anlamına gelmediği
açıktır. Anadolu Türkünün bu noktaya gelmesini sahip olduğu "cevher-i
aslî"sinden çıkan tabiî ve an'anevî bir netice olarak kabul etmek en
isabetli görüş olacaktır. "Kuva-yı Milliye" ruhundan anlaşılması
gereken mana da bu olmalıdır." demiştir
Kuva-yı Milliye ruhu sadece Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan bir
vakıa değildir. Kaynağını Türk milletinin bilinmeyen tarihinden bu
tarafa sahip olduğu ve nesilden nesile intikal etmiş olan ilk
cevherinden alan yeni bir Türk ruhudur. Yahya Kemal bu anlayışı şu
şekilde dile getirmektedir.:
"Anadolu'nun bu üç senelik tarihi yeni Türk ruhu olduğunu, en görmek
istemeyen gözlere bile gösteriyor. Avrupalılar, Amerikalılar İstanbul'a
geliyorlar. Bu hadisenin ne olduğunu bizden soruyorlar, daha yakından
seçebilmek için Anadolu'ya kadar gidiyorlar. İnkârdan şüpheye, şüpheden
tereddüde, tereddütten inanmaya doğru günden güne beliren bir hareket
var. Bir gün gelecek ki bir Türklük , yeni bir Türk ruhu tâ karşıdan
seçilecek"
Milli Mücadele dönemi aydınlarının eserleri incelendiğinde Kuva-yı
Milliye ruhunun Türk milleti için yeni bir istiklâl mücadelesini ifade
ettiği hususunda müşterek bir görüşün ortaya çıktığı görülür. İstiklâl
mücadelesinden amaç ise; Türklerin ekseriyeti teşkil ettiği bir coğrafî
alan içerisinde "Türk milletinin gerek irfanca ve gerek iktisadiyatça
bilâkaydü şart her türlü haricî nüfuzlardan ve kayıtlardan azade olarak
kendi vesaitiyle azami inkişafına mazhar olmasıdır. "
Millî İstiklâl davasına atılmış olan Türk milleti bu dava devam ettiği
sürece, bu istiklâle inanan ve onu gerçekleştirmek için hesapsız
fedakarlığı göze alan bir ruh hâleti içerisinde olmuştur. Bu esrarengiz
şuur hiçbir, ilmin, hiçbir eğitimin ve hiçbir propagandanın mahsulü
değil, Türk karakterinin samimî bir tezahürüdür.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Kuva-yı Milliye, "Millilik"
vasfının ön plânda tutulduğu, millî istiklâl ve iktisadî hürriyet
mücadelesinin hareket noktasıdır. İstiklâl Savaşı'nda, millî heyecana
dinî heyecanın da karıştığı, din ve milliyet fikirlerinin birbirinden
ayrılmadığı şüphe götürmez bir gerçek olmakla beraber, o dönemin dinî
duygularının millî bir karakter taşıdığı ve "millilik" vasfına hizmet
ettiği söylenebilir.
Millî Mücadele'nin yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ilk
sayılarından birinde Kuva-yı Milliye'yi kamuoyuna şu şekilde
anlatmaktadır:
"Kuva-yı Milliye, milletin ruhundan ve ihtiyacı beka ve istiklâlinden
doğmuş bir vahdettir ki, onu hiçbir şey ihlal edemeyecektir".
Sonuç olarak Kuva-yı Milliye ruhu yüksek bir siyasî olgunluk seviyesine
gelmiş bir milletin, bu siyasî kudretini en azametli ve göz kamaştırıcı
bir şekilde kullanmasından başka bir şey değildir. Kuva-yı Milliye'yi
ortaya çıkaran "ruh" bu hareketin başlangıç dönemi ile de sınırlı
kalmamıştır. Millî Mücadele dönemi boyunca Türk halkının müşterek ve
hâkim anlayışını ifade etmiş, yeni Türk devletinin kurulmasında bir
manevî menbaa olmuş, yaşatılmasında milletin tarihi tekâmüllerinden
kaynaklanan manevî dayanağı temsil etmiştir. Kuva-yı Milliye'nin boz
kalpaklı kahramanlarının o günkü ruh hâli bugünde Türk milletinin
benliğinde yaşamaktadır. Bu günkü yeni nesil, bedeli can ve kan ile
ödenmiş Türk vatanının muhafazasında fevkalâde hassas olan sessiz
ekseriyettir ve Millî Mücadele hareketinin Türk milleti adına
gerçekleştirildiğini asla unutmamalıdır.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
YENİ TÜRK DEVLETİ'NİN KURULUŞU
CUMHURİYETİN İLÂNI
1-Büyük Millet Meclisinin Açılması
ve Yeni Türk Devleti'nin Kuruluşu
Mustafa Kemal Paşa, 8 Nisan'da yayımladığı bildiride, Damat Ferid'in
Aydın ilini Yunanistan'a teslim ettiğini, tecavüze uğrayan Türklerin
müdafaasına engel olduğunu, İtilaf Devletleri'ni askerî işgalde
bulunmaya davet ettiğini fakat milletin bu sefer tedbirli ve hazırlıklı
davranacağını Damad Ferit Hükûmetini tanımayacağını açıklıyordu.
İstanbul işgal altında olduğundan normal faaliyetini sürdüremeyen
Mebuslar Meclisi'nin olağanüstü yetki ile Ankara'da toplanması için her
türlü tedbir alınmıştı. 19 Mart 1920'de bu hususta her tarafa bildiri
gönderildi. Yapılan seçimler sonunda mebuslar Ankara'da toplandılar. 23
Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal Paşa derhâl
bir hükûmet teşkil edilmesini istedi. Meclis, kurucu meclislerin sahip
oldukları bütün haklara sahip olduğu gibi hükûmet vazifesini de üzerine
almış bulunuyordu. Yeni kurulan bu devlet teşri, icra ve kaza
kuvvetlerini kendinde topladığından bir "cumhuriyet" demekti. Fakat
şartlar uygun olmadığından bu deyim o dönemde kullanılmamıştır. Mustafa
Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına seçildi; böylece
hem devlet, hem de hükûmetin başına geçmiş oldu.
Büyük Millet Meclisi, ilk iş olarak çıkarttığı 29 Nisan 1920 tarihinde
Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile yurtta meydana gelen olumsuz cereyanları
önlemek, ayaklanmaları kışkırtanları ve ayaklanmalara katılanları yola
getirmeyi amaçlıyordu.
Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun çıkarılmasından hemen sonra Büyük Millet
Meclisi, 3 Mayıs 1920'de şu 11 vekili seçerek programını yapmış ve yeni
Türk Devleti'nin ilk hükûmetini I.İcra Vekilleri Heyeti adıyla
kurmuştur.
* Bakan:Mustafa Kemal Paşa,
* İçişleri: Cami Bey (Aydın),
* Adliye; C.Arif Bey (Erzurum),
* Bayındırlık :İ. Fazıl Paşa (Yozgat),
* Dışişleri :Bekir Sami Bey (Amasya ),
* Sağlık :Adnan Adıvar (İstanbul),
* İktisat :Yusuf Kemal Tengirşenk (Kastamonu),
* Maliye:Hakkı Behiç (Denizli ),
* Maarif r. Rıza Nur (Sinop ),
* Millî Müdafaa:Fevzi Paşa (Kozan-Adana ),
* Erkan-ı Harbiye :Albay İsmet İnönü (Edirne ).
İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet tarihimizde fevkalâde
önemli bir mevkiye sahiptir. İlk meclisin fevkalâdeliği farklı ve zıt
fikirlere sahip milletvekillerinden meydana gelmiş olmasına rağmen ülke
savunması ve bütünlüğü konusunda tek bir ses ve tek bir yürek
olabilmesidir. Bu temel hassasiyetine bağlı olarak ilk meclisin diğer
özelliklerini de şu şekilde sıralayabiliriz;
1. Bu meclis her şeyden önce millî bir meclistir. Meclis üyeleri
tamamiyle Türklerden oluşmuştur. Bundan dolayı da "Meclis-i Kebir-i
Millî "adını almıştır.
2. Meclis idealist, demokratik bir ruha sahiptir.
3. Olağanüstü hâl meclisidir. Yasama, yürütme ve yargı kavramlarını
temel güçler olarak benimsemiş olmakla beraber bu güçleri kendi
bünyesinde toplamıştır.
4. Meclisin temeli ve bekası fedakârlık esasına dayandırılmıştır.
5. Şüphesiz bu meclis kahraman bir meclisti.
Kısaca İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk milletinin tarihteki mevkiine paralel yüksek seviyeli bir meclisti.
2-TBMM'nin Açılmasından Sonra
Meydana Gelen Askerî ve Siyasî Olaylar
Türk İstiklâl Savaşı'nda, girişilen mücadeleyi başarısızlığa uğratmak
için, ülke sınırları dahilinde çeşitli yörelerde iç isyanlar meydana
gelmiştir. Bu tür isyanların bir kısmı saltanat ve hilâfet adına, bir
kısmı da Türk yurdunu parçalayarak yeni siyasî oluşumları
gerçekleştirmek amacıyla çıkarılmıştır. BMM'nin meşruiyetine karşı
çıkarılan ve ülke bütünlüğünü tehlikeye düşüren, askerî, siyasî ve
sosyal yönlerden büyük zararlar meydana getiren bu isyanlar sonuç
itibariyle BMM Hükûmeti tarafından bastırılmıştır.Anadolu'da meydana
gelen iç isyanların yanı sıra Doğu Anadolu Rus destekli Ermenilerin,
Güney Anadolu ise İngiliz Ermeni ve Fransızların işgaline uğramıştı.
Buna karşılık Türkiye Büyük Millet Meclisi, Misak-ı Milli sınırları
içindeki topraklarının bir bütün olduğunu kabul etmiş ve bunu
gerçekleţtirmek için harekete geçmiştir.
İlk olarak Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki kuvvetler Ermeniler'i
bozguna uğratarak Sarıkamış ve Kars'ı Türkiye'ye kazandıran Gümrü
Antlaşmasını 2 Aralık 1920 tarihinde imzaladı. Kısa süre sonra anlaşma
yoluyla Ardahan ve Artvin de ana vatana bağlandı. Böylece Misak-ı
Millî'nin Doğu Anadolu'daki sınırına kısmen ulaşılmış oluyordu.
Güney ve Güneydoğu Anadolu'da meydana gelen işgale karşı bölge halkı
kendi imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koymaya çalışmıştır. Bu
bölgelerimizde açılan Adana, Maraş, Urfa ve Antep Cepheleriyle
Anadolu'da kurtuluşa giden yol açılmıştır. Güney cephelerimizde Türk
kuvvetlerinin kazandığı zaferler sonucu Fransa, 20 Ekim 1921'de Ankara
Hükûmeti ile Ankara İtilâfnamesini imzalamak zorunda kaldı. Bu
antlaşma, Fransa ile Türkiye arasındaki savaşı sona erdirmiş, Türklere
karşı batılı devletlerin kurmuş oldukları ortak cephe yıkılmıştır.
Doğu ve kısmen güney cephelerinde çarpışmalar başarıyla sona erince
Ankara Hükûmeti bütün gücüyle Batı Cephesi'ne yönelme imkanı buldu.
Batı Cephesi'ndeki dağınık birlikler düzenli bir ordu hâline getirildi
ve cephe komutanlığına İsmet Bey (İnönü) atandı.
Bu sırada ileri harekâta geçen Yunan kuvvetleri 9 Temmuz 1920'de
Bursa'yı işgal ederek Eskişehir yönünde ilerlemeye başladı.
İnegöl-Pazarcık yoluyla ilerleyen Yunanlılar İnönü mevkiinde Türk
kuvvetleriyle karşılaştılar. 9-10 Ocak 1921 günlerinde savaş sürdü.
Yunan kuvvetleri 11 Ocakta geriye çekildiler. Üç aylık bir aradan sonra
yeniden saldırıya geçen Yunanlılar, 23-31 Mart 1921 tarihleri arasında
yine İnönü'de Türk kuvvetleri karşısında bozguna uğradılar. Fakat yeni
birliklerle desteklenen Yunan Ordusu 10 Temmuzda saldırıya geçerek
Afyon (13 Temmuz), Kütahya (17 Temmuz) ve Eskişehir'i (19 Temmuz) işgal
ettiler. Türk ordusu Sakarya hattına çekildi. Yunanlılar'ın son büyük
saldırısı Sakarya hattında durduruldu. 22 gün ve gece süren (23
Ağustos-13 Eylül 1921) Sakarya savaşı Türk ordusunun zaferiyle
sonuçlandı. Artık saldırı sırası Türk ordusuna gelmişti. Anadolu'dan
düşman kuvvetlerini atmak için bir yıllık bir hazırlıktan sonra 26
Ağustos 1922 tarihinde saldırıya geçildi. 30 Ağustosta düşman
kuvvetleri perişan edildi. Yunan başkomutanı Trikopis esir edildi (2
Eylül 1922). 9 Eylülde İzmir'de Yunan kuvvetleri denizine döküldü. 11
Eylülde Bursa kurtarıldı. Esirlerden başka Anadolu'da başka Yunan
askeri kalmadı.
Yunan kuvvetlerinin ezilmesinden sonra Mudanya'da mütareke görüşmeleri
3 Ekim 1922 tarihinde başladı.11 Ekimde imzalanan Mudanya Mütarekesi'ne
göre, Türkler ile Yunanlılar arasındaki savaş 14-15 Ekim gecesi sona
erecek, Meriç ırmağına kadar olan Doğu Trakya Yunanlılar tarafından
boşaltılacak ve İstanbul, barış antlaşması imzaladıktan sonra İtilaf
Devletlerince boşaltılacaktı.
Trakya'yı teslim almak için 19 Ekim 1922 'de İstanbul'a gelen Ankara
temsilcisi Refet Paşa büyük gösterilerle karşılandı. 4 Kasım'da
İstanbul Hükûmeti kendi görevinin sona erdiğini ilan etti. 26 Kasım'da
Trakya Türk yönetimine geçti. Böylece Yunan işgaline uğramış olan bütün
vatan toprakları kurtarılmış oluyordu.
Sıra barışın yapılmasına gelmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükûmeti 20 Kasım 1922 tarihinde toplanan Lozan Konferansı'na İsmet
Paşa başkanlığında bir heyet gönderdi. Görüşmeler 4 Şubat 1923'te
kesildi. Ancak tarafların barış isteği ağır basınca 23 Nisan'da
görüşmeler yeniden başladı ve 23 Temmuz 1923 tarihinde XX. yüzyılın en
önemli barış antlaşmalarından biri olan Lozan Antlaşması imzalanarak
yeni Türk Devleti dünyaca tanınıyor, sınırları saptanıyordu.
Türkler dışında, Birinci Dünya savaşının bütün mağlûp devletleri,
kendilerine zorla kabul ettirilen antlaşmalara boyun eğmek zorunda
kalmışlardı. Türk milleti ise Sevres Antlaşması gibi bir esaret
belgesini kendi tarihinin şeref ve haysiyetine layık görmemiş,
istiklâlinin sona erdiğinin zannedildiği bir anda, vatanın müdafaası
için neler yapabileceğini düşmanlarına önce savaş meydanlarında
göstermiştir. Daha sonra bu başarılarını I.Dünya Savaşı'nın
galiplerine, karşılıklı eşitlik prensibine dayanan bir antlaşmayla
tasdik ettirmiş kendi üzerine oynanan bütün oyunları bozmuştur.
I. Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan adaletsiz anlaşmalar, Avrupa'da
yeni bir savaşın çıkmasına sebep olup yürürlükten kalkmış fakat gerçek
barışın kurulmaya çalışıldığı Lozan Andlaşması ise I. Dünya Savaşı
sonrasının günümüze kadar geçerliğini koruyan tek antlaşması olmuştur.
Antlaşmanın Türk milleti bakımından önemini en güzel şekilde Mustafa
Kemal Paşa açıklamıştır. " Bu antlaşma, Türk milletine karşı,
yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevres Antlaşması'yla tamamlandığı
zannedilmiş büyük bir suikastin, sonunda neticesiz bırakıldığını ifade
eder bir vesikadır".
3-Türk İnkılâbı
Lozan Barış Andlaşması, Millî Mücadele hareketinin askerî ve siyasî
açıdan başarıyla tamamlanmasını, yeni Türk devletinin milletler arası
toplulukta tanınmasını sağlayan önemli bir vesikadır. Genel olarak
Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleştiği Lozan sonrasında, millî devlet,
siyasî, sosyal ve ekonomik alanda zorunlu hale gelen yeni bir
teşkilatlanmaya gidecektir.
Mustafa Kemal Paşa'nın "Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan
müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medenî icaplara göre
ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak" şeklinde
tanımladığı Türk İnkılâbında esas amaç, millî modern bir devlet hâline
gelmek olarak tespit edilmiştir. Türk inkılâbında, batılı anlamda millî
bir toplum yaratmada, nazarî de olsa, millîlik ile medeniliğin bir
bütün olarak ortaya çıktığı ve birbirine bağlı iki kavram olduğu
görülür.
Saltanatın kaldırılmasından sonra Cumhuriyetin ilânıyla, Mustafa Kemal
Paşa'nın "Medeniyet yolunda yürümek, muvaffak olmak hayatın şartıdır"
prensibinin gerçekleşmesinde önemli bir adım atılmıştır. Cumhuriyetin
ilânı ise her şeyden önce, kurulan yeni devletin bir "Millî Türk
devleti" olduğunu ve devlet kültürünün Türk benliği ve gelenekleri
üzerine kurulması gerektiğini ortaya koymuştur.
Cumhuriyet rejimi ve Türk millî devlet fikri Mustafa Kemal Paşa'nın en
başta gelen temel inkılâpları olmuştur. Onun yaptığı diğer inkılâplar,
bu temel inkılâpları tamamlayan yenilikler mahiyetindedir.
A-Saltanatın Kaldırılması
İtilâf Devletleri, 28 Ekim 1922'de Lozan'da toplanacak barış
konferansına B.M.M. Hükûmetiyle birlikte İstanbul Hükûmeti
temsilcilerini de davet etmişlerdi. İtilâf Devletleri'nin bu davranışı
Ankara ve İstanbul Hükûmetleri şeklinde iki ayrı otoritenin varlığını
kabul ettirerek, ülkede ikilik yaratmak suretiyle Millî Mücadele
Hareketini başarısızlığa uğratmak amacını taşımaktadır. Ancak bu
teşebbüs, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanan Büyük
Millet Meclisi kararının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Tevfik Paşa, Sadrazam unvanıyla 29 Ekim 1922'de BMM Başkanlığına
çektiği telgrafta Lozan görüşmelerine İstanbul Hükûmeti temsilcilerinin
de katılımını talep etmişti. Mustafa Kemal Paşa, konuyu 30 Ekim 1922
tarihli BMM Genel Kurul görüşmelerine getirdi. Toplantıda iki ayrı
görüş çarpışmıştır. Birinci grup milletvekillerinden Antalya Mebusu
Rasih Bey (Kaplan), Hakkari Mebusu M.Müfit (Kansu) Bey ve Sıhhıye
Vekili Dr. Rıza Nur Bey'in dile getirdikleri görüş: "Bab-ı Ali ve
padişahın hükümsüzlüğü" şeklindeydi. İkinci grup liderlerinden Erzurum
Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey'in ifade ettiği görüş ise; "Tevfik
Paşa'nın telgrafına ret cevabı yeterlidir, başka bir işleme gerek
yoktur" ţeklindeydi.
Dr. Rıza Nur'un hazırladığı, Mustafa Kemal Paşa'nın da aralarında
bulunduğu 82 mebusun imzasını taşıyan önergede "Osmanlı İmparatorluğu
ve Sultanlığın devrildiği, Teşkilât-ı Esasiye kanunu ile hükümranlık
haklarının millete ait bulunduğu" görüşü yer almıştı. Oya sunulan bu
önerge İkinci Grup milletvekillerinin toplantıya katılmaması nedeniyle
yeterli çoğunluk sağlanamamış ve kabul edilmemiştir.
1 Kasım 1922'de tekrar toplanan mecliste gerek Dr. Rıza Nur'un gerekse
aynı gün verilen 26 imzalı Hüseyin Avni Bey'in önergeleri üzerindeki
tartışmalar sırasında Mustafa Kemal Paşa konuya müdahale ederek geniş
bir konuşma yaptı.
CUMHURİYETİN İLÂNI
1-Büyük Millet Meclisinin Açılması
ve Yeni Türk Devleti'nin Kuruluşu
Mustafa Kemal Paşa, 8 Nisan'da yayımladığı bildiride, Damat Ferid'in
Aydın ilini Yunanistan'a teslim ettiğini, tecavüze uğrayan Türklerin
müdafaasına engel olduğunu, İtilaf Devletleri'ni askerî işgalde
bulunmaya davet ettiğini fakat milletin bu sefer tedbirli ve hazırlıklı
davranacağını Damad Ferit Hükûmetini tanımayacağını açıklıyordu.
İstanbul işgal altında olduğundan normal faaliyetini sürdüremeyen
Mebuslar Meclisi'nin olağanüstü yetki ile Ankara'da toplanması için her
türlü tedbir alınmıştı. 19 Mart 1920'de bu hususta her tarafa bildiri
gönderildi. Yapılan seçimler sonunda mebuslar Ankara'da toplandılar. 23
Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal Paşa derhâl
bir hükûmet teşkil edilmesini istedi. Meclis, kurucu meclislerin sahip
oldukları bütün haklara sahip olduğu gibi hükûmet vazifesini de üzerine
almış bulunuyordu. Yeni kurulan bu devlet teşri, icra ve kaza
kuvvetlerini kendinde topladığından bir "cumhuriyet" demekti. Fakat
şartlar uygun olmadığından bu deyim o dönemde kullanılmamıştır. Mustafa
Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına seçildi; böylece
hem devlet, hem de hükûmetin başına geçmiş oldu.
Büyük Millet Meclisi, ilk iş olarak çıkarttığı 29 Nisan 1920 tarihinde
Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile yurtta meydana gelen olumsuz cereyanları
önlemek, ayaklanmaları kışkırtanları ve ayaklanmalara katılanları yola
getirmeyi amaçlıyordu.
Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun çıkarılmasından hemen sonra Büyük Millet
Meclisi, 3 Mayıs 1920'de şu 11 vekili seçerek programını yapmış ve yeni
Türk Devleti'nin ilk hükûmetini I.İcra Vekilleri Heyeti adıyla
kurmuştur.
* Bakan:Mustafa Kemal Paşa,
* İçişleri: Cami Bey (Aydın),
* Adliye; C.Arif Bey (Erzurum),
* Bayındırlık :İ. Fazıl Paşa (Yozgat),
* Dışişleri :Bekir Sami Bey (Amasya ),
* Sağlık :Adnan Adıvar (İstanbul),
* İktisat :Yusuf Kemal Tengirşenk (Kastamonu),
* Maliye:Hakkı Behiç (Denizli ),
* Maarif r. Rıza Nur (Sinop ),
* Millî Müdafaa:Fevzi Paşa (Kozan-Adana ),
* Erkan-ı Harbiye :Albay İsmet İnönü (Edirne ).
İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet tarihimizde fevkalâde
önemli bir mevkiye sahiptir. İlk meclisin fevkalâdeliği farklı ve zıt
fikirlere sahip milletvekillerinden meydana gelmiş olmasına rağmen ülke
savunması ve bütünlüğü konusunda tek bir ses ve tek bir yürek
olabilmesidir. Bu temel hassasiyetine bağlı olarak ilk meclisin diğer
özelliklerini de şu şekilde sıralayabiliriz;
1. Bu meclis her şeyden önce millî bir meclistir. Meclis üyeleri
tamamiyle Türklerden oluşmuştur. Bundan dolayı da "Meclis-i Kebir-i
Millî "adını almıştır.
2. Meclis idealist, demokratik bir ruha sahiptir.
3. Olağanüstü hâl meclisidir. Yasama, yürütme ve yargı kavramlarını
temel güçler olarak benimsemiş olmakla beraber bu güçleri kendi
bünyesinde toplamıştır.
4. Meclisin temeli ve bekası fedakârlık esasına dayandırılmıştır.
5. Şüphesiz bu meclis kahraman bir meclisti.
Kısaca İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk milletinin tarihteki mevkiine paralel yüksek seviyeli bir meclisti.
2-TBMM'nin Açılmasından Sonra
Meydana Gelen Askerî ve Siyasî Olaylar
Türk İstiklâl Savaşı'nda, girişilen mücadeleyi başarısızlığa uğratmak
için, ülke sınırları dahilinde çeşitli yörelerde iç isyanlar meydana
gelmiştir. Bu tür isyanların bir kısmı saltanat ve hilâfet adına, bir
kısmı da Türk yurdunu parçalayarak yeni siyasî oluşumları
gerçekleştirmek amacıyla çıkarılmıştır. BMM'nin meşruiyetine karşı
çıkarılan ve ülke bütünlüğünü tehlikeye düşüren, askerî, siyasî ve
sosyal yönlerden büyük zararlar meydana getiren bu isyanlar sonuç
itibariyle BMM Hükûmeti tarafından bastırılmıştır.Anadolu'da meydana
gelen iç isyanların yanı sıra Doğu Anadolu Rus destekli Ermenilerin,
Güney Anadolu ise İngiliz Ermeni ve Fransızların işgaline uğramıştı.
Buna karşılık Türkiye Büyük Millet Meclisi, Misak-ı Milli sınırları
içindeki topraklarının bir bütün olduğunu kabul etmiş ve bunu
gerçekleţtirmek için harekete geçmiştir.
İlk olarak Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki kuvvetler Ermeniler'i
bozguna uğratarak Sarıkamış ve Kars'ı Türkiye'ye kazandıran Gümrü
Antlaşmasını 2 Aralık 1920 tarihinde imzaladı. Kısa süre sonra anlaşma
yoluyla Ardahan ve Artvin de ana vatana bağlandı. Böylece Misak-ı
Millî'nin Doğu Anadolu'daki sınırına kısmen ulaşılmış oluyordu.
Güney ve Güneydoğu Anadolu'da meydana gelen işgale karşı bölge halkı
kendi imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koymaya çalışmıştır. Bu
bölgelerimizde açılan Adana, Maraş, Urfa ve Antep Cepheleriyle
Anadolu'da kurtuluşa giden yol açılmıştır. Güney cephelerimizde Türk
kuvvetlerinin kazandığı zaferler sonucu Fransa, 20 Ekim 1921'de Ankara
Hükûmeti ile Ankara İtilâfnamesini imzalamak zorunda kaldı. Bu
antlaşma, Fransa ile Türkiye arasındaki savaşı sona erdirmiş, Türklere
karşı batılı devletlerin kurmuş oldukları ortak cephe yıkılmıştır.
Doğu ve kısmen güney cephelerinde çarpışmalar başarıyla sona erince
Ankara Hükûmeti bütün gücüyle Batı Cephesi'ne yönelme imkanı buldu.
Batı Cephesi'ndeki dağınık birlikler düzenli bir ordu hâline getirildi
ve cephe komutanlığına İsmet Bey (İnönü) atandı.
Bu sırada ileri harekâta geçen Yunan kuvvetleri 9 Temmuz 1920'de
Bursa'yı işgal ederek Eskişehir yönünde ilerlemeye başladı.
İnegöl-Pazarcık yoluyla ilerleyen Yunanlılar İnönü mevkiinde Türk
kuvvetleriyle karşılaştılar. 9-10 Ocak 1921 günlerinde savaş sürdü.
Yunan kuvvetleri 11 Ocakta geriye çekildiler. Üç aylık bir aradan sonra
yeniden saldırıya geçen Yunanlılar, 23-31 Mart 1921 tarihleri arasında
yine İnönü'de Türk kuvvetleri karşısında bozguna uğradılar. Fakat yeni
birliklerle desteklenen Yunan Ordusu 10 Temmuzda saldırıya geçerek
Afyon (13 Temmuz), Kütahya (17 Temmuz) ve Eskişehir'i (19 Temmuz) işgal
ettiler. Türk ordusu Sakarya hattına çekildi. Yunanlılar'ın son büyük
saldırısı Sakarya hattında durduruldu. 22 gün ve gece süren (23
Ağustos-13 Eylül 1921) Sakarya savaşı Türk ordusunun zaferiyle
sonuçlandı. Artık saldırı sırası Türk ordusuna gelmişti. Anadolu'dan
düşman kuvvetlerini atmak için bir yıllık bir hazırlıktan sonra 26
Ağustos 1922 tarihinde saldırıya geçildi. 30 Ağustosta düşman
kuvvetleri perişan edildi. Yunan başkomutanı Trikopis esir edildi (2
Eylül 1922). 9 Eylülde İzmir'de Yunan kuvvetleri denizine döküldü. 11
Eylülde Bursa kurtarıldı. Esirlerden başka Anadolu'da başka Yunan
askeri kalmadı.
Yunan kuvvetlerinin ezilmesinden sonra Mudanya'da mütareke görüşmeleri
3 Ekim 1922 tarihinde başladı.11 Ekimde imzalanan Mudanya Mütarekesi'ne
göre, Türkler ile Yunanlılar arasındaki savaş 14-15 Ekim gecesi sona
erecek, Meriç ırmağına kadar olan Doğu Trakya Yunanlılar tarafından
boşaltılacak ve İstanbul, barış antlaşması imzaladıktan sonra İtilaf
Devletlerince boşaltılacaktı.
Trakya'yı teslim almak için 19 Ekim 1922 'de İstanbul'a gelen Ankara
temsilcisi Refet Paşa büyük gösterilerle karşılandı. 4 Kasım'da
İstanbul Hükûmeti kendi görevinin sona erdiğini ilan etti. 26 Kasım'da
Trakya Türk yönetimine geçti. Böylece Yunan işgaline uğramış olan bütün
vatan toprakları kurtarılmış oluyordu.
Sıra barışın yapılmasına gelmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükûmeti 20 Kasım 1922 tarihinde toplanan Lozan Konferansı'na İsmet
Paşa başkanlığında bir heyet gönderdi. Görüşmeler 4 Şubat 1923'te
kesildi. Ancak tarafların barış isteği ağır basınca 23 Nisan'da
görüşmeler yeniden başladı ve 23 Temmuz 1923 tarihinde XX. yüzyılın en
önemli barış antlaşmalarından biri olan Lozan Antlaşması imzalanarak
yeni Türk Devleti dünyaca tanınıyor, sınırları saptanıyordu.
Türkler dışında, Birinci Dünya savaşının bütün mağlûp devletleri,
kendilerine zorla kabul ettirilen antlaşmalara boyun eğmek zorunda
kalmışlardı. Türk milleti ise Sevres Antlaşması gibi bir esaret
belgesini kendi tarihinin şeref ve haysiyetine layık görmemiş,
istiklâlinin sona erdiğinin zannedildiği bir anda, vatanın müdafaası
için neler yapabileceğini düşmanlarına önce savaş meydanlarında
göstermiştir. Daha sonra bu başarılarını I.Dünya Savaşı'nın
galiplerine, karşılıklı eşitlik prensibine dayanan bir antlaşmayla
tasdik ettirmiş kendi üzerine oynanan bütün oyunları bozmuştur.
I. Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan adaletsiz anlaşmalar, Avrupa'da
yeni bir savaşın çıkmasına sebep olup yürürlükten kalkmış fakat gerçek
barışın kurulmaya çalışıldığı Lozan Andlaşması ise I. Dünya Savaşı
sonrasının günümüze kadar geçerliğini koruyan tek antlaşması olmuştur.
Antlaşmanın Türk milleti bakımından önemini en güzel şekilde Mustafa
Kemal Paşa açıklamıştır. " Bu antlaşma, Türk milletine karşı,
yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevres Antlaşması'yla tamamlandığı
zannedilmiş büyük bir suikastin, sonunda neticesiz bırakıldığını ifade
eder bir vesikadır".
3-Türk İnkılâbı
Lozan Barış Andlaşması, Millî Mücadele hareketinin askerî ve siyasî
açıdan başarıyla tamamlanmasını, yeni Türk devletinin milletler arası
toplulukta tanınmasını sağlayan önemli bir vesikadır. Genel olarak
Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleştiği Lozan sonrasında, millî devlet,
siyasî, sosyal ve ekonomik alanda zorunlu hale gelen yeni bir
teşkilatlanmaya gidecektir.
Mustafa Kemal Paşa'nın "Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan
müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medenî icaplara göre
ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak" şeklinde
tanımladığı Türk İnkılâbında esas amaç, millî modern bir devlet hâline
gelmek olarak tespit edilmiştir. Türk inkılâbında, batılı anlamda millî
bir toplum yaratmada, nazarî de olsa, millîlik ile medeniliğin bir
bütün olarak ortaya çıktığı ve birbirine bağlı iki kavram olduğu
görülür.
Saltanatın kaldırılmasından sonra Cumhuriyetin ilânıyla, Mustafa Kemal
Paşa'nın "Medeniyet yolunda yürümek, muvaffak olmak hayatın şartıdır"
prensibinin gerçekleşmesinde önemli bir adım atılmıştır. Cumhuriyetin
ilânı ise her şeyden önce, kurulan yeni devletin bir "Millî Türk
devleti" olduğunu ve devlet kültürünün Türk benliği ve gelenekleri
üzerine kurulması gerektiğini ortaya koymuştur.
Cumhuriyet rejimi ve Türk millî devlet fikri Mustafa Kemal Paşa'nın en
başta gelen temel inkılâpları olmuştur. Onun yaptığı diğer inkılâplar,
bu temel inkılâpları tamamlayan yenilikler mahiyetindedir.
A-Saltanatın Kaldırılması
İtilâf Devletleri, 28 Ekim 1922'de Lozan'da toplanacak barış
konferansına B.M.M. Hükûmetiyle birlikte İstanbul Hükûmeti
temsilcilerini de davet etmişlerdi. İtilâf Devletleri'nin bu davranışı
Ankara ve İstanbul Hükûmetleri şeklinde iki ayrı otoritenin varlığını
kabul ettirerek, ülkede ikilik yaratmak suretiyle Millî Mücadele
Hareketini başarısızlığa uğratmak amacını taşımaktadır. Ancak bu
teşebbüs, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanan Büyük
Millet Meclisi kararının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Tevfik Paşa, Sadrazam unvanıyla 29 Ekim 1922'de BMM Başkanlığına
çektiği telgrafta Lozan görüşmelerine İstanbul Hükûmeti temsilcilerinin
de katılımını talep etmişti. Mustafa Kemal Paşa, konuyu 30 Ekim 1922
tarihli BMM Genel Kurul görüşmelerine getirdi. Toplantıda iki ayrı
görüş çarpışmıştır. Birinci grup milletvekillerinden Antalya Mebusu
Rasih Bey (Kaplan), Hakkari Mebusu M.Müfit (Kansu) Bey ve Sıhhıye
Vekili Dr. Rıza Nur Bey'in dile getirdikleri görüş: "Bab-ı Ali ve
padişahın hükümsüzlüğü" şeklindeydi. İkinci grup liderlerinden Erzurum
Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey'in ifade ettiği görüş ise; "Tevfik
Paşa'nın telgrafına ret cevabı yeterlidir, başka bir işleme gerek
yoktur" ţeklindeydi.
Dr. Rıza Nur'un hazırladığı, Mustafa Kemal Paşa'nın da aralarında
bulunduğu 82 mebusun imzasını taşıyan önergede "Osmanlı İmparatorluğu
ve Sultanlığın devrildiği, Teşkilât-ı Esasiye kanunu ile hükümranlık
haklarının millete ait bulunduğu" görüşü yer almıştı. Oya sunulan bu
önerge İkinci Grup milletvekillerinin toplantıya katılmaması nedeniyle
yeterli çoğunluk sağlanamamış ve kabul edilmemiştir.
1 Kasım 1922'de tekrar toplanan mecliste gerek Dr. Rıza Nur'un gerekse
aynı gün verilen 26 imzalı Hüseyin Avni Bey'in önergeleri üzerindeki
tartışmalar sırasında Mustafa Kemal Paşa konuya müdahale ederek geniş
bir konuşma yaptı.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Bu konuşmadan sonra konuyla ilgili önergeler,Teşkilât-ı Esasiye,
Şer'iye ve Adliye Komisyonlarına gönderildi. Bu komisyonlar ortak
olarak hemen toplandı. Komisyon görüşmelerinde bir kısım mebusların
hilâfet ve saltanatın ayrılmasına karşı çıkmaları üzerine Mustafa Kemal
Paşa söz alarak şu konuşmayı yaptı.
"...Türk milleti hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış
bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını
hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir.
Mesele, zaten oldu bitti hâline gelmiş olan bir gerçeği kanunla
ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve
herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi
takdirde, yine gerçek,usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat
belki de bazı kafalar kesilecektir".
Bu konuşma üzerine komisyonda çözüme kavuşan konu, sür'atle tasarı
hâline geldi ve aynı gün ikinci oturumda genel kurula sunuldu. Tasarı
oy birliği ile kabul edilerek 1 Kasım 1922 tarihinde kanunlaştı. 308
sayılı kanunla hilâfet ve saltanat ayrılmış, hilâfete dokunulmamış,
saltanat ise kaldırılmıştır.
Gerçekte saltanatın kaldırılması,16 Mart 1920'de sona eren, Osmanlı
saltanat makamının sahip olduğu "hâkimiyet" mefhumunu çok daha önce
1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile Türk milletine intikalini sağlayan
inkılâp hareketinin son halkasıdır.
Saltanatın kaldırılması ile İstanbul'da Tevfik Paşa kabinesi 4 Kasım
1922 de toplanarak istifa etmiş,17 Kasım 1922 'de de son Osmanlı
Sultanı Vahdettin İngiliz himayesinde ülkeyi terk etmiştir.
B-Cumhuriyetin İlânı
Mustafa Kemal Paşa,1921 Anayasası'nın ilk maddelerinde yer alan
"Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ve "Millî iradeyi millet
namına temsil eden tek yetkili organ Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir "
ifadelerini daima "Cumhuriyet" şekliyle yorumlamıştır.
Gerçekten de 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile kurulmuş olan siyasî
rejim geniş anlamı ile Cumhuriyet'ten başka bir şey değildi. Ancak
Cumhuriyet resmen ilân edilmemiş ve devlet başsız bir şekilde
kurulmuştur .
26 Ekim 1923'de ortaya çıkan bir hükûmet buhranı sonucu Başvekil Fethi
Bey istifasını vermişti. 28 Ekim akşamı Çankaya'da yeni hükûmet
teşekkülü ile ilgili çalışmalar sırasında Cumhuriyetin ilanı
kararlaştırıldı. Toplantı sonrasında Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ile
birlikte 1921 anayasasının bazı maddelerini değiştiren değişikleri
tespit ettiler.
29 Ekim 1923 günü konu önce Halk fırkası grubunun öğleden sonraki
oturumunda gündeme geldi. Mustafa Kemal Paşa'nın bir gün önce tespit
ettiği değişiklikler uzun görüşmelerden sonra kabul edildi. Kanun
teklifi, Kanun-i Esasi encümeni tarafından usulen incelenerek meclise
sunuldu.
TBMM 29 Ekim 1923 tarihinde 364 sayılı kararla Cumhuriyeti ilân etti.
Cumhuriyetin ilânı ile 1921 Anayasası'nın 1,2,4,10,11 ve 12. maddeleri
şu şekilde değiştirilmîştir.
Birinci maddeye "Türkiye Devleti'nin şekl-i hükûmeti Cumhuriyettir" cümlesi eklenmiştir.
İkinci madde; "Türkiye Devletinin dini İslâm, resmî lisanı Türkçedir"
şekliyle tespit edilmiştir. Bu madde 1921 Anayasası'nda mevcut olmayıp
ana yasamıza ilk defa girmiştir.
Dördüncü madde; Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare
olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare konularında Bakanlar Kurulu
vasıtasıyla yönetir.
Onuncu madde; Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için
seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine
kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir.
On birinci madde; Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla
gerekli gördükçe Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder.
On ikinci madde; Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri
arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis
üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi
birden Meclis'in onayına sunulur. Meclis toplantı hâlinde değil ise,
onaylama Meclis'in toplantısına bırakılır.
Yapılan bu önemli değişiklerden sonra aynı gün Cumhurbaşkanlığı seçimi
yapılarak, Mustafa Kemal Paşa yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı
olmuştur. 30 Ekim 1923'te ise Malatya Mebusu İsmet Paşa, M. Kemal Paşa
tarafından Başbakan olarak atanmış ve yeni kabine teşekkül
ettirilmîştir.
C-Halifeliğin Kaldırılması
İslâm'da din ve devlet işleri birbirinden ayrılmaz parçalardır. İslâm
Devleti'nin başı hem ülkesinde dini koruyan bir "imam" hem de
sınırların güvenliğini sağlayan bir "Devlet başkanı" dır. Cismanî ve
ruhanî olmak üzere her iki otoriteyi (iktidarı) uhdesinde toplamıştır.
Hristiyanlık'ta olduğu gibi "kilise-devlet" ayırımı yoktur. İşte İslâm
tarihinde "dinî" ve "dünyevî" görevleri bünyesine toplayan devlet
başkanlarına "halife" denmektedir.
Saltanatın kaldırılmasından sonra Hilâfet muhafaza edilmiş, Abdülmecit
Efendi halife olarak TBMM tarafından seçilmişti. Halife Abdülmecit
Efendi seçilirken kendine sadece "dini reis" olarak yetkiler verilmiţti.
Lozan sonrasında halifelik konusunda gerek Meclis'te, gerekse
kamuoyunda tartışmalar yoğunlaştı. Basının önemli bir bölümü Hilâfet'in
korunmasını savunmuştu. Meclis'te Halk Fırkası mebusları tarafından
Halifenin yetkisini aştığı iddialarının ortaya atılmasına karşılık,
aynı görüşte olmayan mebuslar da vardı. Ortaya çıkan bu görüşlerden
ilki; Mustafa Kemal Paşa'nın savunduğu gibi Hilâfet'in yabancı güçlerce
kullanılabileceği endişesinden hareketle artık zararlı bir niteliğe
sahip olduğu şeklindedir. İkinci tavır ise asıl halifeliğin
kaldırılmasının Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasında İslâm
ülkeleriyle aralarındaki bağları keserek, devletin dış itibarını
zedeleyebileceği mahiyetindedir.
Mustafa Kemal Paşa, Şubat 1924'te İzmir'de iken Hilâfet'in kaldırılması
kararını almıştır. İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve Fevzi Paşa ile
birlikte aldığı Hilâfet'in, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye ile Şer'iye ve
Evkaf Vekaletlerinin kaldırılma kararını daha sonra 1 Mart 1924'te
meclisi açış nutkunda dile getirecektir.
Hilâfet'in kaldırılma meselesi önce 2 Mart 1924'te Halk Fırkasın da
görüşülerek kabul edildi. 3 Martta toplanan Meclis Genel kuruluna ise
üç ayrı kanun teklifi sunuldu ;
1) Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi'yle 53 arkadaşının Hilâfetin
kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasıyla
ilgili kanun teklifi.
2) Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının Şer'iye ve Evkaf
vekaletiyle Erkan-ı Harbiye Vekaleti'nin kaldırılmasıyla ilgili kanun
teklifi.
3) Manisa Mebusu Vasıf Bey ve 50 arkadaşının eğitim ve öğretimin birleştirilmesiyle ilgili kanun teklifi.
Bu kanunlarda yapılan görüşme ve tartışmalar beş saat kadar sürdü. Saat
18:45'te TBMM söz konusu tasarıları 429,430 ve 431 sayı ile
kanunlaştırdı.
Buna göre "Ţer'iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye Vekâleti
kaldırılmış, eğitim öğretim Millî Eğitim Bakanlığına bağlanarak
birleştirilmiştir.
Hilâfet'in tamamen kaldırılmasıyla ilgili karar kanunlaştıktan sonra
İstanbul Valisi tarafından Abdülmecit Efendi'ye tebliğ edilmiş ve yurt
dışına çıkması sağlanmıştır.
Aslında halifeliğin kaldırılmasının siyasî gayeden çok daha önemli
kültürel ve tarihî manası vardır. On dokuzuncu yüzyılın başlarından
beri sürüp gelen yenilikçi-lâik grubun, dinci-muhafazakârlara karşı
zaferini ifade etmiştir.
Hilâfetin kaldırılması yurt dışında büyük tepkilere yol açmıştır. Batı
dünyası bu olayı şaşkınlıkla karşılayarak hayranlıklarını ifade
etmişler, İslâm dünyası ise olumsuz tepkilerini dile getirmiştir.
d-Anayasa Hareketleri
23 Nisan 1920 tarihinden itibaren artık resmî bir hüviyet kazanan millî
teşkilât gayelerini daha açık bir biçimde ortaya koymaya başlamıştır.
Mustafa Kemal'in 19 Mart 1920 tarihinde askerî ve mülkî erkâna
gönderdiği seçim talimatında, Meclis'in 23 Nisan 1920 tarihinde
açılmasına karar verilmiş, 22 Nisan 1923 tarihli telgraf ile de söz
konusu tarihten itibaren mülkî ve askerî makamların ve bütün milletin
müracaat edeceği makamın "Meclis" olacağı duyurulmuştur.
23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan BMM, yeni Türk devletinin ilk
siyasî organı olarak faaliyete geçmişti. Aynı gün ilk oturumda en yaşlı
üye sıfatıyla Şerif Bey, yaptığı konuşmada, "Türk milletinin yabancı
köleliğine karşı çıkarak,geleceğini tayin etme hakkına sahip olduğuna
ve bağımsızlık yolunda direnmek azminde olduklarını " açıkladı.
Açılışından hemen sonra çalışmalarına başlayan BMM'nin aldığı 1
numaralı kararla İstanbul Meclis-i Mebusan'ından gelen
milletvekillerinin kendi çatısı altında toplanmaları kararlaştırılmış,
bununla birlikte kendi kuruluşunu da düzenlenmiştir.
24 Nisan 'da Mustafa Kemal Paşa söz alarak geniş bir konuşma yapmış ve
hükûmetin kuruluşu ile ilgili temel ilkeleri açıklamıştır. Bu ilkeler
meclis tarafından kabul edilerek aynı günkü beşinci oturumda yapılan
oylamada 110 rey alarak Meclis Başkanlığı'na seçilmiţtir.
Mustafa Kemal Paşa'nın hükûmet kurulmasının lüzumuna işaret eden
teklifi 25 Nisan 1920 tarihinde kabul edildi ve "Kuvve-i İcraiye'nin"
teşkiline karar verildi. Aynı gün yapılan görüşmelerde ayrıca Başkanlık
Divanı seçimleri de tamamlandı.
Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis'e hükûmetin kurulması ile ilgili olarak
verdiği teklifte, hükûmetin yapısına ilişkin ilkeler özetle şu şekilde
belirtilmîştir:
1-Hükûmet kurmak zorunludur.
2-Geçici olarak bir padişah kaymakamı (vekili) ortaya çıkarmak uygun değildir.
3-İrade-i millîye'nin vatanın kaderine hâkim olmasının kabul edilmesi zorunludur.
4-TBMM'nin üstünde güç yoktur.
5-Meclis, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.
Mustafa Kemal'in bu tekliflerinden de anlaşılacağı gibi dönemin
zarureti gereği, "Meclis Hükûmeti" sisteminin uygun bulunduğu, ayrıca
kuvvetler birliği prensibinin benimsenmesi lüzumu telkin edilmektedir.
23,24 ve 25 Nisan günü alınan kararların Millî Hâkimiyet ilkesine
dayanan bir meclisi ve hükûmeti oluşturması bakımından anayasa niteliği
taşıdığı söylenebilir.
Mustafa Kemal Paşa'nın 24 Nisan 1920'de kabul edilen anayasa
niteliğindeki teklifi 13 Eylül 1920'de TBMM'ye verilerek, 18 Eylülde
mecliste alınan ve siyasî ,sosyal , askerî ve idarî yönden
düzenlemeleri öngören program, 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın
hazırlanmasına temel teşkil etmiştir. 20 Ocak 1921 tarihli TBMM'de 85
sayı ile kabul edilen anayasa, 23 madde ve bir de ayrı maddeden meydana
gelmektedir. Bazı önemli maddeleri şunlardır:
Şer'iye ve Adliye Komisyonlarına gönderildi. Bu komisyonlar ortak
olarak hemen toplandı. Komisyon görüşmelerinde bir kısım mebusların
hilâfet ve saltanatın ayrılmasına karşı çıkmaları üzerine Mustafa Kemal
Paşa söz alarak şu konuşmayı yaptı.
"...Türk milleti hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış
bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını
hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir.
Mesele, zaten oldu bitti hâline gelmiş olan bir gerçeği kanunla
ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve
herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi
takdirde, yine gerçek,usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat
belki de bazı kafalar kesilecektir".
Bu konuşma üzerine komisyonda çözüme kavuşan konu, sür'atle tasarı
hâline geldi ve aynı gün ikinci oturumda genel kurula sunuldu. Tasarı
oy birliği ile kabul edilerek 1 Kasım 1922 tarihinde kanunlaştı. 308
sayılı kanunla hilâfet ve saltanat ayrılmış, hilâfete dokunulmamış,
saltanat ise kaldırılmıştır.
Gerçekte saltanatın kaldırılması,16 Mart 1920'de sona eren, Osmanlı
saltanat makamının sahip olduğu "hâkimiyet" mefhumunu çok daha önce
1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile Türk milletine intikalini sağlayan
inkılâp hareketinin son halkasıdır.
Saltanatın kaldırılması ile İstanbul'da Tevfik Paşa kabinesi 4 Kasım
1922 de toplanarak istifa etmiş,17 Kasım 1922 'de de son Osmanlı
Sultanı Vahdettin İngiliz himayesinde ülkeyi terk etmiştir.
B-Cumhuriyetin İlânı
Mustafa Kemal Paşa,1921 Anayasası'nın ilk maddelerinde yer alan
"Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ve "Millî iradeyi millet
namına temsil eden tek yetkili organ Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir "
ifadelerini daima "Cumhuriyet" şekliyle yorumlamıştır.
Gerçekten de 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile kurulmuş olan siyasî
rejim geniş anlamı ile Cumhuriyet'ten başka bir şey değildi. Ancak
Cumhuriyet resmen ilân edilmemiş ve devlet başsız bir şekilde
kurulmuştur .
26 Ekim 1923'de ortaya çıkan bir hükûmet buhranı sonucu Başvekil Fethi
Bey istifasını vermişti. 28 Ekim akşamı Çankaya'da yeni hükûmet
teşekkülü ile ilgili çalışmalar sırasında Cumhuriyetin ilanı
kararlaştırıldı. Toplantı sonrasında Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ile
birlikte 1921 anayasasının bazı maddelerini değiştiren değişikleri
tespit ettiler.
29 Ekim 1923 günü konu önce Halk fırkası grubunun öğleden sonraki
oturumunda gündeme geldi. Mustafa Kemal Paşa'nın bir gün önce tespit
ettiği değişiklikler uzun görüşmelerden sonra kabul edildi. Kanun
teklifi, Kanun-i Esasi encümeni tarafından usulen incelenerek meclise
sunuldu.
TBMM 29 Ekim 1923 tarihinde 364 sayılı kararla Cumhuriyeti ilân etti.
Cumhuriyetin ilânı ile 1921 Anayasası'nın 1,2,4,10,11 ve 12. maddeleri
şu şekilde değiştirilmîştir.
Birinci maddeye "Türkiye Devleti'nin şekl-i hükûmeti Cumhuriyettir" cümlesi eklenmiştir.
İkinci madde; "Türkiye Devletinin dini İslâm, resmî lisanı Türkçedir"
şekliyle tespit edilmiştir. Bu madde 1921 Anayasası'nda mevcut olmayıp
ana yasamıza ilk defa girmiştir.
Dördüncü madde; Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare
olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare konularında Bakanlar Kurulu
vasıtasıyla yönetir.
Onuncu madde; Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için
seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine
kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir.
On birinci madde; Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla
gerekli gördükçe Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder.
On ikinci madde; Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri
arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis
üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi
birden Meclis'in onayına sunulur. Meclis toplantı hâlinde değil ise,
onaylama Meclis'in toplantısına bırakılır.
Yapılan bu önemli değişiklerden sonra aynı gün Cumhurbaşkanlığı seçimi
yapılarak, Mustafa Kemal Paşa yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı
olmuştur. 30 Ekim 1923'te ise Malatya Mebusu İsmet Paşa, M. Kemal Paşa
tarafından Başbakan olarak atanmış ve yeni kabine teşekkül
ettirilmîştir.
C-Halifeliğin Kaldırılması
İslâm'da din ve devlet işleri birbirinden ayrılmaz parçalardır. İslâm
Devleti'nin başı hem ülkesinde dini koruyan bir "imam" hem de
sınırların güvenliğini sağlayan bir "Devlet başkanı" dır. Cismanî ve
ruhanî olmak üzere her iki otoriteyi (iktidarı) uhdesinde toplamıştır.
Hristiyanlık'ta olduğu gibi "kilise-devlet" ayırımı yoktur. İşte İslâm
tarihinde "dinî" ve "dünyevî" görevleri bünyesine toplayan devlet
başkanlarına "halife" denmektedir.
Saltanatın kaldırılmasından sonra Hilâfet muhafaza edilmiş, Abdülmecit
Efendi halife olarak TBMM tarafından seçilmişti. Halife Abdülmecit
Efendi seçilirken kendine sadece "dini reis" olarak yetkiler verilmiţti.
Lozan sonrasında halifelik konusunda gerek Meclis'te, gerekse
kamuoyunda tartışmalar yoğunlaştı. Basının önemli bir bölümü Hilâfet'in
korunmasını savunmuştu. Meclis'te Halk Fırkası mebusları tarafından
Halifenin yetkisini aştığı iddialarının ortaya atılmasına karşılık,
aynı görüşte olmayan mebuslar da vardı. Ortaya çıkan bu görüşlerden
ilki; Mustafa Kemal Paşa'nın savunduğu gibi Hilâfet'in yabancı güçlerce
kullanılabileceği endişesinden hareketle artık zararlı bir niteliğe
sahip olduğu şeklindedir. İkinci tavır ise asıl halifeliğin
kaldırılmasının Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasında İslâm
ülkeleriyle aralarındaki bağları keserek, devletin dış itibarını
zedeleyebileceği mahiyetindedir.
Mustafa Kemal Paşa, Şubat 1924'te İzmir'de iken Hilâfet'in kaldırılması
kararını almıştır. İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve Fevzi Paşa ile
birlikte aldığı Hilâfet'in, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye ile Şer'iye ve
Evkaf Vekaletlerinin kaldırılma kararını daha sonra 1 Mart 1924'te
meclisi açış nutkunda dile getirecektir.
Hilâfet'in kaldırılma meselesi önce 2 Mart 1924'te Halk Fırkasın da
görüşülerek kabul edildi. 3 Martta toplanan Meclis Genel kuruluna ise
üç ayrı kanun teklifi sunuldu ;
1) Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi'yle 53 arkadaşının Hilâfetin
kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasıyla
ilgili kanun teklifi.
2) Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının Şer'iye ve Evkaf
vekaletiyle Erkan-ı Harbiye Vekaleti'nin kaldırılmasıyla ilgili kanun
teklifi.
3) Manisa Mebusu Vasıf Bey ve 50 arkadaşının eğitim ve öğretimin birleştirilmesiyle ilgili kanun teklifi.
Bu kanunlarda yapılan görüşme ve tartışmalar beş saat kadar sürdü. Saat
18:45'te TBMM söz konusu tasarıları 429,430 ve 431 sayı ile
kanunlaştırdı.
Buna göre "Ţer'iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye Vekâleti
kaldırılmış, eğitim öğretim Millî Eğitim Bakanlığına bağlanarak
birleştirilmiştir.
Hilâfet'in tamamen kaldırılmasıyla ilgili karar kanunlaştıktan sonra
İstanbul Valisi tarafından Abdülmecit Efendi'ye tebliğ edilmiş ve yurt
dışına çıkması sağlanmıştır.
Aslında halifeliğin kaldırılmasının siyasî gayeden çok daha önemli
kültürel ve tarihî manası vardır. On dokuzuncu yüzyılın başlarından
beri sürüp gelen yenilikçi-lâik grubun, dinci-muhafazakârlara karşı
zaferini ifade etmiştir.
Hilâfetin kaldırılması yurt dışında büyük tepkilere yol açmıştır. Batı
dünyası bu olayı şaşkınlıkla karşılayarak hayranlıklarını ifade
etmişler, İslâm dünyası ise olumsuz tepkilerini dile getirmiştir.
d-Anayasa Hareketleri
23 Nisan 1920 tarihinden itibaren artık resmî bir hüviyet kazanan millî
teşkilât gayelerini daha açık bir biçimde ortaya koymaya başlamıştır.
Mustafa Kemal'in 19 Mart 1920 tarihinde askerî ve mülkî erkâna
gönderdiği seçim talimatında, Meclis'in 23 Nisan 1920 tarihinde
açılmasına karar verilmiş, 22 Nisan 1923 tarihli telgraf ile de söz
konusu tarihten itibaren mülkî ve askerî makamların ve bütün milletin
müracaat edeceği makamın "Meclis" olacağı duyurulmuştur.
23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan BMM, yeni Türk devletinin ilk
siyasî organı olarak faaliyete geçmişti. Aynı gün ilk oturumda en yaşlı
üye sıfatıyla Şerif Bey, yaptığı konuşmada, "Türk milletinin yabancı
köleliğine karşı çıkarak,geleceğini tayin etme hakkına sahip olduğuna
ve bağımsızlık yolunda direnmek azminde olduklarını " açıkladı.
Açılışından hemen sonra çalışmalarına başlayan BMM'nin aldığı 1
numaralı kararla İstanbul Meclis-i Mebusan'ından gelen
milletvekillerinin kendi çatısı altında toplanmaları kararlaştırılmış,
bununla birlikte kendi kuruluşunu da düzenlenmiştir.
24 Nisan 'da Mustafa Kemal Paşa söz alarak geniş bir konuşma yapmış ve
hükûmetin kuruluşu ile ilgili temel ilkeleri açıklamıştır. Bu ilkeler
meclis tarafından kabul edilerek aynı günkü beşinci oturumda yapılan
oylamada 110 rey alarak Meclis Başkanlığı'na seçilmiţtir.
Mustafa Kemal Paşa'nın hükûmet kurulmasının lüzumuna işaret eden
teklifi 25 Nisan 1920 tarihinde kabul edildi ve "Kuvve-i İcraiye'nin"
teşkiline karar verildi. Aynı gün yapılan görüşmelerde ayrıca Başkanlık
Divanı seçimleri de tamamlandı.
Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis'e hükûmetin kurulması ile ilgili olarak
verdiği teklifte, hükûmetin yapısına ilişkin ilkeler özetle şu şekilde
belirtilmîştir:
1-Hükûmet kurmak zorunludur.
2-Geçici olarak bir padişah kaymakamı (vekili) ortaya çıkarmak uygun değildir.
3-İrade-i millîye'nin vatanın kaderine hâkim olmasının kabul edilmesi zorunludur.
4-TBMM'nin üstünde güç yoktur.
5-Meclis, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.
Mustafa Kemal'in bu tekliflerinden de anlaşılacağı gibi dönemin
zarureti gereği, "Meclis Hükûmeti" sisteminin uygun bulunduğu, ayrıca
kuvvetler birliği prensibinin benimsenmesi lüzumu telkin edilmektedir.
23,24 ve 25 Nisan günü alınan kararların Millî Hâkimiyet ilkesine
dayanan bir meclisi ve hükûmeti oluşturması bakımından anayasa niteliği
taşıdığı söylenebilir.
Mustafa Kemal Paşa'nın 24 Nisan 1920'de kabul edilen anayasa
niteliğindeki teklifi 13 Eylül 1920'de TBMM'ye verilerek, 18 Eylülde
mecliste alınan ve siyasî ,sosyal , askerî ve idarî yönden
düzenlemeleri öngören program, 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın
hazırlanmasına temel teşkil etmiştir. 20 Ocak 1921 tarihli TBMM'de 85
sayı ile kabul edilen anayasa, 23 madde ve bir de ayrı maddeden meydana
gelmektedir. Bazı önemli maddeleri şunlardır:
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
"Madde1:Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir. İdare usulü halkın
mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 2:İcra kudreti ve teşrii salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan BMM'de tecelli ve temerküz eder.
Madde 3:Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti Büyük Millet Meclisi Hükûmeti unvanını taşır".
Görüldüğü gibi kabul edilen bu maddelerle ayrı bir "Türkiye Devleti"nin
varlığından bahsedilmektedir. Osmanlı Devleti'nin yok olmasıyla yeni
bir devletin kuruluţunu, hukukî yönden belgelemiţtir.
Yeni anayasa aynı zamanda Millî Hâkimiyet'i esas alan ve vatanın
kaderine Millî Hâkimiyetin temsilcisi olarak BMM'nin el koymasını
mümkün kılan bir siyasî ve hukukî vesikadır.
1921 Anayasası Millî Mücadele'nin olağanüstü şartları içinde
hazırlanmış geçici bir anayasadır. Meclis'in ve Millî Hükûmetin durum
ve yetkisini, şekil ve niteliğini tespit ve ifade eden ilk kanundur.
1921 Anayasası'nda kuvvetler birliği sistemi hâkimdir. Türkiye'de bütün
kuvvet ve yetkilerin kaynağı millettir. Millî iradeyi millet namına
temsil eden tek yetkili organ, BMM'dir. Meclis yasama ve yürütme
yetkilerine sahiptir.
Kuvvetler birliğine dayanan Meclis Hükûmeti sistemi 1921 Anayasası ile
ilk defa Türkiye'ye girmektedir. Reissiz bir Cumhuriyet kuran bu
anayasa ile millî irade Meclis tarafından temsil ve yürütülmekte,
böylece kuvvetler birliği esası, millî kuvvetlerin şuurlu bir merkezde
toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da zorunlu kılmaktadır.
20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'da yapılan en önemli değişiklik 29 Ekim
1923'te Cumhuriyet'in ilânı ile olmuş, devlet şekli bu ilanla
Cumhuriyet olarak değiştirilmîştir.
1921 tarihli anayasanın kabul edilmesinden sonra siyasî alanda önemli
inkılâplar gerçekleştirilmiştir. Kasım 1922'de saltanat kaldırılmış,
Ekim 1923'de Cumhuriyet ilân edilmiş ve Mart 1924'te ise halifelik
kaldırılmıştır; ayrıca eğitim-öğretim alanında birtakım yenilik
hareketleri ile Türk milleti siyasî,sosyal ve kültürel alanında hızlı
bir değişim içine girmiştir.
Bu hızlı değişimde toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni bir
anayasanın hazırlanmasını 1924 tarihînde 491 sayı ile Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu olarak TBMM'de kabul edilmiştir.
Toplam 105 maddeden oluşan 1924 Anayasası'nın önemli maddeleri şunlardır:
1-Türkiye Devleti bir Cumhuriyet'tir.
2-Türkiye Devleti'nin dini İslâm dinidir. Resmî dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir.
3-Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
4-TBMM milletin tek ve gerçek temsilcisi olup millet adına hâkimiyet hakkını kullanır.
5-Yasama yetkisi ve yürütme gücü BMM'de toplanır.
6-Meclis yasama yetkisini kendi kullanır.
7-Meclis yürütme yetkisini kendince seçilmiş Cumhurbaşkanı ve onun
atayacağı bir Bakanlar Kurulu eliyle kullanır. Meclis, hükûmeti her
vakit denetleyebilir ve düţürebilir.
8-Yargı hakkı, millet adına, usulü ve kanununa göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır
Yeni Türk Devleti'nin ikinci anayasası olan 1924 Anayasası 1921
Anayasası'nın dayandığı temel ilkelerden esinlenmiş, millî hâkimiyet,
tek meclis ve kuvvetler birliği, meclisin üstünlüğü prensipleri
geliştirilerek kabul edilmiştir.
1924 Anayasası, 1921 Anayasası'ndan yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer
vermekle, parlâmenter rejime geçişte bir adım daha ileri gitmiştir.
Millî Hâkimiyet ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmekle, anayasa
alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemekte, kamu
özgürlüklerine geniş bir şekilde yer vermektedir.
1924 Anayasası beş kez değişikliğe uğramıştır. Nisan 1928, Aralık 1931,
Aralık 1934, Şubat 1937 ve Kasım 1937 tarihînde yapılan değişikliklerle
devletin dini İslâm'dır ibaresi kaldırılmış, seçmen yaşı 18'den 22'ye
çıkarılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, Cumhuriyet Halk
Partisi programındaki altı ilke anayasa ilkeleri olarak kabul
edilmiştir.
1924 Anayasası dil bakımından 1945 ve 1952 yıllarında mana ve mefhumuna
dokunulmaksızın iki defa değişikliğe uğramış ve 1960 yılına kadar
yürürlükte kalmıştır.
e-Hukuk, Eğitim ve Sosyal Alanlarda Yapılan İnkılâp Hareketleri:
Hukuk kuralları toplum yaşayışını düzenler. Fertlerin huzur ve güven
içerisinde yaşamasını sağlar. En gelişmiş toplum düzeni olan devletle,
fertler arasındaki ilişki modern hukuk kurallarının uygulanmasıyla arzu
edilen seviyeye ulaşır.
Yeni Türk devletinin kurulmasıyla birlikte başlayan batılılaşma
hareketi zorunlu olarak devlet, cemiyet ve hukuk hayatında lâikliği bir
temel prensip olarak öngörmüştür. Batı ülkelerinin kanunları, önemsiz
değişikliklerle kabul edilmiş ve Türk toplumunun kısa bir zamanda
Avrupa hukuk sistemine girmesi sağlanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Hukuk İnkılâbının gerekliliğini 1 Mart 1924'te TBMM'de şu konuşmasıyla ifade etmiştir:
"... adlî telakkimizi, adlî kanunlarımızı,adlî teşkilâtımızı,bizi
şimdiye kadar şuur-i gayr-ı şuuri tesir altında bulunduran, asrın
icabatına gayr-ı mutabık revabıttan (bağlardan) bir an evvel
kurtarmaktır. Millet her mütemeddin memlekette (medenî memlekette) olan
terakki-i adliyenin memleketin ihtiyacına tevakuf eden (uyan) esasatını
istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tâbi olarak adliyemizde her güna
tesirattan silkinmek ve seri terakkiyata atılmakda asla tereddüt
olunmamak lâzımdır. Hukuk-ı medeniyede,hukuk-ı ailede takip edeceğimiz
yol ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idare-i maslahat ve
hurafelere merbutiyet (bağlılık) milletleri uyandırmaktan men eden en
ağır bir kabustur. Türk Milleti üzerinde kabus bulundurulamaz".
Modern hukuk sistemine ulaşmanın bir gereği olarak, özellikle 1926
yılından itibaren, büyük yenilik hareketleri yapılmaya başlanmıştır.
Medeni Kanun : İsviçre'de 1907 yılında hazırlanan ve 1912 yılında
yürürlüğe giren kanundan alınarak 17 Şubat 1926 tarihinde kabul
edilmiştir.
Ceza Kanunu : 1889 tarihli İtalyan ceza kanunundan alınarak 1 Mart 1926 tarihînde kabul edilmiştir.
Hâkimler Kanunu: 3 Mart 1926'da kabul edilen bir kanunla yargı
organlarının bağımsızlığı ve halkın çıkarları gözetilmeye çalışılmıştır.
Ticaret Kanunu : Alman ve İtalyan kanun ve eserlerinden yararlanılarak
hazırlanan kara ticareti ile ilgili kısım 29 Mayıs 1926'da deniz
ticaretiyle ilgili kısım ise 15 Mayıs 1929'da yürürlüğe girmiştir.
İcra ve İflas Kanunu : 24 Nisan 1929 yılında İsviçre'den alınmış ancak
faydalı olmaması neticesinde 30 Haziran 1932'de yeniden düzenlenerek
kabul edilmîştir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu: Eğitim, toplumsal bir ihtiyaçtır. Toplumun
kültür ve karakterini muhafaza eder,hatta düzeltir. Bu nedenle de
devlet hizmetleri arasında yer alır. Türkiye'de eğitim ve öğretimin
modernleşmesi Tanzimat'la birlikte başlamış,gerçek anlamda modern
eğitim-öğretim sistemine geçiş Cumhuriyet devrinde mümkün olmuţtur.
Mustafa Kemal Paşa,16 Temmuz 1921'de Ankara Maarif Kongresi'nde millî
kültürün önemini ve gerekliliğini şu konuşmasıyla ifade etmiştir:
"... Bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin
hurafelerinden ve fikri vasıflarımızla hiç de münasebeti olmayan
yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden
tamamıyla uzak, millî seciye ve tarihîmize uygun bir kültür
kastediyorum.
Çünki millî dehamız tamamıyla inkişafı, ancak böyle bir kültür ile
sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültür şimdiye kadar takip olunan
ecnebi kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir".
Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922'de TBMM'de yaptığı konuşmada
eğitim-öğretim alanında yapılacak yeniliklerin temel prensiplerini
tespit etmiţtir;
-Hükûmetin en önemli görevi maarif işleridir.
-Eğitim-öğretim müesseseleri tek bir teşkilât tarafından idare edilmelidir.
-Hazırlanacak eğitim programı milletimizin sosyal ve hayatî ihtiyaçları ile çağın icaplarına uygun olmalıdır.
-Eğitimin hedefi milliyetçi, medeniyetçi ve ilmî zihniyete sahip bir nesil yetiţtirmektir.
Bu gelişmelerin ardından Millî Eğitim Bakanı Saruhan Mebusu Vasıf
(Çınar) Bey ve elli arkadaşının Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-öğretimin
birleştirilmesi) konusundaki önergesi görüşülerek benimsenmiştir. 3
Mart 1924'de ise tasarı TBMM Genel Kurulu'na getirilmiş ve değişikliğe
uğramadan kabul edilmiştir.
Eğitim ve öğretim kadrolarını Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde
toplayan ve medreseleri kaldıran bu kanunla Türk Eğitimine "Millî"lik
vasfı kazandırılmış, ayrıca millî kültür anlayışında birlik sağlanmak
istenmiştir. Ayrıca, 2 Mart 1926'da kabul edilen maarif teşkilâtı
hakkında kanun ile de eğitim hizmetlerine yeni düzenlemeler
kazandırılmıştır.
Harf İnkılâbı; Harf İnkılâbı'na kadar bu konuda ülkemizde birçok
tartışmalar yapılmıştır. Yeni Türk Devleti'nin kurulmasından sonra,1923
İzmir İktisat Kongresi'nde Lâtin harflerinin kabulü ile ilgili önerge
verildiyse de kongre gündemiyle alâkalı görülmemiş, tartışılmadan
Maarif Vekaleti'ne gönderilmiţtir.
1927 yılı sonlarına doğru harf meselesinde ciddî çalışmalar
başladı.1928 yılında Maarif Vekâleti bir alfabe encümeni kurdu. Kurul,
Lâtin harflerine dayalı bir alfabe üzerinde çalışmalarda bulundu.
Mustafa Kemal Paşa İstanbul Sarayburnu'nda yaptığı 8 Ağustos 1928
tarihli konuşmasında bu çalışmaların neticesi hakkında "Yeni Türk
harflerini kabul ediyoruz" diyerek ilk haberi verdi.1 Kasım 1928 TBMM
açış konuşmasında ise Lâtin esasından alınan Türk alfabesinin, Türk
diline uygun olduğunu belirterek, okuma yazma oranı üzerinde olumlu
etkiler sağlayacağını ifade etti. Daha sonra üç milletvekilinin TBMM'ye
verdiği yeni Türk alfabesinin kabulü ile ilgili önerge Genel Kurul'da
görüşülerek, 1 Kasım 1928 günü 1353 sayı ile kabul edildi.
Yeni harflerin kabulü ile birlikte bütün yurtta eğitim-öğretim
seferberliği başlatıldı.1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açıldı.
31 Mayıs 1933'te İstanbul Dar'ül Fünun'u kaldırılarak yeni bir
üniversite kurulması kararlaştırıldı.
Türk Tarih Tezi; Tarih, insanların zaman ve mekân itibarıyla
geçirdikleri gelişmeleri sebep-sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen ilim
dalıdır. Tarih gerçeklerin ortaya çıkmasına yarar. Tarihi zengin bir
millet güçlüdür. Güçlü bir milletin oluşması manevî miraslarına sahip
çıkmasıyla mümkündür.
"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa
değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır".
Mustafa Kemal Paşa eksik ve yanlış gördüğü tarih anlayışını
değiştirerek yeni ve doğru bir tarih anlayışı getirmek istemiştir. Bu
amaçla Türk tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere 15 Nisan 1931'de
"Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) " kuruldu. 1932'de
Ankara'da tarihçilerin katıldığı ilk "Türk Tarih Kongresi" toplandı ve
"Türk tarih tezi" bu kongrede tartışıldı.
Kongre sonucu ortaya çıkan yeni tarih tezi şöyledir; "Türk milletinin
tarihi şimdiye kadar yazıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret
değildir. Türk'ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu
milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiţtir."
mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 2:İcra kudreti ve teşrii salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan BMM'de tecelli ve temerküz eder.
Madde 3:Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti Büyük Millet Meclisi Hükûmeti unvanını taşır".
Görüldüğü gibi kabul edilen bu maddelerle ayrı bir "Türkiye Devleti"nin
varlığından bahsedilmektedir. Osmanlı Devleti'nin yok olmasıyla yeni
bir devletin kuruluţunu, hukukî yönden belgelemiţtir.
Yeni anayasa aynı zamanda Millî Hâkimiyet'i esas alan ve vatanın
kaderine Millî Hâkimiyetin temsilcisi olarak BMM'nin el koymasını
mümkün kılan bir siyasî ve hukukî vesikadır.
1921 Anayasası Millî Mücadele'nin olağanüstü şartları içinde
hazırlanmış geçici bir anayasadır. Meclis'in ve Millî Hükûmetin durum
ve yetkisini, şekil ve niteliğini tespit ve ifade eden ilk kanundur.
1921 Anayasası'nda kuvvetler birliği sistemi hâkimdir. Türkiye'de bütün
kuvvet ve yetkilerin kaynağı millettir. Millî iradeyi millet namına
temsil eden tek yetkili organ, BMM'dir. Meclis yasama ve yürütme
yetkilerine sahiptir.
Kuvvetler birliğine dayanan Meclis Hükûmeti sistemi 1921 Anayasası ile
ilk defa Türkiye'ye girmektedir. Reissiz bir Cumhuriyet kuran bu
anayasa ile millî irade Meclis tarafından temsil ve yürütülmekte,
böylece kuvvetler birliği esası, millî kuvvetlerin şuurlu bir merkezde
toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da zorunlu kılmaktadır.
20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'da yapılan en önemli değişiklik 29 Ekim
1923'te Cumhuriyet'in ilânı ile olmuş, devlet şekli bu ilanla
Cumhuriyet olarak değiştirilmîştir.
1921 tarihli anayasanın kabul edilmesinden sonra siyasî alanda önemli
inkılâplar gerçekleştirilmiştir. Kasım 1922'de saltanat kaldırılmış,
Ekim 1923'de Cumhuriyet ilân edilmiş ve Mart 1924'te ise halifelik
kaldırılmıştır; ayrıca eğitim-öğretim alanında birtakım yenilik
hareketleri ile Türk milleti siyasî,sosyal ve kültürel alanında hızlı
bir değişim içine girmiştir.
Bu hızlı değişimde toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni bir
anayasanın hazırlanmasını 1924 tarihînde 491 sayı ile Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu olarak TBMM'de kabul edilmiştir.
Toplam 105 maddeden oluşan 1924 Anayasası'nın önemli maddeleri şunlardır:
1-Türkiye Devleti bir Cumhuriyet'tir.
2-Türkiye Devleti'nin dini İslâm dinidir. Resmî dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir.
3-Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
4-TBMM milletin tek ve gerçek temsilcisi olup millet adına hâkimiyet hakkını kullanır.
5-Yasama yetkisi ve yürütme gücü BMM'de toplanır.
6-Meclis yasama yetkisini kendi kullanır.
7-Meclis yürütme yetkisini kendince seçilmiş Cumhurbaşkanı ve onun
atayacağı bir Bakanlar Kurulu eliyle kullanır. Meclis, hükûmeti her
vakit denetleyebilir ve düţürebilir.
8-Yargı hakkı, millet adına, usulü ve kanununa göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır
Yeni Türk Devleti'nin ikinci anayasası olan 1924 Anayasası 1921
Anayasası'nın dayandığı temel ilkelerden esinlenmiş, millî hâkimiyet,
tek meclis ve kuvvetler birliği, meclisin üstünlüğü prensipleri
geliştirilerek kabul edilmiştir.
1924 Anayasası, 1921 Anayasası'ndan yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer
vermekle, parlâmenter rejime geçişte bir adım daha ileri gitmiştir.
Millî Hâkimiyet ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmekle, anayasa
alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemekte, kamu
özgürlüklerine geniş bir şekilde yer vermektedir.
1924 Anayasası beş kez değişikliğe uğramıştır. Nisan 1928, Aralık 1931,
Aralık 1934, Şubat 1937 ve Kasım 1937 tarihînde yapılan değişikliklerle
devletin dini İslâm'dır ibaresi kaldırılmış, seçmen yaşı 18'den 22'ye
çıkarılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, Cumhuriyet Halk
Partisi programındaki altı ilke anayasa ilkeleri olarak kabul
edilmiştir.
1924 Anayasası dil bakımından 1945 ve 1952 yıllarında mana ve mefhumuna
dokunulmaksızın iki defa değişikliğe uğramış ve 1960 yılına kadar
yürürlükte kalmıştır.
e-Hukuk, Eğitim ve Sosyal Alanlarda Yapılan İnkılâp Hareketleri:
Hukuk kuralları toplum yaşayışını düzenler. Fertlerin huzur ve güven
içerisinde yaşamasını sağlar. En gelişmiş toplum düzeni olan devletle,
fertler arasındaki ilişki modern hukuk kurallarının uygulanmasıyla arzu
edilen seviyeye ulaşır.
Yeni Türk devletinin kurulmasıyla birlikte başlayan batılılaşma
hareketi zorunlu olarak devlet, cemiyet ve hukuk hayatında lâikliği bir
temel prensip olarak öngörmüştür. Batı ülkelerinin kanunları, önemsiz
değişikliklerle kabul edilmiş ve Türk toplumunun kısa bir zamanda
Avrupa hukuk sistemine girmesi sağlanmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Hukuk İnkılâbının gerekliliğini 1 Mart 1924'te TBMM'de şu konuşmasıyla ifade etmiştir:
"... adlî telakkimizi, adlî kanunlarımızı,adlî teşkilâtımızı,bizi
şimdiye kadar şuur-i gayr-ı şuuri tesir altında bulunduran, asrın
icabatına gayr-ı mutabık revabıttan (bağlardan) bir an evvel
kurtarmaktır. Millet her mütemeddin memlekette (medenî memlekette) olan
terakki-i adliyenin memleketin ihtiyacına tevakuf eden (uyan) esasatını
istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tâbi olarak adliyemizde her güna
tesirattan silkinmek ve seri terakkiyata atılmakda asla tereddüt
olunmamak lâzımdır. Hukuk-ı medeniyede,hukuk-ı ailede takip edeceğimiz
yol ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idare-i maslahat ve
hurafelere merbutiyet (bağlılık) milletleri uyandırmaktan men eden en
ağır bir kabustur. Türk Milleti üzerinde kabus bulundurulamaz".
Modern hukuk sistemine ulaşmanın bir gereği olarak, özellikle 1926
yılından itibaren, büyük yenilik hareketleri yapılmaya başlanmıştır.
Medeni Kanun : İsviçre'de 1907 yılında hazırlanan ve 1912 yılında
yürürlüğe giren kanundan alınarak 17 Şubat 1926 tarihinde kabul
edilmiştir.
Ceza Kanunu : 1889 tarihli İtalyan ceza kanunundan alınarak 1 Mart 1926 tarihînde kabul edilmiştir.
Hâkimler Kanunu: 3 Mart 1926'da kabul edilen bir kanunla yargı
organlarının bağımsızlığı ve halkın çıkarları gözetilmeye çalışılmıştır.
Ticaret Kanunu : Alman ve İtalyan kanun ve eserlerinden yararlanılarak
hazırlanan kara ticareti ile ilgili kısım 29 Mayıs 1926'da deniz
ticaretiyle ilgili kısım ise 15 Mayıs 1929'da yürürlüğe girmiştir.
İcra ve İflas Kanunu : 24 Nisan 1929 yılında İsviçre'den alınmış ancak
faydalı olmaması neticesinde 30 Haziran 1932'de yeniden düzenlenerek
kabul edilmîştir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu: Eğitim, toplumsal bir ihtiyaçtır. Toplumun
kültür ve karakterini muhafaza eder,hatta düzeltir. Bu nedenle de
devlet hizmetleri arasında yer alır. Türkiye'de eğitim ve öğretimin
modernleşmesi Tanzimat'la birlikte başlamış,gerçek anlamda modern
eğitim-öğretim sistemine geçiş Cumhuriyet devrinde mümkün olmuţtur.
Mustafa Kemal Paşa,16 Temmuz 1921'de Ankara Maarif Kongresi'nde millî
kültürün önemini ve gerekliliğini şu konuşmasıyla ifade etmiştir:
"... Bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin
hurafelerinden ve fikri vasıflarımızla hiç de münasebeti olmayan
yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden
tamamıyla uzak, millî seciye ve tarihîmize uygun bir kültür
kastediyorum.
Çünki millî dehamız tamamıyla inkişafı, ancak böyle bir kültür ile
sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültür şimdiye kadar takip olunan
ecnebi kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir".
Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922'de TBMM'de yaptığı konuşmada
eğitim-öğretim alanında yapılacak yeniliklerin temel prensiplerini
tespit etmiţtir;
-Hükûmetin en önemli görevi maarif işleridir.
-Eğitim-öğretim müesseseleri tek bir teşkilât tarafından idare edilmelidir.
-Hazırlanacak eğitim programı milletimizin sosyal ve hayatî ihtiyaçları ile çağın icaplarına uygun olmalıdır.
-Eğitimin hedefi milliyetçi, medeniyetçi ve ilmî zihniyete sahip bir nesil yetiţtirmektir.
Bu gelişmelerin ardından Millî Eğitim Bakanı Saruhan Mebusu Vasıf
(Çınar) Bey ve elli arkadaşının Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-öğretimin
birleştirilmesi) konusundaki önergesi görüşülerek benimsenmiştir. 3
Mart 1924'de ise tasarı TBMM Genel Kurulu'na getirilmiş ve değişikliğe
uğramadan kabul edilmiştir.
Eğitim ve öğretim kadrolarını Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde
toplayan ve medreseleri kaldıran bu kanunla Türk Eğitimine "Millî"lik
vasfı kazandırılmış, ayrıca millî kültür anlayışında birlik sağlanmak
istenmiştir. Ayrıca, 2 Mart 1926'da kabul edilen maarif teşkilâtı
hakkında kanun ile de eğitim hizmetlerine yeni düzenlemeler
kazandırılmıştır.
Harf İnkılâbı; Harf İnkılâbı'na kadar bu konuda ülkemizde birçok
tartışmalar yapılmıştır. Yeni Türk Devleti'nin kurulmasından sonra,1923
İzmir İktisat Kongresi'nde Lâtin harflerinin kabulü ile ilgili önerge
verildiyse de kongre gündemiyle alâkalı görülmemiş, tartışılmadan
Maarif Vekaleti'ne gönderilmiţtir.
1927 yılı sonlarına doğru harf meselesinde ciddî çalışmalar
başladı.1928 yılında Maarif Vekâleti bir alfabe encümeni kurdu. Kurul,
Lâtin harflerine dayalı bir alfabe üzerinde çalışmalarda bulundu.
Mustafa Kemal Paşa İstanbul Sarayburnu'nda yaptığı 8 Ağustos 1928
tarihli konuşmasında bu çalışmaların neticesi hakkında "Yeni Türk
harflerini kabul ediyoruz" diyerek ilk haberi verdi.1 Kasım 1928 TBMM
açış konuşmasında ise Lâtin esasından alınan Türk alfabesinin, Türk
diline uygun olduğunu belirterek, okuma yazma oranı üzerinde olumlu
etkiler sağlayacağını ifade etti. Daha sonra üç milletvekilinin TBMM'ye
verdiği yeni Türk alfabesinin kabulü ile ilgili önerge Genel Kurul'da
görüşülerek, 1 Kasım 1928 günü 1353 sayı ile kabul edildi.
Yeni harflerin kabulü ile birlikte bütün yurtta eğitim-öğretim
seferberliği başlatıldı.1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açıldı.
31 Mayıs 1933'te İstanbul Dar'ül Fünun'u kaldırılarak yeni bir
üniversite kurulması kararlaştırıldı.
Türk Tarih Tezi; Tarih, insanların zaman ve mekân itibarıyla
geçirdikleri gelişmeleri sebep-sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen ilim
dalıdır. Tarih gerçeklerin ortaya çıkmasına yarar. Tarihi zengin bir
millet güçlüdür. Güçlü bir milletin oluşması manevî miraslarına sahip
çıkmasıyla mümkündür.
"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa
değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır".
Mustafa Kemal Paşa eksik ve yanlış gördüğü tarih anlayışını
değiştirerek yeni ve doğru bir tarih anlayışı getirmek istemiştir. Bu
amaçla Türk tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere 15 Nisan 1931'de
"Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) " kuruldu. 1932'de
Ankara'da tarihçilerin katıldığı ilk "Türk Tarih Kongresi" toplandı ve
"Türk tarih tezi" bu kongrede tartışıldı.
Kongre sonucu ortaya çıkan yeni tarih tezi şöyledir; "Türk milletinin
tarihi şimdiye kadar yazıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret
değildir. Türk'ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu
milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiţtir."
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Mustafa Kemal Paşanın tarih ilmine bu kadar çok değer vermesinin
nedeni, tarihi, devletin ilerlemesi ve modernleşmesi için manevî bir
destek olarak görmüş ve kullanmış olmasıdır. Ona göre Millî Mücadele
sonrasında Türk halkı benliğini bulabilmesi için en güvenilir vasıtayı
tarih ilmînden almıştır.
Türk Dili İnkılâbı; Dil İnkılâbı,Türk İnkılâbının temel prensiplerine
de uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma
inkılâbıdır.
Harf İnkılâbı'nın olumlu sonuçlar vermesi üzerine 12 Temmuz 1932'de
"Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)" kuruldu. Cemiyetin amacı
Türkçenin sözlük, terim, dil bilgisi, cümle bilgisi, etimoloji
konularını inceleyerek Türkçenin geliştirilmesine çalışmaktır.
Cemiyetin çalışmalarıyla halk dilinde yaşayan kelimeler dilimize tekrar
kazandırıldı. Konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrılıklar ortadan
kaldırıldı. İnkılâplar içerisinde "Türklük şuurunu" en fazla
geliştirmeye yarayan, dilimiz üzerinde yapılan bu çalışmalardır.
Mustafa Kemal Paţa, Türk dilindeki gerekli gelişmenin önemini 1932'deki şu konuşması ile ifade etmektedir:
"Millî Kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin
temel direği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi
benliğine,aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için,bütün
devlet teşkilatımızın dikkatli,alakalı olmasını isteriz".
Şapka İnkılâbı ve Kılık-Kıyafet Değişimi; 1925 yılında yurt gezisine
çıkan Mustafa Kemal Paşa 24 Ağustos 1925'te Kastamonu ve İnebolu'ya
yaptığı seyahatinde şapka, kılık-kıyafet konusunda halkla konuştu.
Halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını daha medeni bir görüntüye
bürünülmesi gerektiğini anlattı. Giydiği şapkayı ve kıyafetini halka
göstererek buna uyulmasının gereği üzerinde durdu. Çünkü Mustafa Kemal
Paşa batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınmasını ve bunun bir
gereği olarak da medenî kıyafetin kabul ve tatbik edilmesini istiyordu.
2 Eylül 1925'de Bakanlar Kurulu memurlara şapka giydirilmesi için bir
kararname yayımladı. Ancak, Meclis bu kararnameyi anayasaya aykırı
olduğu gerekçesiyle kabul etmek istememiştir. Bu gelişmelerin ardından
TBMM 25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayı ile şapka giyilmesi hakkındaki
kanunu kabul etti. Yine 2 Eylül 1925'de cübbe ve sarık giymek, din
adamlarının dışındaki kimselere yasak edilmiţtir.
3 Aralık 1934 tarihînde de 2596 sayılı kanunla din adamlarının, dinî
kıyafetlerini sadece ibadet yerlerinde giyecekleri tespit edilmiş, en
yüksek düzeydeki din görevlisi bu uygulamanın dışında bırakılmıştır.
Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması; Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos
1925'de Kastamonu'da yaptığı bir konuşmada tekke ve zaviyelerin
kapatılmasını ve tarikatların kaldırılmasının lüzumundan bahsederek "En
doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir" şeklindeki sözleriyle
halka akılcı olan yolu göstermiţtir.
30 Kasım 1925 tarihli bir kanunla tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır.
Milletlerarası Takvim ve Saatin,Yeni Rakamların Kabulü ve Ölçülerde
Değişiklik; Osmanlı Devleti döneminde uygulanan Hicri ve Rumi takvimler
üzerinde Meşrutiyet'le birlikte yeni düzenlemeler yapılmak istendiyse
de başarı sağlanamamıştı. 26 Aralık 1925'te kabul edilen bir kanunla
Hicrî ve Rumî takvim kaldırılarak Milâdî takvim ve milletler arası saat
uygulaması kabul edilmiţtir.
26 Mart 1931 tarihinde çıkarılan 1782 sayılı kanunla da arşın, endaze,
okka, çeki gibi bölgelere göre farklılık arz eden birimler kaldırılarak
Avrupa'dan alınan metre ve kilo gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul
edilmiştir.
Bu değişiklikler gerek ülke içinde, gerekse milletler arası ilişkilerde önemli kolaylıklar sağlamıştır.
Soyadı Kanunu'nun Kabulü ve Eski Unvanların Kaldırılması; Gerek
toplumsal ilişkilerde, gerekse nüfus işlerinde meydana gelen
karışıklıkları önlemek amacıyla 21 Haziran 1934'te "Soyadı Kanunu"
kabul edilmiştir.
Soyadı Kanunu ile Türkler kendi adından başka bir de soyadı alacaktı.
Soyadları Türkçe olacak, yabancı ırk ve millet adları ile ahlâka aykırı
soyadı kullanılmayacaktı.
TBMM Mustafa Kemal Paşaya 24 Kasım 1934'te " ******" soyadını vermiş,
17 Aralık 1934'de ise bu soyadını başkası tarafından alınmamasını
kararlaştırmıştır.
26 Kasım 1934 tarihinde ise "Ağa , hacı, hafız, hoca, molla, efendi,
bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi, hazretleri" gibi lâkap ve
unvanlar savaş madalyası dışındaki madalya ve nişanların kaldırılması
kabul edilmiştir.
Millî Bayramlar ve Genel Tatil; 23 Nisan 1921'de TBMM'ye verilen iki
ayrı önergede 23 Nisan gününün, Türk Milleti'nin bağımsızlığını elde
etmesinin yıl dönümü olması nedeniyle resmî bayram olarak kabul
edilmesi istenmişti. Önerge aynı gün Meclis Genel Kurulu'nda
görüşülerek kabul edilmiş ve kutlanmıştır.
27 Mayıs 1935 tarihinde ise Millî Bayramlar ve Genel Tatiller
Hakkındaki Kanun TBMM tarafından çıkarılmıştır. Bu kanun ile cuma günü
olan hafta tatili pazar günü olarak değiştirilmiştir. Dinî bayramlardan
Ramazan Bayramı tatili 3 gün, Kurban Bayramı tatili 4 gün olarak tespit
edilmîştir. 30 Ağustos bir gün Zafer Bayramı adıyla, 23 Nisan bir buçuk
gün Millî Egemenlik Bayramı adıyla,1 Mayıs bir gün Bahar Bayramı adıyla
resmî bayramlar olarak kabul edilmiştir.1 Ocak tarihi ise bir buçuk gün
Yılbaşı tatili olarak tespit edilmiştir.
Kadın Haklarının Kabulü; Millî Mücadele'nin kazanılması topyekûn Türk
milletinin eseridir. Türk kadını savaş döneminde, erkeğinin yanında
görev almış, sırtında çocuğu ile cepheye koşmuş, dolayısıyla toplumdaki
haklı yerini bir defa daha ispat etmiştir. Ancak kadınlarımızın
toplumdaki bu önemli yerine karşılık medenî ve siyasî haklarında
birtakım eksiklikler vardı. Bu konu üzerinde en fazla duran Mustafa
Kemal Paşa olmuştur.21 Mart 1923'te Konya Kızılay Kadınlar Şubesi'nin
bir toplantısında yaptığı konuşmada kadın haklarının tanınması ile
ilgili birçok konuya temas etmiştir.
1926 yılından itibaren kadınlarımız kademeli olarak medenî, siyasî ve
sosyal haklarına kavuşmuştur. İlk olarak 17 Şubat 1926'da "Medeni
Kanunu'nun" kabulü ile Türk kadını medeni haklarına kavuşmuştur. 3
Nisan 1930'da çıkarılan "Belediye Kanunu" ise kadınlara belediye
seçimlerinde oy verme ve seçme hakkını getirmiştir. Siyasî alandaki bu
ilk hak daha sonra geliştirilerek Türk kadınlarına 26 Ekim 1933'te Köy
İhtiyar Heyetleri'ne seçme ve seçilme hakkının tanınması sağlanacaktır.
Nihayet 5 Aralık 1934'te yapılan anayasa değişikliği ile Türk kadını
milletvekili seçmek ve seçilmek hakkını elde etmiştir.
Türk Millî Mücadelesi maddî imkânsızlıklar içinde kazanılmış büyük bir
zaferdir. Ancak bu zaferin kazanılmasından sonra yeni Türk devleti
büyük bir mücadeleye daha girmek zorunda kalacaktır. Mustafa Kemal Paşa
bu mücadeleyi İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı şu konuşmasında
"ekonomik mücadele" olarak tespit ve işaret etmiştir;
"...Siyasî,askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik
zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz ve
sürekli olamaz. Yeni Türkiye'mizi lâyık olduğu kuvvete yükseltebilmek
için birinci derecede ve en çok ekonomimize önem vermek
mecburiyetindeyiz. Zamanımız tamamen bir ekonomi devrinden başka bir
şey değildir. Millî Hâkimiyet ise ekonomik hâkimiyetle kuvvetlenmektir.
Yeni devletimizin,yeni hükûmetimizin bütün esasları,bütün programları
ekonomi programından çıkmalıdır".
Gerçekten de demir yollarının, dış ticaretin, bankacılığın yabancıların
elinde olduğu, sanayinin ise olmadığı ülkede devlet, ekonomik
meselelere öncelikle el atarak iktisat kongresinde özetle şu kararlar
almıştır:
-Devlet,özel sektörün gerçekleştiremediği teşebbüslere bizzat el atarak,iktisadî açıdan görevlerini yerine getirmelidir.
-Yurt içi ham madde üretimine dayalı sanayi dalları kurulmalıdır.
-Özel teşebbüsü kredilendirecek bir devlet bankası kurulmalıdır.
-Küçük imalâttan, büyük iţletmeye bir an evvel geçilmelidir.
-Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.
-Sanayi desteklenmeli ve millî bankalar kurulmalıdır.
Bu kararlar, Cumhuriyet'in ilânı ile birlikte yeni Cumhuriyet
hükûmetlerine ışık tutacak, ekonomik alanda önemli mesafeler
kaydedilecektir.
Cumhuriyetin ilânından sonraki ilk on yıl, Türk devletinin ekonomik,
sosyal ve kültürel kalkınmayı sağlaması bakımından hazırlık yılları
olmuştur. Bu yıllarda yeni devlet derlenme toparlanma, alt yapıyı
düzenleme, ekonomiyi yeniden organize etme çabalarında bulunmuştur.
Tarım üretiminin ve tarımda verimliliğin arttırılması çabasına
yönelinmiş, demir yolu yapımına önem verilmiş, Türkiye'yi demir ağlarla
örme politikası hedef olarak seçilmiştir. Ekonomideki yabancılaşmayı
önlemek için imtiyazlı yabancı şirketler elinde bulunan demiryolları ve
limanlar, maden işletmeleri ile büyük kentlerin su, elektrik, hava
gazı, haberleşme ve taşıma ihtiyacını gideren işletmeler devlet
tarafından satın alınarak millileştirilmiştir. Ayrıca iktisadî
kalkınmanın finansmanı için gerekli kredi müesseselerinin kurulması ve
etkili bir organizasyona kavuşturulması çabalarında da bulunulmuţtur.
1929 yılında bütün dünyayı sarsmış olan ekonomik bunalım Türkiye'nin
iktisadî ve sosyal gelişmesinde yeni bir dönem açmıştır. İktisadi
sıkıntının getirdiği baskı Türk devletinin daha sonraki dönemlerde sert
tedbirler almasına yol açacaktır.
Bu dönemde yapılan yatırımlar daima devletçilik ilkesi adı altında
yapılmıştır. Tarıma kıyasla, sanayileşmeye öncelik, eğitim ve nüfus
artışına ağırlık verilmiştir.
****** döneminde alınan tedbirler sonucu fert başına millî gelir
yıllık ortalama artış hızında, altın rezervlerinde önemli artışlar
kaydedildi. Tarımda, sanayide, ulaştırmada ve bayındırlık hizmetlerinde
ileri mesafeler kaydedilmiş. Türk ekonomisi kendi kendine yetecek
duruma gelmiştir. Bu yeterlilikteki en önemli faktör, ******'ün
ekonomi politikasındaki temel amacın, "İmtiyazsız ve sınıfsız biçimde
bütün halkın refahını yükseltmek,toplumun kısa zamanda kalkınabilmesi
için de ekonomik ve sosyal kalkınmaya bir bütün olarak yaklaşması"
olduğu söylenebilir.
Osmanlı Devleti döneminde sağlık hizmetleri sistemli bir şekilde
yürütülmemekteydi. Bugünkü gibi ayrı bir bakanlık şeklinde
teşkilâtlanma mevcut değildi. İlk sağlık teşkilâtı 16 Şubat
1328(1913)'de "Sıhhıye Müdüriyeti Umumiyesi" adıyla Genel Müdürlük
olarak kurulmuş ve Dahiliye Nezareti'ne bağlanmıştır. TBMM'nin
açılmasından sonra oluşturulan ilk hükûmette ise "Sıhhat ve İçtimaî
Muavenet Vekâleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı)" adıyla ayrı bir
bakanlık ihdas edilerek, sağlık hizmetlerine gereken önem verilmiştir.
Millî Sağlık Politikası; "Vatandaşların sağlığını korumak, takviye
etmek, ölüm oranını azaltmak, nüfusu arttırmak, bulaşıcı hastalıklardan
korunmak ve bu yolla da millet fertlerinin sıhhatli vücutlar hâlinde
yetişmesini temin etmek" olarak tespit edilmiştir.
Bu politika doğrultusunda 1930'da "Umumî Hıfzısıhha Kanunu" çıkarılmış,
1921'de "Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti (Türkiye Çocuk Esirgeme
Kurumu)" ve tıp odaları kurulmuş, Hemşire Okulu, Numune Hastahaneleri,
Doğum ve Çocuk Hastahaneleri açılmıştır. Hastane, hekim, sağlık memuru
ve ebe sayısında artış meydana getirecek tedbirlerin alınması ile
ülkede sağlık alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır.
4-Çok Partili Döneme Geçiş Denemeleri ve İnkılâba Karşı Tepkiler:
a-İlk BMM'nde Oluşan Gruplar ve Muhalefet
23 Nisan 1920 günü açılan BMM aldığı "1" nolu kararla İstanbul Meclis-i
Mebusanı'na katılan üyeleri de kendi çatısı altına almıştır. Böylece
BMM üç ayrı şekilde katılmalarla meydana gelen bir meclis olmuştur.
1) 19 Mart 1920 seçim talimatına göre seçilmîş üyeler
2) Meclis-i Mebusan'dan gelen üyeler
3) Yunanistan ve Malta'dan gelen üyeler
BMM'nin üye sayısı konusunda bazı ihtilâflar vardır. Bu üyeler 66 seçim
çevresinden seçilmişlerdir. Çeşitli meslek gruplarına mensup olan
milletvekilleri, değişik düşünce yapılarına, hayat tarzlarına ve
kültürlere sahiptir. Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleşmesi bütün
milletvekillerinin ortak ideali olmakla beraber bunun dışındaki
konularda fikir birliği mevcut değildi. Farklı menşelerden
gelmelerinden dolayı farklı düşüncelerin de sahibiydiler
nedeni, tarihi, devletin ilerlemesi ve modernleşmesi için manevî bir
destek olarak görmüş ve kullanmış olmasıdır. Ona göre Millî Mücadele
sonrasında Türk halkı benliğini bulabilmesi için en güvenilir vasıtayı
tarih ilmînden almıştır.
Türk Dili İnkılâbı; Dil İnkılâbı,Türk İnkılâbının temel prensiplerine
de uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma
inkılâbıdır.
Harf İnkılâbı'nın olumlu sonuçlar vermesi üzerine 12 Temmuz 1932'de
"Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)" kuruldu. Cemiyetin amacı
Türkçenin sözlük, terim, dil bilgisi, cümle bilgisi, etimoloji
konularını inceleyerek Türkçenin geliştirilmesine çalışmaktır.
Cemiyetin çalışmalarıyla halk dilinde yaşayan kelimeler dilimize tekrar
kazandırıldı. Konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrılıklar ortadan
kaldırıldı. İnkılâplar içerisinde "Türklük şuurunu" en fazla
geliştirmeye yarayan, dilimiz üzerinde yapılan bu çalışmalardır.
Mustafa Kemal Paţa, Türk dilindeki gerekli gelişmenin önemini 1932'deki şu konuşması ile ifade etmektedir:
"Millî Kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin
temel direği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi
benliğine,aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için,bütün
devlet teşkilatımızın dikkatli,alakalı olmasını isteriz".
Şapka İnkılâbı ve Kılık-Kıyafet Değişimi; 1925 yılında yurt gezisine
çıkan Mustafa Kemal Paşa 24 Ağustos 1925'te Kastamonu ve İnebolu'ya
yaptığı seyahatinde şapka, kılık-kıyafet konusunda halkla konuştu.
Halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını daha medeni bir görüntüye
bürünülmesi gerektiğini anlattı. Giydiği şapkayı ve kıyafetini halka
göstererek buna uyulmasının gereği üzerinde durdu. Çünkü Mustafa Kemal
Paşa batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınmasını ve bunun bir
gereği olarak da medenî kıyafetin kabul ve tatbik edilmesini istiyordu.
2 Eylül 1925'de Bakanlar Kurulu memurlara şapka giydirilmesi için bir
kararname yayımladı. Ancak, Meclis bu kararnameyi anayasaya aykırı
olduğu gerekçesiyle kabul etmek istememiştir. Bu gelişmelerin ardından
TBMM 25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayı ile şapka giyilmesi hakkındaki
kanunu kabul etti. Yine 2 Eylül 1925'de cübbe ve sarık giymek, din
adamlarının dışındaki kimselere yasak edilmiţtir.
3 Aralık 1934 tarihînde de 2596 sayılı kanunla din adamlarının, dinî
kıyafetlerini sadece ibadet yerlerinde giyecekleri tespit edilmiş, en
yüksek düzeydeki din görevlisi bu uygulamanın dışında bırakılmıştır.
Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması; Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos
1925'de Kastamonu'da yaptığı bir konuşmada tekke ve zaviyelerin
kapatılmasını ve tarikatların kaldırılmasının lüzumundan bahsederek "En
doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir" şeklindeki sözleriyle
halka akılcı olan yolu göstermiţtir.
30 Kasım 1925 tarihli bir kanunla tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır.
Milletlerarası Takvim ve Saatin,Yeni Rakamların Kabulü ve Ölçülerde
Değişiklik; Osmanlı Devleti döneminde uygulanan Hicri ve Rumi takvimler
üzerinde Meşrutiyet'le birlikte yeni düzenlemeler yapılmak istendiyse
de başarı sağlanamamıştı. 26 Aralık 1925'te kabul edilen bir kanunla
Hicrî ve Rumî takvim kaldırılarak Milâdî takvim ve milletler arası saat
uygulaması kabul edilmiţtir.
26 Mart 1931 tarihinde çıkarılan 1782 sayılı kanunla da arşın, endaze,
okka, çeki gibi bölgelere göre farklılık arz eden birimler kaldırılarak
Avrupa'dan alınan metre ve kilo gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul
edilmiştir.
Bu değişiklikler gerek ülke içinde, gerekse milletler arası ilişkilerde önemli kolaylıklar sağlamıştır.
Soyadı Kanunu'nun Kabulü ve Eski Unvanların Kaldırılması; Gerek
toplumsal ilişkilerde, gerekse nüfus işlerinde meydana gelen
karışıklıkları önlemek amacıyla 21 Haziran 1934'te "Soyadı Kanunu"
kabul edilmiştir.
Soyadı Kanunu ile Türkler kendi adından başka bir de soyadı alacaktı.
Soyadları Türkçe olacak, yabancı ırk ve millet adları ile ahlâka aykırı
soyadı kullanılmayacaktı.
TBMM Mustafa Kemal Paşaya 24 Kasım 1934'te " ******" soyadını vermiş,
17 Aralık 1934'de ise bu soyadını başkası tarafından alınmamasını
kararlaştırmıştır.
26 Kasım 1934 tarihinde ise "Ağa , hacı, hafız, hoca, molla, efendi,
bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi, hazretleri" gibi lâkap ve
unvanlar savaş madalyası dışındaki madalya ve nişanların kaldırılması
kabul edilmiştir.
Millî Bayramlar ve Genel Tatil; 23 Nisan 1921'de TBMM'ye verilen iki
ayrı önergede 23 Nisan gününün, Türk Milleti'nin bağımsızlığını elde
etmesinin yıl dönümü olması nedeniyle resmî bayram olarak kabul
edilmesi istenmişti. Önerge aynı gün Meclis Genel Kurulu'nda
görüşülerek kabul edilmiş ve kutlanmıştır.
27 Mayıs 1935 tarihinde ise Millî Bayramlar ve Genel Tatiller
Hakkındaki Kanun TBMM tarafından çıkarılmıştır. Bu kanun ile cuma günü
olan hafta tatili pazar günü olarak değiştirilmiştir. Dinî bayramlardan
Ramazan Bayramı tatili 3 gün, Kurban Bayramı tatili 4 gün olarak tespit
edilmîştir. 30 Ağustos bir gün Zafer Bayramı adıyla, 23 Nisan bir buçuk
gün Millî Egemenlik Bayramı adıyla,1 Mayıs bir gün Bahar Bayramı adıyla
resmî bayramlar olarak kabul edilmiştir.1 Ocak tarihi ise bir buçuk gün
Yılbaşı tatili olarak tespit edilmiştir.
Kadın Haklarının Kabulü; Millî Mücadele'nin kazanılması topyekûn Türk
milletinin eseridir. Türk kadını savaş döneminde, erkeğinin yanında
görev almış, sırtında çocuğu ile cepheye koşmuş, dolayısıyla toplumdaki
haklı yerini bir defa daha ispat etmiştir. Ancak kadınlarımızın
toplumdaki bu önemli yerine karşılık medenî ve siyasî haklarında
birtakım eksiklikler vardı. Bu konu üzerinde en fazla duran Mustafa
Kemal Paşa olmuştur.21 Mart 1923'te Konya Kızılay Kadınlar Şubesi'nin
bir toplantısında yaptığı konuşmada kadın haklarının tanınması ile
ilgili birçok konuya temas etmiştir.
1926 yılından itibaren kadınlarımız kademeli olarak medenî, siyasî ve
sosyal haklarına kavuşmuştur. İlk olarak 17 Şubat 1926'da "Medeni
Kanunu'nun" kabulü ile Türk kadını medeni haklarına kavuşmuştur. 3
Nisan 1930'da çıkarılan "Belediye Kanunu" ise kadınlara belediye
seçimlerinde oy verme ve seçme hakkını getirmiştir. Siyasî alandaki bu
ilk hak daha sonra geliştirilerek Türk kadınlarına 26 Ekim 1933'te Köy
İhtiyar Heyetleri'ne seçme ve seçilme hakkının tanınması sağlanacaktır.
Nihayet 5 Aralık 1934'te yapılan anayasa değişikliği ile Türk kadını
milletvekili seçmek ve seçilmek hakkını elde etmiştir.
Türk Millî Mücadelesi maddî imkânsızlıklar içinde kazanılmış büyük bir
zaferdir. Ancak bu zaferin kazanılmasından sonra yeni Türk devleti
büyük bir mücadeleye daha girmek zorunda kalacaktır. Mustafa Kemal Paşa
bu mücadeleyi İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı şu konuşmasında
"ekonomik mücadele" olarak tespit ve işaret etmiştir;
"...Siyasî,askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik
zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz ve
sürekli olamaz. Yeni Türkiye'mizi lâyık olduğu kuvvete yükseltebilmek
için birinci derecede ve en çok ekonomimize önem vermek
mecburiyetindeyiz. Zamanımız tamamen bir ekonomi devrinden başka bir
şey değildir. Millî Hâkimiyet ise ekonomik hâkimiyetle kuvvetlenmektir.
Yeni devletimizin,yeni hükûmetimizin bütün esasları,bütün programları
ekonomi programından çıkmalıdır".
Gerçekten de demir yollarının, dış ticaretin, bankacılığın yabancıların
elinde olduğu, sanayinin ise olmadığı ülkede devlet, ekonomik
meselelere öncelikle el atarak iktisat kongresinde özetle şu kararlar
almıştır:
-Devlet,özel sektörün gerçekleştiremediği teşebbüslere bizzat el atarak,iktisadî açıdan görevlerini yerine getirmelidir.
-Yurt içi ham madde üretimine dayalı sanayi dalları kurulmalıdır.
-Özel teşebbüsü kredilendirecek bir devlet bankası kurulmalıdır.
-Küçük imalâttan, büyük iţletmeye bir an evvel geçilmelidir.
-Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.
-Sanayi desteklenmeli ve millî bankalar kurulmalıdır.
Bu kararlar, Cumhuriyet'in ilânı ile birlikte yeni Cumhuriyet
hükûmetlerine ışık tutacak, ekonomik alanda önemli mesafeler
kaydedilecektir.
Cumhuriyetin ilânından sonraki ilk on yıl, Türk devletinin ekonomik,
sosyal ve kültürel kalkınmayı sağlaması bakımından hazırlık yılları
olmuştur. Bu yıllarda yeni devlet derlenme toparlanma, alt yapıyı
düzenleme, ekonomiyi yeniden organize etme çabalarında bulunmuştur.
Tarım üretiminin ve tarımda verimliliğin arttırılması çabasına
yönelinmiş, demir yolu yapımına önem verilmiş, Türkiye'yi demir ağlarla
örme politikası hedef olarak seçilmiştir. Ekonomideki yabancılaşmayı
önlemek için imtiyazlı yabancı şirketler elinde bulunan demiryolları ve
limanlar, maden işletmeleri ile büyük kentlerin su, elektrik, hava
gazı, haberleşme ve taşıma ihtiyacını gideren işletmeler devlet
tarafından satın alınarak millileştirilmiştir. Ayrıca iktisadî
kalkınmanın finansmanı için gerekli kredi müesseselerinin kurulması ve
etkili bir organizasyona kavuşturulması çabalarında da bulunulmuţtur.
1929 yılında bütün dünyayı sarsmış olan ekonomik bunalım Türkiye'nin
iktisadî ve sosyal gelişmesinde yeni bir dönem açmıştır. İktisadi
sıkıntının getirdiği baskı Türk devletinin daha sonraki dönemlerde sert
tedbirler almasına yol açacaktır.
Bu dönemde yapılan yatırımlar daima devletçilik ilkesi adı altında
yapılmıştır. Tarıma kıyasla, sanayileşmeye öncelik, eğitim ve nüfus
artışına ağırlık verilmiştir.
****** döneminde alınan tedbirler sonucu fert başına millî gelir
yıllık ortalama artış hızında, altın rezervlerinde önemli artışlar
kaydedildi. Tarımda, sanayide, ulaştırmada ve bayındırlık hizmetlerinde
ileri mesafeler kaydedilmiş. Türk ekonomisi kendi kendine yetecek
duruma gelmiştir. Bu yeterlilikteki en önemli faktör, ******'ün
ekonomi politikasındaki temel amacın, "İmtiyazsız ve sınıfsız biçimde
bütün halkın refahını yükseltmek,toplumun kısa zamanda kalkınabilmesi
için de ekonomik ve sosyal kalkınmaya bir bütün olarak yaklaşması"
olduğu söylenebilir.
Osmanlı Devleti döneminde sağlık hizmetleri sistemli bir şekilde
yürütülmemekteydi. Bugünkü gibi ayrı bir bakanlık şeklinde
teşkilâtlanma mevcut değildi. İlk sağlık teşkilâtı 16 Şubat
1328(1913)'de "Sıhhıye Müdüriyeti Umumiyesi" adıyla Genel Müdürlük
olarak kurulmuş ve Dahiliye Nezareti'ne bağlanmıştır. TBMM'nin
açılmasından sonra oluşturulan ilk hükûmette ise "Sıhhat ve İçtimaî
Muavenet Vekâleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı)" adıyla ayrı bir
bakanlık ihdas edilerek, sağlık hizmetlerine gereken önem verilmiştir.
Millî Sağlık Politikası; "Vatandaşların sağlığını korumak, takviye
etmek, ölüm oranını azaltmak, nüfusu arttırmak, bulaşıcı hastalıklardan
korunmak ve bu yolla da millet fertlerinin sıhhatli vücutlar hâlinde
yetişmesini temin etmek" olarak tespit edilmiştir.
Bu politika doğrultusunda 1930'da "Umumî Hıfzısıhha Kanunu" çıkarılmış,
1921'de "Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti (Türkiye Çocuk Esirgeme
Kurumu)" ve tıp odaları kurulmuş, Hemşire Okulu, Numune Hastahaneleri,
Doğum ve Çocuk Hastahaneleri açılmıştır. Hastane, hekim, sağlık memuru
ve ebe sayısında artış meydana getirecek tedbirlerin alınması ile
ülkede sağlık alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır.
4-Çok Partili Döneme Geçiş Denemeleri ve İnkılâba Karşı Tepkiler:
a-İlk BMM'nde Oluşan Gruplar ve Muhalefet
23 Nisan 1920 günü açılan BMM aldığı "1" nolu kararla İstanbul Meclis-i
Mebusanı'na katılan üyeleri de kendi çatısı altına almıştır. Böylece
BMM üç ayrı şekilde katılmalarla meydana gelen bir meclis olmuştur.
1) 19 Mart 1920 seçim talimatına göre seçilmîş üyeler
2) Meclis-i Mebusan'dan gelen üyeler
3) Yunanistan ve Malta'dan gelen üyeler
BMM'nin üye sayısı konusunda bazı ihtilâflar vardır. Bu üyeler 66 seçim
çevresinden seçilmişlerdir. Çeşitli meslek gruplarına mensup olan
milletvekilleri, değişik düşünce yapılarına, hayat tarzlarına ve
kültürlere sahiptir. Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleşmesi bütün
milletvekillerinin ortak ideali olmakla beraber bunun dışındaki
konularda fikir birliği mevcut değildi. Farklı menşelerden
gelmelerinden dolayı farklı düşüncelerin de sahibiydiler
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Damar Arıkoğlu meclisteki grupları İstiklâl, Muhafazakâr ve Bolşevikler
olmak üzere üçe ayırır. Julıan E. Gillespie ise "Kemalistler, İstiklâl
grubu, Enver Paşa taraftarları ve Bolşevikler" şeklinde 4 grupta
toplamaktadır.
Mustafa Kemal Paşa ise grupları beşe ayırmakla birlikte bu gruplardan
başka isimsiz olarak özel maksatlı bazı küçük grupların da faaliyet
hâlinde olduklarını söylemektedir. Bu gruplar şunlardır:
1) Tesanüt grubu (dayanışma grubu)
2) İstiklâl grubu (bağımsızlık grubu)
3) Müdafaa-i Hukuk zümresi (hakları savunma grubu)
4) Halk zümresi(halk grubu)
5) Islâhat grubu(reform grubu)
Tesanüt grubu üyeleri bir çeşit sendikalizmi savunan bir program
etrafında toplanmışlardır. Sayıları 40 kadar olan İttihat ve Terakki
yanlıları bu grup içerisinde yer almıştır. Halk zümresi mensupları ise
Bolşevik olmaya meyilli sol eğilimli milletvekillerinden meydana
gelmiştir. İstiklâl grubu milletvekillerinin ekseriyeti ise ileri
görüşlü gençlerden oluşmuştur.
1920 yılı sonlarına doğru ortaya çıkan bu grupların yanı sıra aynı
dönemlerde kurulmuş "Türkiye Komünist Fırkası" ve "Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası" adlarında iki de parti mevcuttur. Ancak sol
eğilimi temsil eden bu partilerin 1921 yılı Ocak ayından itibaren
faaliyetlerinin sindirildiğini görüyoruz.
Mustafa Kemal Paşa Meclis'te oluşan bu grupları bir araya getirmek ve
bir uzlaşma sağlamak için çaba sarf etmiştir. Başarılı olamayınca da
"Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu" adıyla bir grup kurma
çalışmalarına başlamıştır.
Mustafa Kemal Paţa TBMM'de mevcut grupları birleştirmek suretiyle
Meclis'e işlerlik kazandırmak istediyse de bunda başarılı olamadı.
Bunun üzerine 10 Mayıs 1921 günü Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu'nu kurdu. Bu teşekkül A-RMHC'nin Meclis grubunu oluşturmuştur.10
Mayıs tarihli toplantıda grubun iç tüzüğüyle ilgili maddeler ve Mustafa
Kemal Paşa'nın hazırladığı A-RMHG'nin amaçlarını gösteren iki temel
madde de kabul edildi. Bu maddeler şunlardır:
Birinci Grup, Misak-ı Millî ilkeleri çerçevesinde memleketin
bütünlüğünü ve milletin bütün maddî ve manevî kuvvetlerini gereken
hedeflere yönelterek kullanacak, memleketin resmî ve özel bütün kuruluş
ve tesislerinin bu ana gayeye hizmet etmeye çalışacaktır.
İkinci Grup, devlet ve milletin teşkilâtını Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu'nun koyduğu ilkeler çerçevesinde sırasıyla şimdiden tespite ve
hazırlamaya çalışacaktır.
A-RMHG, grup başkanlığına Mustafa Kemal Paşayı, başkan vekilliğine de
Edirne milletvekili Mehmet Şeref Beyi getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa
Meclisteki bütün milletvekillerinin aslında A-RMHG'nin tabiî üyeleri
olduğunu belirtmiştir. Ancak bunun dışında kalanlar daha sonra 2. Grubu
meydana getirerek ciddi bir muhalefet hareketini başlatacaklardır.
Mustafa Kemal Paşa Ankara'da 1922 yılının Aralık ayında gazetelere
verdiği demeçte "Halk Fırkası" adında bir siyasî parti kuracağını
açıklamıştır. Ayrıca Halk Fırkası'nın dayandığı iki temel ilkenin "Tam
bağımsızlık" ve "kayıtsız şartsız millet hâkimiyeti" olduğunu ifade
ederek, kurulacak partide bütün milletin temsil edileceğini
belirtmiţtir.
TBMM, 1 Nisan 1923'te seçimin yenilenmesine karar vermiş, 3 Nisanda ise seçim kanununda birtakım değişiklikler yapmıştır.
8 Nisan 1923'te Mustafa Kemal Paşa yayımladığı "seçim hakkında
beyanname" ile mecliste mevcut olan A-RMHG'nin Halk Fırkası'na
dönüşeceğini bildirdi.
Aynı beyanname ile grubun programını 9 madde hâlinde yayımladı.
Seçimlerden sonra TBMM'nin ikinci dönemi 11 Ağustos 1923'te açıldı.9
Eylül 1923'te ise Halk Fırkası kuruluşunu tamamladı. Genel Başkanlığına
da kurucusu Mustafa Kemal Paţa getirildi.
Bilindiği gibi, muhalefet, bütünüyle siyasî sürecin bir parçası ve
unsuru, hükûmet veya iktidarın alternatifidir. İktidarın bir
tamamlayıcısıdır. Nerede bir topluluk varsa orada değişik isim ve
şekillerde siyasî çatışma vardır. Toplum ne kadar az gelişmişse,
gruplar ve fertler arasındaki fikir ve çıkar çatışmaları da o kadar
sert ve şiddetli olur. Gelişmiş toplumlarda ise bu çatışma birtakım
usul ve kurallara bağlanmıştır. Siyasî anlaşmazlığın organize ifadesi
"Siyasî Muhalefet" müessesiyle nihaî çözümü bulmuştur. Siyasî
muhalefet, demokratik, liberal, parlâmenter, anayasal çoğunluk,
hürriyetçi gibi çeşitli isimler taşıyan bütünüyle müesseseleşmiş bir
siyasî toplumun temel kuruluşunu ve mihenk taşını oluşturur.
Osmanlı Devleti'nde meydana gelen ilk muhalefet hareketi Genç
Osmanlıların 1865'te kurdukları cemiyet ve faaliyetleri olarak kabul
edilir. Cumhuriyet Türkiye'sindeki ilk muhalif siyasî parti
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olmakla birlikte, ilk BMM'nin
açılmasıyla, siyasî parti hüviyeti altında olmaksızın, başlayan ve
gelişen bir muhalefet hareketi olduğu kesindir.
Mustafa Kemal Paşa'nın A-RMHG'yi kurmasından önce Erzurum Mebusu Hoca
Raif Efendi , Yeşilzade Salih Hoca ve arkadaşları A-RMHC'den ayrılarak
"Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti'ni" kurmuşlardı. Bu cemiyetin muhalif
olduğu konulardan birisi "Komünist faaliyetlerinin artması" diğeri ise
"Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nde meydana gelen değişiklikler" olarak
gösterilmiştir. Ayrıca mevcut cemiyet ilkelerinin başına da, Hilâfet ve
Saltanat makamının ve devlet şeklinin olduğu gibi bırakılmasını
sağlayıcı birtakım eklemeler yapmışlardır.
BMM'de A-RMHG'nin kurulmasıyla, bu grubun dışında kalan Erzurum Mebusu
Celalettin Arif Bey, Hüseyin Avni Bey ve arkadaşları ikinci grubu
meydana getirmiţlerdir. Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti de bu grubu
desteklemiţtir.
Esas amacı Mustafa Kemal Paşanın kişisel egemenlik kurmasına karşı
çıkmak olan ikinci grup, Başkumandanlık Kanunu'nun süresinin üçüncü
uzatılışında resmen oluşmuş kabul edilmekle beraber, bu tür bir
muhalefetin daha eskilere dayandığı açıktır.
Birinci ve ikinci Müdafa-i Hukuk Grupları Meclis'te sık sık
birbirleriyle çatışmışlardır. Bu yüzden bir kısım vekiller(bakanlar)
istifa etmek zorunda kalmışlardır. Vekil seçimi ile ilgili kanunda
istekleri yönünde değişiklik yaptırarak Rauf Beyin İcra Vekilleri
Heyeti Reisi (Başbakan) seçmeleri grubun sayısal gücünün
küçümsenmeyeceğini gösterir. Ancak ikinci grup Meclis'in ilk dönemi
sonuna doğru bu gücünü kaybederek dağılmaya yüz tutmuş ve seçimlerin
yenilenmesiyle de tamamen Meclis'ten uzaklaşmışlardır.
b-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası :
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet dönemi siyasî tarihinde
kurulan ilk muhalefet partisi olarak kabul edilir. Meclis'te gerek
ikinci grup muhalefetin, gerekse Halk Fırkası sonrası muhalefetin
hazırladığı zemin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın oluşmasını
sağlamıştır.
Halifeliğin kaldırılmasına, Mustafa Kemal Paşanın yakın silâh
arkadaşlarından Rauf ve Adnan Beyler, Refet, Kâzım Karabekir, Ali Fuad
ve Cafer Tayyar Paşa'lar olumsuz tepki göstermişlerdir. Giderek
şiddetlenen muhalefet hareketi 1924 yılının Ekim ayına gelindiğinde
Refet Paşa, Dr. Adnan, İsmail Canbulat ve Rauf Beylerin etrafında
toplanmaya başladı.
Bu arada hem milletvekili hem orduda görevli olan generaller ya ordudan
ya da milletvekilliğinden uzaklaştırılarak ,Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin
günlük politika cereyanları dışında kalması sağlanmıştı. Askerlik
görevinden Refet Paşadan sonra Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa
istifa ederek siyasî hayatı seçmişlerdir.
Muhalifler gerçek bir Cumhuriyet rejimine ulaşabilmek için, Halk
Fırkası'nın Meclis üzerindeki baskısını kaldırmayı başlıca zorunluluk
olarak görmekteydiler. Nihayet 9 Kasım 1924'te Halk Fırkası'ndan
kopmalar ilk olarak on milletvekilinin istifasıyla başlamış, daha
sonraki günlerde de bu ayrılmalar devam etmiştir.
17 Kasım 1924'te ise TCF'nin kurulması tamamlanarak genel
sekreterliğine Ali Fuat Paşa, Genel Başkanlığına da Kâzım Karabekir
Paşa getirildi. Dr. Adnan ve Rauf Beyler de ikinci baţkan olarak
görevlendirildi.
TCF'nin dayandığı esas fikir, muhalefet olmaksızın bütün kuvvetlerin
Meclis'te toplanmasının otoriter bir sistem doğuracağı fikri idi. Bu
nedenle fırkanın demokratik olmasına ve inkılâplara taraftar olmasına
dikkat edilmiştir. Bu amaca ulaşmak için de fırka, mevcudunu 30 kişiyle
sınırlandırmıştır.
TCF'nin program ve nizamnamesi incelendiğinde; ferdî hürriyetlere
taraftar, din düşüncesine ve inançlara saygılı bir tavır aldığı
görülür. Cumhuriyet rejimi, liberalizm ve demokrasi yeni partinin kabul
ettiği temel prensiplerdir.
İktidar olmak için değil de sadece iktidarla muhalefetin yan yana
çalışmasını temin etmek amacıyla kurulduğu iddia edilen TCF Meclis'te
çok asabî bir ortamda doğmuştur. Hükûmetle fırka üyeleri arasında çok
sert tartışmalar meydana gelmiştir. TCF yaklaşık 7 ay süren siyasî
hayatı boyunca oldukça geniş taraftar kitlesine sahip olduğu
söylenebilir.
olmak üzere üçe ayırır. Julıan E. Gillespie ise "Kemalistler, İstiklâl
grubu, Enver Paşa taraftarları ve Bolşevikler" şeklinde 4 grupta
toplamaktadır.
Mustafa Kemal Paşa ise grupları beşe ayırmakla birlikte bu gruplardan
başka isimsiz olarak özel maksatlı bazı küçük grupların da faaliyet
hâlinde olduklarını söylemektedir. Bu gruplar şunlardır:
1) Tesanüt grubu (dayanışma grubu)
2) İstiklâl grubu (bağımsızlık grubu)
3) Müdafaa-i Hukuk zümresi (hakları savunma grubu)
4) Halk zümresi(halk grubu)
5) Islâhat grubu(reform grubu)
Tesanüt grubu üyeleri bir çeşit sendikalizmi savunan bir program
etrafında toplanmışlardır. Sayıları 40 kadar olan İttihat ve Terakki
yanlıları bu grup içerisinde yer almıştır. Halk zümresi mensupları ise
Bolşevik olmaya meyilli sol eğilimli milletvekillerinden meydana
gelmiştir. İstiklâl grubu milletvekillerinin ekseriyeti ise ileri
görüşlü gençlerden oluşmuştur.
1920 yılı sonlarına doğru ortaya çıkan bu grupların yanı sıra aynı
dönemlerde kurulmuş "Türkiye Komünist Fırkası" ve "Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası" adlarında iki de parti mevcuttur. Ancak sol
eğilimi temsil eden bu partilerin 1921 yılı Ocak ayından itibaren
faaliyetlerinin sindirildiğini görüyoruz.
Mustafa Kemal Paşa Meclis'te oluşan bu grupları bir araya getirmek ve
bir uzlaşma sağlamak için çaba sarf etmiştir. Başarılı olamayınca da
"Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu" adıyla bir grup kurma
çalışmalarına başlamıştır.
Mustafa Kemal Paţa TBMM'de mevcut grupları birleştirmek suretiyle
Meclis'e işlerlik kazandırmak istediyse de bunda başarılı olamadı.
Bunun üzerine 10 Mayıs 1921 günü Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu'nu kurdu. Bu teşekkül A-RMHC'nin Meclis grubunu oluşturmuştur.10
Mayıs tarihli toplantıda grubun iç tüzüğüyle ilgili maddeler ve Mustafa
Kemal Paşa'nın hazırladığı A-RMHG'nin amaçlarını gösteren iki temel
madde de kabul edildi. Bu maddeler şunlardır:
Birinci Grup, Misak-ı Millî ilkeleri çerçevesinde memleketin
bütünlüğünü ve milletin bütün maddî ve manevî kuvvetlerini gereken
hedeflere yönelterek kullanacak, memleketin resmî ve özel bütün kuruluş
ve tesislerinin bu ana gayeye hizmet etmeye çalışacaktır.
İkinci Grup, devlet ve milletin teşkilâtını Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu'nun koyduğu ilkeler çerçevesinde sırasıyla şimdiden tespite ve
hazırlamaya çalışacaktır.
A-RMHG, grup başkanlığına Mustafa Kemal Paşayı, başkan vekilliğine de
Edirne milletvekili Mehmet Şeref Beyi getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa
Meclisteki bütün milletvekillerinin aslında A-RMHG'nin tabiî üyeleri
olduğunu belirtmiştir. Ancak bunun dışında kalanlar daha sonra 2. Grubu
meydana getirerek ciddi bir muhalefet hareketini başlatacaklardır.
Mustafa Kemal Paşa Ankara'da 1922 yılının Aralık ayında gazetelere
verdiği demeçte "Halk Fırkası" adında bir siyasî parti kuracağını
açıklamıştır. Ayrıca Halk Fırkası'nın dayandığı iki temel ilkenin "Tam
bağımsızlık" ve "kayıtsız şartsız millet hâkimiyeti" olduğunu ifade
ederek, kurulacak partide bütün milletin temsil edileceğini
belirtmiţtir.
TBMM, 1 Nisan 1923'te seçimin yenilenmesine karar vermiş, 3 Nisanda ise seçim kanununda birtakım değişiklikler yapmıştır.
8 Nisan 1923'te Mustafa Kemal Paşa yayımladığı "seçim hakkında
beyanname" ile mecliste mevcut olan A-RMHG'nin Halk Fırkası'na
dönüşeceğini bildirdi.
Aynı beyanname ile grubun programını 9 madde hâlinde yayımladı.
Seçimlerden sonra TBMM'nin ikinci dönemi 11 Ağustos 1923'te açıldı.9
Eylül 1923'te ise Halk Fırkası kuruluşunu tamamladı. Genel Başkanlığına
da kurucusu Mustafa Kemal Paţa getirildi.
Bilindiği gibi, muhalefet, bütünüyle siyasî sürecin bir parçası ve
unsuru, hükûmet veya iktidarın alternatifidir. İktidarın bir
tamamlayıcısıdır. Nerede bir topluluk varsa orada değişik isim ve
şekillerde siyasî çatışma vardır. Toplum ne kadar az gelişmişse,
gruplar ve fertler arasındaki fikir ve çıkar çatışmaları da o kadar
sert ve şiddetli olur. Gelişmiş toplumlarda ise bu çatışma birtakım
usul ve kurallara bağlanmıştır. Siyasî anlaşmazlığın organize ifadesi
"Siyasî Muhalefet" müessesiyle nihaî çözümü bulmuştur. Siyasî
muhalefet, demokratik, liberal, parlâmenter, anayasal çoğunluk,
hürriyetçi gibi çeşitli isimler taşıyan bütünüyle müesseseleşmiş bir
siyasî toplumun temel kuruluşunu ve mihenk taşını oluşturur.
Osmanlı Devleti'nde meydana gelen ilk muhalefet hareketi Genç
Osmanlıların 1865'te kurdukları cemiyet ve faaliyetleri olarak kabul
edilir. Cumhuriyet Türkiye'sindeki ilk muhalif siyasî parti
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olmakla birlikte, ilk BMM'nin
açılmasıyla, siyasî parti hüviyeti altında olmaksızın, başlayan ve
gelişen bir muhalefet hareketi olduğu kesindir.
Mustafa Kemal Paşa'nın A-RMHG'yi kurmasından önce Erzurum Mebusu Hoca
Raif Efendi , Yeşilzade Salih Hoca ve arkadaşları A-RMHC'den ayrılarak
"Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti'ni" kurmuşlardı. Bu cemiyetin muhalif
olduğu konulardan birisi "Komünist faaliyetlerinin artması" diğeri ise
"Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nde meydana gelen değişiklikler" olarak
gösterilmiştir. Ayrıca mevcut cemiyet ilkelerinin başına da, Hilâfet ve
Saltanat makamının ve devlet şeklinin olduğu gibi bırakılmasını
sağlayıcı birtakım eklemeler yapmışlardır.
BMM'de A-RMHG'nin kurulmasıyla, bu grubun dışında kalan Erzurum Mebusu
Celalettin Arif Bey, Hüseyin Avni Bey ve arkadaşları ikinci grubu
meydana getirmiţlerdir. Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti de bu grubu
desteklemiţtir.
Esas amacı Mustafa Kemal Paşanın kişisel egemenlik kurmasına karşı
çıkmak olan ikinci grup, Başkumandanlık Kanunu'nun süresinin üçüncü
uzatılışında resmen oluşmuş kabul edilmekle beraber, bu tür bir
muhalefetin daha eskilere dayandığı açıktır.
Birinci ve ikinci Müdafa-i Hukuk Grupları Meclis'te sık sık
birbirleriyle çatışmışlardır. Bu yüzden bir kısım vekiller(bakanlar)
istifa etmek zorunda kalmışlardır. Vekil seçimi ile ilgili kanunda
istekleri yönünde değişiklik yaptırarak Rauf Beyin İcra Vekilleri
Heyeti Reisi (Başbakan) seçmeleri grubun sayısal gücünün
küçümsenmeyeceğini gösterir. Ancak ikinci grup Meclis'in ilk dönemi
sonuna doğru bu gücünü kaybederek dağılmaya yüz tutmuş ve seçimlerin
yenilenmesiyle de tamamen Meclis'ten uzaklaşmışlardır.
b-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası :
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet dönemi siyasî tarihinde
kurulan ilk muhalefet partisi olarak kabul edilir. Meclis'te gerek
ikinci grup muhalefetin, gerekse Halk Fırkası sonrası muhalefetin
hazırladığı zemin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın oluşmasını
sağlamıştır.
Halifeliğin kaldırılmasına, Mustafa Kemal Paşanın yakın silâh
arkadaşlarından Rauf ve Adnan Beyler, Refet, Kâzım Karabekir, Ali Fuad
ve Cafer Tayyar Paşa'lar olumsuz tepki göstermişlerdir. Giderek
şiddetlenen muhalefet hareketi 1924 yılının Ekim ayına gelindiğinde
Refet Paşa, Dr. Adnan, İsmail Canbulat ve Rauf Beylerin etrafında
toplanmaya başladı.
Bu arada hem milletvekili hem orduda görevli olan generaller ya ordudan
ya da milletvekilliğinden uzaklaştırılarak ,Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin
günlük politika cereyanları dışında kalması sağlanmıştı. Askerlik
görevinden Refet Paşadan sonra Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa
istifa ederek siyasî hayatı seçmişlerdir.
Muhalifler gerçek bir Cumhuriyet rejimine ulaşabilmek için, Halk
Fırkası'nın Meclis üzerindeki baskısını kaldırmayı başlıca zorunluluk
olarak görmekteydiler. Nihayet 9 Kasım 1924'te Halk Fırkası'ndan
kopmalar ilk olarak on milletvekilinin istifasıyla başlamış, daha
sonraki günlerde de bu ayrılmalar devam etmiştir.
17 Kasım 1924'te ise TCF'nin kurulması tamamlanarak genel
sekreterliğine Ali Fuat Paşa, Genel Başkanlığına da Kâzım Karabekir
Paşa getirildi. Dr. Adnan ve Rauf Beyler de ikinci baţkan olarak
görevlendirildi.
TCF'nin dayandığı esas fikir, muhalefet olmaksızın bütün kuvvetlerin
Meclis'te toplanmasının otoriter bir sistem doğuracağı fikri idi. Bu
nedenle fırkanın demokratik olmasına ve inkılâplara taraftar olmasına
dikkat edilmiştir. Bu amaca ulaşmak için de fırka, mevcudunu 30 kişiyle
sınırlandırmıştır.
TCF'nin program ve nizamnamesi incelendiğinde; ferdî hürriyetlere
taraftar, din düşüncesine ve inançlara saygılı bir tavır aldığı
görülür. Cumhuriyet rejimi, liberalizm ve demokrasi yeni partinin kabul
ettiği temel prensiplerdir.
İktidar olmak için değil de sadece iktidarla muhalefetin yan yana
çalışmasını temin etmek amacıyla kurulduğu iddia edilen TCF Meclis'te
çok asabî bir ortamda doğmuştur. Hükûmetle fırka üyeleri arasında çok
sert tartışmalar meydana gelmiştir. TCF yaklaşık 7 ay süren siyasî
hayatı boyunca oldukça geniş taraftar kitlesine sahip olduğu
söylenebilir.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Doğuda meydana gelen Şeyh Sait İsyanı, İstiklâl Mahkemeleri'nin
kurulmasına ve Takrir-i Sükûn Kanunu'nun çıkarılmasına sebep olmuştur.
Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi, TCF mensuplarından eski Urfa Mutasarrıfı
Fethi Bey'i isyanla ilgisi olduğu gerekçesiyle hapse mahkûm etmiş, bu
karara dayanarak ta 25 Mayıs 1925'te bölgedeki TCF'nin şubelerini
kapatmıştır.3 Haziran 1925'te toplanan Bakanlar Kurulu, aldığı kararla
TCF'nin ülkedeki bütün şubeleri ile birlikte kapatılmasını
kararlaştırmıştır.
Mustafa Kemal Paşa TCF'nin kurulmasından önceleri memnun olduğunu
bildirdiyse de, daha sonra muhalefet partisinin programını tenkit
ederek, TCF'nin diktatörlükle ilgili dokundurmalarından
memnuniyetsizliğini ifade etmiştir. Dönemin Başvekili İsmet İnönü ise
TCF'nin çıkışını; "Bu memlekette muhalefet ihtilâl demektir" şeklinde
yorumlamıştır.
c-Serbest Cumhuriyet Fırkası :
Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet döneminde çok partili siyasî
hayata geçiş için girişilen ikinci teşebbüstür. Mustafa Kemal Paşa
ülkedeki mevcut tek parti yönetiminde, hükûmetin eleştirisiz bir
durumda olmasından dolayı yeni bir muhalif partinin kurulmasını
istemiştir. Bu maksatla da yakın arkadaşlarından Ali Fethi (Okyar) Beyi
Paris Büyükelçiliğinden getirerek yeni bir parti kurmakla
görevlendirmiştir.
Kuruluşunu bizzat Mustafa Kemal Paşa'nın teşvik ettiği SCF, 12 Ağustos
1930'da İstanbul'da Ali Fethi Bey tarafından kurulmuştur. Meclis içinde
15 milletvekilinin partiye katılmasıyla kurulan SCF liberalizmi savunan
bir parti programıyla siyasî hayata atılmıştır.
Ayrıca "Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik" ilkeleri temel
prensipler olarak kabul edilmiş, seçimlerin tek dereceli olması ve
kadınlara siyasî hakların verilmesi savunulmuştur.
SCF, açıldıktan sonra, kısa dönemde büyük bir suretle gelişti. Ekim
1930'da yapılan yerel seçimlerde, partinin yeni ve teşkilâtsız olmasına
rağmen büyük bir başarı göstererek 502 belediyeden 22'sini kazandığı
görülmüştür. Üstelik SCF her bölgede seçime katılmamıştır. Ali Fethi
Bey; "Belediye seçimlerini aslında katıldığımız her yerde Serbest Fırka
kazanmıştır. Halk Fırkası beklenmedik şekilde yenilmiştir" derken,
farkın bu derece fazla olmasının sebebini seçimler sırasındaki baskıya
bağlamıştır.
Ali Fethi Bey'in, yerel seçim öncesindeki Ege gezisi sırasındaki halkın
hükûmet aleyhine, inkılâplar aleyhine gösteriler yapması partinin
sonunun gelmesine zemin hazırlamıştır.
SCF'nin iktidar olma temayülünün yarattığı hava, CHF mensuplarını
rahatsız etmiş ayrıca yerel seçimlerdeki yolsuzluk iddiaları mecliste
sert tartışmalara neden olmuş, giderek büyüyen bu tartışmalar Mustafa
Kemal Paşa ile Ali Fethi Beyi karşı karşıya getirmiştir. Bu olumsuz
gelişmeler karşısında, Ali Fethi Bey 17 Kasım 1930'da Dahiliye
Vekâleti'ne verdiği dilekçede; "...fırkanın,Gazi hazretleriyle siyasî
sahada karşı karşıya gelmek vaziyetinde kalabileceği anlaşılmıştır"
diyerek SCF'nin feshine karar verildiğini açıklamıştır.
SCF'nin kendi kendini kapatmasıyla, TCF'ndan sonra çok partili siyasî
hayata geçiş için yapılan ikinci teşebbüs de başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. SCF'nin kapanmasından sonra CHF ileri gelenleri daha
katı bir tek parti yönetimi anlayışıyla siyasî iktidarı 1950 yılına
kadar ellerinde bulunduracaklardır.
TCF ve SCF'nin siyasî hayatımızda önemli izleri olmakla beraber bu
partilerin dışında kurulmuş veya kurulma teşebbüsünde bulunulmuş
partiler de mevcuttur. Ancak kurulan bu partilerin gerek mecliste
gerekse halkoyunda çok önemli etkileri olmadığı söylenebilir.
TCF ve SCF'nin yanı sıra 1930'da Ahali Cumhuriyet Fırkası, Türk
Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi, Lâyık Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi
Fırkası gibi siyasî teşekküller kurulmuşsa da bu partilerin
çalışmalarına izin verilmemiştir.
d-Şeyh Sait İsyanı
Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925 günü Genç ilinin Ergani ilçesine bağlı
Piran köyünde başlamıştır. Kısa zamanda genişleyen isyan hareketi
bölgede etkili olmuştur. İsyancılar önce Genç'i, daha sonra Muş,
Çapakçur, Elazığ ve Palu'yu ele geçirdiler. 7 Mart'ta Diyarbakır'ı
kuşattılarsa da başarılı olamadılar. Daha sonra ordu birliklerinin
olaya hâkim olmasıyla isyan hareketi gerilemeye başladı. Şeyh Sait ve
isyanın elebaşıları 15 Nisanda ele geçirildi. Ancak isyanın
bastırılması Mayıs ayı sonunu bulmuştur.
Şeyh Sait İsyanı, diğer isyanlarda görülmeyen birtakım özellikler
taşır. Olay bütün ülkeyi içine almak amacı güden Türk inkılâbına karşı
yapılmış bir harekettir. Bu harekette hilâfetin yeniden kurulmasını
sağlama ve saltanatı geri getirme ideali de vardır.
Şeyh Sait İsyanı'nın arkasında, İstanbul'da bulunan Kürt İstiklâl
Komitesi Reisi Seyyit Abdulkadir ile İngilizlerin etkisi görülmektedir
.Bu komite İngiltere'nin mandası altında bağımsız bir Kürt devleti
kurmayı plânlamaktaydı.
İngiltere himayesi altında bir Kürdistan Devleti kurulmasını, bölgenin
petrol yönünden taşıdığı önemden dolayı istiyordu. Bu amaçla bölgeyi
ellerinde bulundurabilmek için Kürtleri, Türklere, Araplara hatta
İran'a karşı kullanabileceklerdi. Ayrıca Musul Meselesi'nin görüşüldüğü
bu dönemde bir taraftan Musul halkının Türkiye ile birleşmesini
önlerken, diğer taraftan isyan hareketiyle Türkiye'yi siyasî istikrarı
olmayan bir ülke şeklinde dünyaya tanıtmak istiyorlardı.
Dönemin Başbakanı Fethi Bey, olayı bir karşı ihtilâl denemesi olarak
değerlendirmiş ve sıkıyönetim tedbirlerini yeterli görmüştür. İsmet
Paşa ise sert tedbirlerin alınmasında ısrar ederek, isyanı rejime
yönelik ülke çapında bir hareket olarak değerlendirmiştir.2 Mart
1925'te Fethi Beyin başbakanlıktan ayrılmasıyla 3 Mart 1925'te İsmet
Paşa yeni hükûmeti kurmuş, ilk iş olarak Takrir-i Sükun Kanunu'nu
TBMM'ye sunarak çıkmasını sağlamıştır.
Yapılan plânlı bir askerî harekât sonrasında isyan tamamen
bastırılmıştır. Şeyh Sait ve Seyyit Abdülkadir'in de dahil olduğu
isyanın elebaşıları, Takrir-i Sükun Kanunu ile kurulan İstiklâl
Mahkemelerinde yargılanarak idama mahkûm olmuşlardır.
Cumhuriyet döneminde meydana gelen en önemli isyan hareketi şüphesiz
Şeyh Sait İsyanı'dır. Takrir-i Sükûn Kanunu'nun çıkarılmasına sebep
olması bunun en çarpıcı delilidir. Ancak 1924 ile 1938 yılları arasında
meydana gelen ve genelde Kürt kaynaklı isyan hareketleri de vardır. Bu
ayaklanmaların hedefi daima rejime yönelik bir mahiyet arz etmiştir. Bu
ayaklanma hareketleri şunlardır:
1) Nasturi Ayaklanması 12-28 Eylül 1924
2) Şeyh Sait Ayaklanması 13 Şubat- 31 Mayıs 1925
3) Raçkotan ve Raman Tedip Har. 9-12 Ağustos 1925
4) Sason Ayaklanması 1925-1937
5) Birinci Ağrı Ayaklanması 16 Mayıs-17Haziran 1926
6) Koçuşağı Ayaklanması 7 Ekim - 30 Kasım 1926
7) Mutki Ayaklanması 26 Mayıs-25 Ağustos 1927
İkinci Ağrı Harekâtı 13 -20 Eylül 1927
9) Bicar Tenkil Harekâtı 7 Ekim -17 Kasım 1927
10)Asi Resul Ayaklanması 22 Mayıs - 3 Ağustos 1929
11)Tendürük Harekâtı 14 -27 Eylül 1929
12)Savur Tenkil Harekâtı 26 Mayıs - 9 Haziran 1930
13)Zeylan Ayaklanması Haziran - Eylül 1930
14)Oramar Ayaklanması 16 Temmuz - 10 Ekim 1930
15)Üçüncü Ağrı Harekâtı 7-14 Eylül 1930
16)Pülümür Harekâtı 8 Ekim -14 Kasım 1930
17)Menemen Olayı 23 Aralık 1930
18)Tunceli (Dersim) Tedip Har. 1937-1938
Bu ayaklanma hareketleri içerisinde Nasturi Ayaklanması ve Menemen Olayı Kürtlerle ilgili değildir.
e-Takrir-i Sukûn Kanunu ve İzmir Suikast Girişimi :
Takrir-i Sükun Kanunu, Şeyh Sait İsyanı'nın yarattığı tehlikelere ve
ülkede Türk inkılâbının gerçekleşmesine karşı çıkan bütün unsurları
ortadan kaldırmak amacıyla çıkarılmıştır. 4 Mart 1925'de, İsmet Paşa
Hükûmeti'nin Meclis'e verdiği önergenin 578 sayı ile kanunlaşması
sonucu, iki yıllık bir süre için yürürlüğe konmuştur. Ancak daha sonra
iki yıl daha uzatılarak 4 Mart 1929'a kadar yürürlükte kalması
sağlanmıştır.
Üç maddeden oluţan Takrir-i Sükun Kanunu'nun çıkarılması sırasında
muhalefet, kanunun "anayasaya aykırılığı" ve "temel hak ve hürriyetleri
ortadan kaldırmaya yönelik olduğu" gerekçesiyle tepki göstermiştir.
Muhalefetin rahatsız olmasındaki esas neden hükûmetin meclise sunduğu
teklifle, birisi isyan bölgesinde diğeri ise Ankara'da kurulması
öngörülen "İstiklâl Mahkemeleri" konusu olmuştur. Görüşmeler sonunda
yapılan oylamada kanun, 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul
edilmiştir. 117 nolu Meclis kararıyla da Ankara İstiklâl mahkemesi ve
ayaklanma bölgesinde de Şark İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Şark İstiklâl
Mahkemesi'nin vereceği idam kararlarında TBMM'nin onayı gerekmiyordu.
TBMM, 7 Mart 1925'te ise her iki mahkemenin başkan, üye ve savcılarının
seçimini yapmıştır.
kurulmasına ve Takrir-i Sükûn Kanunu'nun çıkarılmasına sebep olmuştur.
Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi, TCF mensuplarından eski Urfa Mutasarrıfı
Fethi Bey'i isyanla ilgisi olduğu gerekçesiyle hapse mahkûm etmiş, bu
karara dayanarak ta 25 Mayıs 1925'te bölgedeki TCF'nin şubelerini
kapatmıştır.3 Haziran 1925'te toplanan Bakanlar Kurulu, aldığı kararla
TCF'nin ülkedeki bütün şubeleri ile birlikte kapatılmasını
kararlaştırmıştır.
Mustafa Kemal Paşa TCF'nin kurulmasından önceleri memnun olduğunu
bildirdiyse de, daha sonra muhalefet partisinin programını tenkit
ederek, TCF'nin diktatörlükle ilgili dokundurmalarından
memnuniyetsizliğini ifade etmiştir. Dönemin Başvekili İsmet İnönü ise
TCF'nin çıkışını; "Bu memlekette muhalefet ihtilâl demektir" şeklinde
yorumlamıştır.
c-Serbest Cumhuriyet Fırkası :
Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet döneminde çok partili siyasî
hayata geçiş için girişilen ikinci teşebbüstür. Mustafa Kemal Paşa
ülkedeki mevcut tek parti yönetiminde, hükûmetin eleştirisiz bir
durumda olmasından dolayı yeni bir muhalif partinin kurulmasını
istemiştir. Bu maksatla da yakın arkadaşlarından Ali Fethi (Okyar) Beyi
Paris Büyükelçiliğinden getirerek yeni bir parti kurmakla
görevlendirmiştir.
Kuruluşunu bizzat Mustafa Kemal Paşa'nın teşvik ettiği SCF, 12 Ağustos
1930'da İstanbul'da Ali Fethi Bey tarafından kurulmuştur. Meclis içinde
15 milletvekilinin partiye katılmasıyla kurulan SCF liberalizmi savunan
bir parti programıyla siyasî hayata atılmıştır.
Ayrıca "Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik" ilkeleri temel
prensipler olarak kabul edilmiş, seçimlerin tek dereceli olması ve
kadınlara siyasî hakların verilmesi savunulmuştur.
SCF, açıldıktan sonra, kısa dönemde büyük bir suretle gelişti. Ekim
1930'da yapılan yerel seçimlerde, partinin yeni ve teşkilâtsız olmasına
rağmen büyük bir başarı göstererek 502 belediyeden 22'sini kazandığı
görülmüştür. Üstelik SCF her bölgede seçime katılmamıştır. Ali Fethi
Bey; "Belediye seçimlerini aslında katıldığımız her yerde Serbest Fırka
kazanmıştır. Halk Fırkası beklenmedik şekilde yenilmiştir" derken,
farkın bu derece fazla olmasının sebebini seçimler sırasındaki baskıya
bağlamıştır.
Ali Fethi Bey'in, yerel seçim öncesindeki Ege gezisi sırasındaki halkın
hükûmet aleyhine, inkılâplar aleyhine gösteriler yapması partinin
sonunun gelmesine zemin hazırlamıştır.
SCF'nin iktidar olma temayülünün yarattığı hava, CHF mensuplarını
rahatsız etmiş ayrıca yerel seçimlerdeki yolsuzluk iddiaları mecliste
sert tartışmalara neden olmuş, giderek büyüyen bu tartışmalar Mustafa
Kemal Paşa ile Ali Fethi Beyi karşı karşıya getirmiştir. Bu olumsuz
gelişmeler karşısında, Ali Fethi Bey 17 Kasım 1930'da Dahiliye
Vekâleti'ne verdiği dilekçede; "...fırkanın,Gazi hazretleriyle siyasî
sahada karşı karşıya gelmek vaziyetinde kalabileceği anlaşılmıştır"
diyerek SCF'nin feshine karar verildiğini açıklamıştır.
SCF'nin kendi kendini kapatmasıyla, TCF'ndan sonra çok partili siyasî
hayata geçiş için yapılan ikinci teşebbüs de başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. SCF'nin kapanmasından sonra CHF ileri gelenleri daha
katı bir tek parti yönetimi anlayışıyla siyasî iktidarı 1950 yılına
kadar ellerinde bulunduracaklardır.
TCF ve SCF'nin siyasî hayatımızda önemli izleri olmakla beraber bu
partilerin dışında kurulmuş veya kurulma teşebbüsünde bulunulmuş
partiler de mevcuttur. Ancak kurulan bu partilerin gerek mecliste
gerekse halkoyunda çok önemli etkileri olmadığı söylenebilir.
TCF ve SCF'nin yanı sıra 1930'da Ahali Cumhuriyet Fırkası, Türk
Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi, Lâyık Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi
Fırkası gibi siyasî teşekküller kurulmuşsa da bu partilerin
çalışmalarına izin verilmemiştir.
d-Şeyh Sait İsyanı
Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925 günü Genç ilinin Ergani ilçesine bağlı
Piran köyünde başlamıştır. Kısa zamanda genişleyen isyan hareketi
bölgede etkili olmuştur. İsyancılar önce Genç'i, daha sonra Muş,
Çapakçur, Elazığ ve Palu'yu ele geçirdiler. 7 Mart'ta Diyarbakır'ı
kuşattılarsa da başarılı olamadılar. Daha sonra ordu birliklerinin
olaya hâkim olmasıyla isyan hareketi gerilemeye başladı. Şeyh Sait ve
isyanın elebaşıları 15 Nisanda ele geçirildi. Ancak isyanın
bastırılması Mayıs ayı sonunu bulmuştur.
Şeyh Sait İsyanı, diğer isyanlarda görülmeyen birtakım özellikler
taşır. Olay bütün ülkeyi içine almak amacı güden Türk inkılâbına karşı
yapılmış bir harekettir. Bu harekette hilâfetin yeniden kurulmasını
sağlama ve saltanatı geri getirme ideali de vardır.
Şeyh Sait İsyanı'nın arkasında, İstanbul'da bulunan Kürt İstiklâl
Komitesi Reisi Seyyit Abdulkadir ile İngilizlerin etkisi görülmektedir
.Bu komite İngiltere'nin mandası altında bağımsız bir Kürt devleti
kurmayı plânlamaktaydı.
İngiltere himayesi altında bir Kürdistan Devleti kurulmasını, bölgenin
petrol yönünden taşıdığı önemden dolayı istiyordu. Bu amaçla bölgeyi
ellerinde bulundurabilmek için Kürtleri, Türklere, Araplara hatta
İran'a karşı kullanabileceklerdi. Ayrıca Musul Meselesi'nin görüşüldüğü
bu dönemde bir taraftan Musul halkının Türkiye ile birleşmesini
önlerken, diğer taraftan isyan hareketiyle Türkiye'yi siyasî istikrarı
olmayan bir ülke şeklinde dünyaya tanıtmak istiyorlardı.
Dönemin Başbakanı Fethi Bey, olayı bir karşı ihtilâl denemesi olarak
değerlendirmiş ve sıkıyönetim tedbirlerini yeterli görmüştür. İsmet
Paşa ise sert tedbirlerin alınmasında ısrar ederek, isyanı rejime
yönelik ülke çapında bir hareket olarak değerlendirmiştir.2 Mart
1925'te Fethi Beyin başbakanlıktan ayrılmasıyla 3 Mart 1925'te İsmet
Paşa yeni hükûmeti kurmuş, ilk iş olarak Takrir-i Sükun Kanunu'nu
TBMM'ye sunarak çıkmasını sağlamıştır.
Yapılan plânlı bir askerî harekât sonrasında isyan tamamen
bastırılmıştır. Şeyh Sait ve Seyyit Abdülkadir'in de dahil olduğu
isyanın elebaşıları, Takrir-i Sükun Kanunu ile kurulan İstiklâl
Mahkemelerinde yargılanarak idama mahkûm olmuşlardır.
Cumhuriyet döneminde meydana gelen en önemli isyan hareketi şüphesiz
Şeyh Sait İsyanı'dır. Takrir-i Sükûn Kanunu'nun çıkarılmasına sebep
olması bunun en çarpıcı delilidir. Ancak 1924 ile 1938 yılları arasında
meydana gelen ve genelde Kürt kaynaklı isyan hareketleri de vardır. Bu
ayaklanmaların hedefi daima rejime yönelik bir mahiyet arz etmiştir. Bu
ayaklanma hareketleri şunlardır:
1) Nasturi Ayaklanması 12-28 Eylül 1924
2) Şeyh Sait Ayaklanması 13 Şubat- 31 Mayıs 1925
3) Raçkotan ve Raman Tedip Har. 9-12 Ağustos 1925
4) Sason Ayaklanması 1925-1937
5) Birinci Ağrı Ayaklanması 16 Mayıs-17Haziran 1926
6) Koçuşağı Ayaklanması 7 Ekim - 30 Kasım 1926
7) Mutki Ayaklanması 26 Mayıs-25 Ağustos 1927
İkinci Ağrı Harekâtı 13 -20 Eylül 1927
9) Bicar Tenkil Harekâtı 7 Ekim -17 Kasım 1927
10)Asi Resul Ayaklanması 22 Mayıs - 3 Ağustos 1929
11)Tendürük Harekâtı 14 -27 Eylül 1929
12)Savur Tenkil Harekâtı 26 Mayıs - 9 Haziran 1930
13)Zeylan Ayaklanması Haziran - Eylül 1930
14)Oramar Ayaklanması 16 Temmuz - 10 Ekim 1930
15)Üçüncü Ağrı Harekâtı 7-14 Eylül 1930
16)Pülümür Harekâtı 8 Ekim -14 Kasım 1930
17)Menemen Olayı 23 Aralık 1930
18)Tunceli (Dersim) Tedip Har. 1937-1938
Bu ayaklanma hareketleri içerisinde Nasturi Ayaklanması ve Menemen Olayı Kürtlerle ilgili değildir.
e-Takrir-i Sukûn Kanunu ve İzmir Suikast Girişimi :
Takrir-i Sükun Kanunu, Şeyh Sait İsyanı'nın yarattığı tehlikelere ve
ülkede Türk inkılâbının gerçekleşmesine karşı çıkan bütün unsurları
ortadan kaldırmak amacıyla çıkarılmıştır. 4 Mart 1925'de, İsmet Paşa
Hükûmeti'nin Meclis'e verdiği önergenin 578 sayı ile kanunlaşması
sonucu, iki yıllık bir süre için yürürlüğe konmuştur. Ancak daha sonra
iki yıl daha uzatılarak 4 Mart 1929'a kadar yürürlükte kalması
sağlanmıştır.
Üç maddeden oluţan Takrir-i Sükun Kanunu'nun çıkarılması sırasında
muhalefet, kanunun "anayasaya aykırılığı" ve "temel hak ve hürriyetleri
ortadan kaldırmaya yönelik olduğu" gerekçesiyle tepki göstermiştir.
Muhalefetin rahatsız olmasındaki esas neden hükûmetin meclise sunduğu
teklifle, birisi isyan bölgesinde diğeri ise Ankara'da kurulması
öngörülen "İstiklâl Mahkemeleri" konusu olmuştur. Görüşmeler sonunda
yapılan oylamada kanun, 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul
edilmiştir. 117 nolu Meclis kararıyla da Ankara İstiklâl mahkemesi ve
ayaklanma bölgesinde de Şark İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Şark İstiklâl
Mahkemesi'nin vereceği idam kararlarında TBMM'nin onayı gerekmiyordu.
TBMM, 7 Mart 1925'te ise her iki mahkemenin başkan, üye ve savcılarının
seçimini yapmıştır.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Mustafa Kemal Paşa'nın kanun ile ilgili görüşleri şöyledir: "Takrir-i
Sükun Kanunu'nu ve İstiklâl Mahkemelerini bir baskı vasıtası olarak
kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi benimsetmeye
çalışanlar oldu. Biz, alınan fakat kanuni olan bu olağanüstü
tedbirleri, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kanunun üstüne çıkarmak için
bir vasıta olarak kullanmadık. Aksine memlekette huzur ve güveni
sağlamak için uyguladık".
TBMM ilk dönem milletvekillerinden Ziya Hurşit ile Çopur Musa, Lâz
İsmail ve Gürcü Yusuf'un 17 Haziran 1926 günü Mustafa Kemal Paşaya bir
suikast girişiminde bulunacaklarının ihbar edilmesi üzerine, suikasti
yapmakla görevli olanlar yakalandılar.
İzmir Suikasti, Mustafa Kemal Paşaya karşı girişilen bir teşebbüs
olmakla birlikte, Ziya Hurşit'in savunmasında reddetmesine rağmen,
Mustafa Kemal Paşa ve İstiklâl Mahkemeleri'nin kabul ettiği gibi,
rejime ve anayasaya yönelik bir olay olarak görülmüştür. Olaydan hemen
sonra eski TCF milletvekilleri ve isyanla ilgili görülen herkes
tutuklandı. Tutuklananlar arasında Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Cafer
Tayyar Paşa ve Kâzım Karabekir Paşa da vardı. Kâzım Karabekir Paşa,
İsmet Paşanın girişimiyle tutuklanması kaldırılarak serbest
bırakılmıştır.
Ankara İstiklâl Mahkemesi üyelerinin İzmir'e giderek başlattığı
sorgulamalar 13 Temmuz 1926'da sona erdi. Mahkeme 15 kişi hakkında idam
kararı verdi. Yakalanamayan Kara Kemal ve Abdulkadir'in dışındaki 13
kişinin idam kararı 14 Temmuz'da infaz edildi. Mustafa Kemal Paşanın
etkisiyle Kâzım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat ve Refet Paşalar
beraat ettirildi.
İzmir Suikastı ile ilgili olarak, eski İttihatçıların mahkemesi ise 18
Temmuz 1926'da Ankara'da yapılmış ve 4 idam kararı da bu mahkeme
sonunda verilmiştir. Böylece mahkeme sonucu eski ittihatçılar ortadan
kaldırılmıştır. Ayrıca ülkedeki muhalefet susturulmuţtur.
5-****** Dönemi Dış Politika Gelişmeleri
1923-1932 Dönemi
Millî Mücadele hareketinden başarıyla çıkan Türk devleti ,Lozan
Antlaşması'nı Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletleri ile eşit
şartlarda imzalamış ve milletler arası alanda, bağımsız bir devlet
olarak yerini almıştır. Lozan sonrasında,Yeni Türkiye bağımsızlığına
sınırlama getirecek milletler arası bağlardan uzak kalacak, barışçı bir
politika takip etmek suretiyle, komşularıyla dostluk ilişkilerini
geliştirmeye çalışmıştır.
Türkiye'nin bu dönemde barışçı bir siyaset takip etme gayretlerini
çeşitli sebeplerle izah etmek mümkündür. Ancak,bu sebepler arasında
toplum hayatında köklü değişiklikler yapan inkılâp ve kalkınma
hareketlerine girişmenin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir.
Mustafa Kemal Paşa bu gerçeği Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı
bir konuşmada şu şekilde izah etmektedir;"...esaslı ıslâhat ve
inkişafat içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde,hem de
muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu etmesinden daha kolay
olunabilecek bir keyfiyet olmaz...".
Türkiye'nin Lozan sonrası dış politikasına Mustafa Kemal Paşa fikir ve
düşünceleri ile yön vermiştir. Mustafa Kemal Paşanın uyguladığı dış
politika,millet menfaatine dayalı bir "Millî siyaset" ilkesini temel
alır. Millî siyaset uygulamasında esas olan Millî bağımsızlık, Millî
misak, milletler arası hukuk da saygı ile "Yurtta barış, dünyada barış"
ilkelerinin titizlikle tatbik edilmesidir.
Türkiye'nin Lozan sonrası dış politikada gösterdiği barışçı politikaya
rağmen zaman zaman bir takım engellemelerle karşılaşılmıştır. Batılı
devletlerin Osmanlı Devleti döneminden kalma "devletin iç işlerine
karışma" alışkanlıklarını yeni Türkiye üzerinde de tatbik etmeye
çalışmışlar, ancak her defasında Türkiye'nin direnmesiyle
karşılaşmışlardır.
1923-1932 dönemi dış politikası, Türk millî siyaset anlayışına uygun
olarak daha çok Lozan'dan arta kalan meselelerin halli ve Lozan
esaslarının uygulanması yönünde bir seyir takip etmiştir.
a-Türk-İngiliz Münasebetleri ve Musul Meselesi:
Musul,15 Kasım 1918'de İngilizler tarafından işgal edilmiş ve Millî
Mücadele sırasında ise düşman işgalinden kurtarılamamıştır. Misak-ı
Millî'nin birinci maddesine göre 30 Ekim 1918'de fiili işgal altında
bulunmadığından Musul,Türk sınırları içerisindedir.
Lozan Konferası'nda Türk-Irak sınır meselesi görüşülürken Türk heyeti
bölgenin Türkiye'ye terk edilmesi gerektiğini iddia etmiş, Irak'ı
mandası altında bulunduran İngiltere ise Musul'un Irak sınırları
içerisinde kalmasını ısrarla savunmuştur. Lozan'da halledilemeyen konu,
anlaşmanın üçüncü maddesinin ikinci fırkasında yer alan "Konu, Türkiye
ile İngiltere arasında Lozan sonrasındaki dokuz ay zarfında görüşmeler
yoluyla halledilecek, mümkün olmadığı takdirde milletler cemiyetine
havale edilecektir" şeklindeki ibaresiyle Lozan sonrasına bırakılmıştır.
Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924'te İstanbul'da İngiltere
ile başlatılan görüşmelerde İngiltere'nin Irak lehine Hatay üzerinde de
hak iddia etmesi üzerine konferanstan bir sonuç alınamamıştır.
Tarafların ikili görüşmelerinden sonuç alınamayınca, Musul Meselesi
Lozan Antlaşması'nın ilgili maddesi gereği Milletler Cemiyeti'ne havale
edilmiş; cemiyet, konuyu 20 Eylül 1924'te görüşmeye başlamıştır.
Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşünde ısrar ederek Musul'da
bir plebisit yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de "bölgede
yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı"
gerekçesiyle kabul etmemiştir.
İngiltere, Musul konusundaki uzlaşmaz tavrını bölgede organize ettiği
kışkırtma hareketleriyle desteklemeye çalışmıştır. Özellikle Lozan'dan
sonra Kürtleri, Asuri kabilelerini ve Arapları sürekli olarak Türkiye
aleyhine tahrik etmiştir.
Milletler Cemiyeti'nde Musul Meselesi görüşülürken, Türk-İngiliz
kuvvetleri arasında ufak çapta sınır çatışmaları meydana gelmiştir.
Milletler Cemiyeti'nin konuyu incelemek üzere bölgeye gönderdiği Tahkik
Komisyonu'nun Eylül 1925'te Cemiyet Meclisi'ne sunduğu raporda Musul'un
Irak'ta kalması yönünde görüş beyan etmesi, gerek Türk temsilcileri,
gerekse Türk halkı tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Türk
tarafının itirazlarına rağmen Milletler Cemiyeti, komisyon raporuna
uyarak bölgeyi,16 Aralık 1925 tarihli toplantısında Irak'a bırakma
kararı alacaktır.
Türkiye, Misak-ı Millî sınırları içinde olmasına rağmen Cemiyet
Meclisi'nin verdiği bu karara uymak zorunda kalarak,5 Haziran 1926'da
yapılan bir anlaşmayla Musul'u Irak'a bırakmıştır. Türkiye'nin
Musul'dan vazgeçmesinin karşılığı olarak bölgedeki petrol gelirinin
%10'u 25 yıl süreyle Türkiye'ye verilmiştir. Ancak Türkiye 500 bin
İngiliz lirası karşılığı bu hakkından vazgeçmiştir.
Musul'un kaybedilmesinde bölgenin stratejik önemi,petrol kaynakları
açısından zengin oluşu ve İngiltere'nin imparatorluk yolları üzerinde
olması önemli sebeplerdendir. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler
İngiltere'nin, ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştur.
İngiltere'nin görüşmelerdeki bu uzlaşmaz tavrının bir diğer sebebi de
1926'lı yıllarda hâlâ Türk milletinin hayat hakkını tanımak
istememesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca meselenin daha önceki
görüşmelerde halledilmeyerek Milletler Cemiyeti'nin kararına kalması
Türkiye açısından ayrı bir talihsizlikti. Çünkü bu tarihte Türkiye,
Milletler Cemiyeti'nin üyesi değildir. Buna karşılık İngiltere,
cemiyetin aslî ve kurucu üyesidir. İngiltere'nin Cemiyet Meclisi'ndeki
bu konumu Musul Meselesi'nde diğer devletlere baskı yapmasını
kolaylaştıracaktır.
Ayrıca, Türkiye Musul Meselesi'nden dolayı yeni bir savaşı göze almak
istemeyerek dönemin Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüşdü Aras'ın 7 Haziran
1926 tarihli Meclis konuşmasında da belirttiği gibi "fedakârlık"
yapmıştır.
b-Türk-Yunan Münasebetleri ve "établi" Anlaşmazlığı:
Lozan Antlaşması sırasında 30 Ocak 1923'te Türkiye ile Yunanistan
arasında azınlıklar konusunda bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmada
Yunanistan'da bulunan Müslüman-Türk azınlıkları ile Türkiye'de bulunan
Rumların mübadelesi öngörülmüştür. Ancak, uygulama safhasında
anlaşmanın ikinci maddesinde yer alan "Batı Trakya Türkleri ile
İstanbul'da sakin (établi) Rumların bu mübadeleden hariç tutulması" iki
ülke arasında uyuşmazlığa sebep olmuştur.
Mübadeleden İstanbul'da yaşayan Rumları hariç tutmak isteyen
Yunanistan'ın bu tutumu iki ülke arasında uzun süren bir gerginlik
yaratmıştır.Etabli kelimesinin yorumundan kaynaklanan bu anlaşmazlığın
dışında tarafların münasebetlerini olumsuz yönde etkileyen bir diğer
olay da "Patrik" meselesidir. Türkiye mübadele kapsamına dahil ettiği
Ortodoks Patriği Arapoğlu Konstantin'i sınır dışı etmiş, bu olaya
Yunanistan tepki göstermiştir. 19 Mayıs 1925'te Patrik Konstantin'in
görevinden istifa etmesiyle konu halledilmîş, 1 Aralık 1926'da iki ülke
arasında Atina'da yapılan anlaşmayla da iki ülke azınlıklarının emlâk
konuları görüşülerek bir düzenleme yapılmaya çalışılmıştır. Ancak, 1926
Antlaşması ülkeler arasındaki meselelerin halli için yeterli olmamıştır.
1930 yılında İtalya Doğu Akdeniz'de bir dostluk ve güvenlik sistemi
kurma çabası içine girmişti. Mustafa Kemal Paşa ile Yunanistan Başkanı
Elefteros Venizelos'un bu sistemin gelişmesinde olumlu tavırlar alması
Türk-Yunan münasebetlerindeki huzursuzluğu ortadan kaldırmıştır. 10
Haziran 1930'da Ankara'da iki ülke arasında imzalanan dostluk
anlaşmasıyla Lozan'dan arta kalan mübadele konusu halledilmiş, komşu
ülkeler arasındaki dostane ilişkilerde önemli bir adım atılmıştır.
Venizelos'un, 27-31 Ekim 1930'da Ankara'yı ziyareti sırasında imzalanan
üç vesikadan oluşan 30 Ekim 1930 tarihli dostluk, tarafsızlık, uzlaşma
ve hakem anlaşması Türk-Yunan münasebetlerinin süratle gelişmesini
sağlamış ve ileride yapılacak Balkan Antantı'nın imzalanmasına yol
açmıştır.
1930 tarihli Türk-Yunan dostluk anlaşması 1830'da bağımsızlığını
kazanan Yunanistan'ın bu tarihten itibaren ortaya çıkan Türkiye
üzerindeki emperyalist macera hareketlerine son vermiş olması
bakımından önemlidir.1930 anlaşması ile kurulan dostluk Kıbrıs
Meselesi'nin çıkışına kadar devam edecektir.
c-Türk-Sovyet Münasebetleri :
Millî Mücadele döneminde, gerek Sovyet hükûmetinin, gerekse TBMM
hükûmetinin batılı devletlere karşı savaş hâlinde olması 1921 Moskova
Antlaşması'nın imzalanmasına sebep olmuştu. Moskova Antlaşması ile
başlayan Türk-Sovyet İttifakı Lozan sonrası döneminde de batılı
devletlerin Türkiye'ye karşı davranışlarının etkisinde gelişmiştir.
Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri Almanya'yı saflarına alarak 1925'te
Locarno sistemini kurmaları Sovyetler Birliği'ni rahatsız etmişti.
Ayrıca Musul Meselesi'nde Milletler Cemiyeti'nin tutumu Sovyetler
Birliği ile Türkiye'yi birbirine yaklaştırmış ve iki devlet 17 Aralık
1925'te Paris'te bir tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşması
imzalanmıştır. Bu antlaşma iki ülke arasındaki iktisadî münasebetlerden
daha çok siyasî münasebetlerin gelişmesine sebep olmuştur. Yine iki
ülke arasında 11 Mart 1927'de Ankara'da bir ticaret ve Seyr-i Sefain
Antlaşması imza edilerek ticari iş birliğinin geliştirilmesine
çalışılmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri ile Fransa'nın girişimleriyle 28 Ağustos
1928'de Paris'te 9 batılı devlet tarafından Briand-Kellogg Paktı
oluşturulmuştu. Türkiye tecavüzî savaşı yasaklayan bu belgeyi 19 Ocak
1929 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde onaylamıştır .Sovyetler
Birliği Briand-Kellogg Paktı imzalayan ilk devlet olmakla birlikte bu
antlaşmayı daha önce yürürlüğe koymak amacıyla Doğu Avrupa'daki
komşuları ile 9 Şubat 1929'da Litvinof Protokolünü imzalamıştır. TBMM,
Litvinof Protokolünü de 1 Nisan 1929'da onaylamıştır.
Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile 1925 Antlaşmasını teyit eden ve iki
yıl daha uzatan 17 Aralık 1928 tarihli bir dostluk antlaşmasını
imzalaması Türkiye'nin batılı devletlere yaklaşmasındaki Sovyet
endişesinden kaynaklanmıştır. Gerçekten de Türkiye, 1930 yılına doğru
eski düşmanları İngiltere, Fransa, Yunanistan'la meselelerini
hallederek normal münasebetler içine girmiştir. Dolayısıyla bu dönemde
Sovyetler Birliği artık Türkiye'nin dayandığı tek büyük devlet olmaktan
çıkacaktır.
Sükun Kanunu'nu ve İstiklâl Mahkemelerini bir baskı vasıtası olarak
kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi benimsetmeye
çalışanlar oldu. Biz, alınan fakat kanuni olan bu olağanüstü
tedbirleri, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kanunun üstüne çıkarmak için
bir vasıta olarak kullanmadık. Aksine memlekette huzur ve güveni
sağlamak için uyguladık".
TBMM ilk dönem milletvekillerinden Ziya Hurşit ile Çopur Musa, Lâz
İsmail ve Gürcü Yusuf'un 17 Haziran 1926 günü Mustafa Kemal Paşaya bir
suikast girişiminde bulunacaklarının ihbar edilmesi üzerine, suikasti
yapmakla görevli olanlar yakalandılar.
İzmir Suikasti, Mustafa Kemal Paşaya karşı girişilen bir teşebbüs
olmakla birlikte, Ziya Hurşit'in savunmasında reddetmesine rağmen,
Mustafa Kemal Paşa ve İstiklâl Mahkemeleri'nin kabul ettiği gibi,
rejime ve anayasaya yönelik bir olay olarak görülmüştür. Olaydan hemen
sonra eski TCF milletvekilleri ve isyanla ilgili görülen herkes
tutuklandı. Tutuklananlar arasında Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Cafer
Tayyar Paşa ve Kâzım Karabekir Paşa da vardı. Kâzım Karabekir Paşa,
İsmet Paşanın girişimiyle tutuklanması kaldırılarak serbest
bırakılmıştır.
Ankara İstiklâl Mahkemesi üyelerinin İzmir'e giderek başlattığı
sorgulamalar 13 Temmuz 1926'da sona erdi. Mahkeme 15 kişi hakkında idam
kararı verdi. Yakalanamayan Kara Kemal ve Abdulkadir'in dışındaki 13
kişinin idam kararı 14 Temmuz'da infaz edildi. Mustafa Kemal Paşanın
etkisiyle Kâzım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat ve Refet Paşalar
beraat ettirildi.
İzmir Suikastı ile ilgili olarak, eski İttihatçıların mahkemesi ise 18
Temmuz 1926'da Ankara'da yapılmış ve 4 idam kararı da bu mahkeme
sonunda verilmiştir. Böylece mahkeme sonucu eski ittihatçılar ortadan
kaldırılmıştır. Ayrıca ülkedeki muhalefet susturulmuţtur.
5-****** Dönemi Dış Politika Gelişmeleri
1923-1932 Dönemi
Millî Mücadele hareketinden başarıyla çıkan Türk devleti ,Lozan
Antlaşması'nı Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletleri ile eşit
şartlarda imzalamış ve milletler arası alanda, bağımsız bir devlet
olarak yerini almıştır. Lozan sonrasında,Yeni Türkiye bağımsızlığına
sınırlama getirecek milletler arası bağlardan uzak kalacak, barışçı bir
politika takip etmek suretiyle, komşularıyla dostluk ilişkilerini
geliştirmeye çalışmıştır.
Türkiye'nin bu dönemde barışçı bir siyaset takip etme gayretlerini
çeşitli sebeplerle izah etmek mümkündür. Ancak,bu sebepler arasında
toplum hayatında köklü değişiklikler yapan inkılâp ve kalkınma
hareketlerine girişmenin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir.
Mustafa Kemal Paşa bu gerçeği Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı
bir konuşmada şu şekilde izah etmektedir;"...esaslı ıslâhat ve
inkişafat içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde,hem de
muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu etmesinden daha kolay
olunabilecek bir keyfiyet olmaz...".
Türkiye'nin Lozan sonrası dış politikasına Mustafa Kemal Paşa fikir ve
düşünceleri ile yön vermiştir. Mustafa Kemal Paşanın uyguladığı dış
politika,millet menfaatine dayalı bir "Millî siyaset" ilkesini temel
alır. Millî siyaset uygulamasında esas olan Millî bağımsızlık, Millî
misak, milletler arası hukuk da saygı ile "Yurtta barış, dünyada barış"
ilkelerinin titizlikle tatbik edilmesidir.
Türkiye'nin Lozan sonrası dış politikada gösterdiği barışçı politikaya
rağmen zaman zaman bir takım engellemelerle karşılaşılmıştır. Batılı
devletlerin Osmanlı Devleti döneminden kalma "devletin iç işlerine
karışma" alışkanlıklarını yeni Türkiye üzerinde de tatbik etmeye
çalışmışlar, ancak her defasında Türkiye'nin direnmesiyle
karşılaşmışlardır.
1923-1932 dönemi dış politikası, Türk millî siyaset anlayışına uygun
olarak daha çok Lozan'dan arta kalan meselelerin halli ve Lozan
esaslarının uygulanması yönünde bir seyir takip etmiştir.
a-Türk-İngiliz Münasebetleri ve Musul Meselesi:
Musul,15 Kasım 1918'de İngilizler tarafından işgal edilmiş ve Millî
Mücadele sırasında ise düşman işgalinden kurtarılamamıştır. Misak-ı
Millî'nin birinci maddesine göre 30 Ekim 1918'de fiili işgal altında
bulunmadığından Musul,Türk sınırları içerisindedir.
Lozan Konferası'nda Türk-Irak sınır meselesi görüşülürken Türk heyeti
bölgenin Türkiye'ye terk edilmesi gerektiğini iddia etmiş, Irak'ı
mandası altında bulunduran İngiltere ise Musul'un Irak sınırları
içerisinde kalmasını ısrarla savunmuştur. Lozan'da halledilemeyen konu,
anlaşmanın üçüncü maddesinin ikinci fırkasında yer alan "Konu, Türkiye
ile İngiltere arasında Lozan sonrasındaki dokuz ay zarfında görüşmeler
yoluyla halledilecek, mümkün olmadığı takdirde milletler cemiyetine
havale edilecektir" şeklindeki ibaresiyle Lozan sonrasına bırakılmıştır.
Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924'te İstanbul'da İngiltere
ile başlatılan görüşmelerde İngiltere'nin Irak lehine Hatay üzerinde de
hak iddia etmesi üzerine konferanstan bir sonuç alınamamıştır.
Tarafların ikili görüşmelerinden sonuç alınamayınca, Musul Meselesi
Lozan Antlaşması'nın ilgili maddesi gereği Milletler Cemiyeti'ne havale
edilmiş; cemiyet, konuyu 20 Eylül 1924'te görüşmeye başlamıştır.
Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşünde ısrar ederek Musul'da
bir plebisit yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de "bölgede
yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı"
gerekçesiyle kabul etmemiştir.
İngiltere, Musul konusundaki uzlaşmaz tavrını bölgede organize ettiği
kışkırtma hareketleriyle desteklemeye çalışmıştır. Özellikle Lozan'dan
sonra Kürtleri, Asuri kabilelerini ve Arapları sürekli olarak Türkiye
aleyhine tahrik etmiştir.
Milletler Cemiyeti'nde Musul Meselesi görüşülürken, Türk-İngiliz
kuvvetleri arasında ufak çapta sınır çatışmaları meydana gelmiştir.
Milletler Cemiyeti'nin konuyu incelemek üzere bölgeye gönderdiği Tahkik
Komisyonu'nun Eylül 1925'te Cemiyet Meclisi'ne sunduğu raporda Musul'un
Irak'ta kalması yönünde görüş beyan etmesi, gerek Türk temsilcileri,
gerekse Türk halkı tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Türk
tarafının itirazlarına rağmen Milletler Cemiyeti, komisyon raporuna
uyarak bölgeyi,16 Aralık 1925 tarihli toplantısında Irak'a bırakma
kararı alacaktır.
Türkiye, Misak-ı Millî sınırları içinde olmasına rağmen Cemiyet
Meclisi'nin verdiği bu karara uymak zorunda kalarak,5 Haziran 1926'da
yapılan bir anlaşmayla Musul'u Irak'a bırakmıştır. Türkiye'nin
Musul'dan vazgeçmesinin karşılığı olarak bölgedeki petrol gelirinin
%10'u 25 yıl süreyle Türkiye'ye verilmiştir. Ancak Türkiye 500 bin
İngiliz lirası karşılığı bu hakkından vazgeçmiştir.
Musul'un kaybedilmesinde bölgenin stratejik önemi,petrol kaynakları
açısından zengin oluşu ve İngiltere'nin imparatorluk yolları üzerinde
olması önemli sebeplerdendir. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler
İngiltere'nin, ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştur.
İngiltere'nin görüşmelerdeki bu uzlaşmaz tavrının bir diğer sebebi de
1926'lı yıllarda hâlâ Türk milletinin hayat hakkını tanımak
istememesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca meselenin daha önceki
görüşmelerde halledilmeyerek Milletler Cemiyeti'nin kararına kalması
Türkiye açısından ayrı bir talihsizlikti. Çünkü bu tarihte Türkiye,
Milletler Cemiyeti'nin üyesi değildir. Buna karşılık İngiltere,
cemiyetin aslî ve kurucu üyesidir. İngiltere'nin Cemiyet Meclisi'ndeki
bu konumu Musul Meselesi'nde diğer devletlere baskı yapmasını
kolaylaştıracaktır.
Ayrıca, Türkiye Musul Meselesi'nden dolayı yeni bir savaşı göze almak
istemeyerek dönemin Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüşdü Aras'ın 7 Haziran
1926 tarihli Meclis konuşmasında da belirttiği gibi "fedakârlık"
yapmıştır.
b-Türk-Yunan Münasebetleri ve "établi" Anlaşmazlığı:
Lozan Antlaşması sırasında 30 Ocak 1923'te Türkiye ile Yunanistan
arasında azınlıklar konusunda bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmada
Yunanistan'da bulunan Müslüman-Türk azınlıkları ile Türkiye'de bulunan
Rumların mübadelesi öngörülmüştür. Ancak, uygulama safhasında
anlaşmanın ikinci maddesinde yer alan "Batı Trakya Türkleri ile
İstanbul'da sakin (établi) Rumların bu mübadeleden hariç tutulması" iki
ülke arasında uyuşmazlığa sebep olmuştur.
Mübadeleden İstanbul'da yaşayan Rumları hariç tutmak isteyen
Yunanistan'ın bu tutumu iki ülke arasında uzun süren bir gerginlik
yaratmıştır.Etabli kelimesinin yorumundan kaynaklanan bu anlaşmazlığın
dışında tarafların münasebetlerini olumsuz yönde etkileyen bir diğer
olay da "Patrik" meselesidir. Türkiye mübadele kapsamına dahil ettiği
Ortodoks Patriği Arapoğlu Konstantin'i sınır dışı etmiş, bu olaya
Yunanistan tepki göstermiştir. 19 Mayıs 1925'te Patrik Konstantin'in
görevinden istifa etmesiyle konu halledilmîş, 1 Aralık 1926'da iki ülke
arasında Atina'da yapılan anlaşmayla da iki ülke azınlıklarının emlâk
konuları görüşülerek bir düzenleme yapılmaya çalışılmıştır. Ancak, 1926
Antlaşması ülkeler arasındaki meselelerin halli için yeterli olmamıştır.
1930 yılında İtalya Doğu Akdeniz'de bir dostluk ve güvenlik sistemi
kurma çabası içine girmişti. Mustafa Kemal Paşa ile Yunanistan Başkanı
Elefteros Venizelos'un bu sistemin gelişmesinde olumlu tavırlar alması
Türk-Yunan münasebetlerindeki huzursuzluğu ortadan kaldırmıştır. 10
Haziran 1930'da Ankara'da iki ülke arasında imzalanan dostluk
anlaşmasıyla Lozan'dan arta kalan mübadele konusu halledilmiş, komşu
ülkeler arasındaki dostane ilişkilerde önemli bir adım atılmıştır.
Venizelos'un, 27-31 Ekim 1930'da Ankara'yı ziyareti sırasında imzalanan
üç vesikadan oluşan 30 Ekim 1930 tarihli dostluk, tarafsızlık, uzlaşma
ve hakem anlaşması Türk-Yunan münasebetlerinin süratle gelişmesini
sağlamış ve ileride yapılacak Balkan Antantı'nın imzalanmasına yol
açmıştır.
1930 tarihli Türk-Yunan dostluk anlaşması 1830'da bağımsızlığını
kazanan Yunanistan'ın bu tarihten itibaren ortaya çıkan Türkiye
üzerindeki emperyalist macera hareketlerine son vermiş olması
bakımından önemlidir.1930 anlaşması ile kurulan dostluk Kıbrıs
Meselesi'nin çıkışına kadar devam edecektir.
c-Türk-Sovyet Münasebetleri :
Millî Mücadele döneminde, gerek Sovyet hükûmetinin, gerekse TBMM
hükûmetinin batılı devletlere karşı savaş hâlinde olması 1921 Moskova
Antlaşması'nın imzalanmasına sebep olmuştu. Moskova Antlaşması ile
başlayan Türk-Sovyet İttifakı Lozan sonrası döneminde de batılı
devletlerin Türkiye'ye karşı davranışlarının etkisinde gelişmiştir.
Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri Almanya'yı saflarına alarak 1925'te
Locarno sistemini kurmaları Sovyetler Birliği'ni rahatsız etmişti.
Ayrıca Musul Meselesi'nde Milletler Cemiyeti'nin tutumu Sovyetler
Birliği ile Türkiye'yi birbirine yaklaştırmış ve iki devlet 17 Aralık
1925'te Paris'te bir tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşması
imzalanmıştır. Bu antlaşma iki ülke arasındaki iktisadî münasebetlerden
daha çok siyasî münasebetlerin gelişmesine sebep olmuştur. Yine iki
ülke arasında 11 Mart 1927'de Ankara'da bir ticaret ve Seyr-i Sefain
Antlaşması imza edilerek ticari iş birliğinin geliştirilmesine
çalışılmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri ile Fransa'nın girişimleriyle 28 Ağustos
1928'de Paris'te 9 batılı devlet tarafından Briand-Kellogg Paktı
oluşturulmuştu. Türkiye tecavüzî savaşı yasaklayan bu belgeyi 19 Ocak
1929 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde onaylamıştır .Sovyetler
Birliği Briand-Kellogg Paktı imzalayan ilk devlet olmakla birlikte bu
antlaşmayı daha önce yürürlüğe koymak amacıyla Doğu Avrupa'daki
komşuları ile 9 Şubat 1929'da Litvinof Protokolünü imzalamıştır. TBMM,
Litvinof Protokolünü de 1 Nisan 1929'da onaylamıştır.
Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile 1925 Antlaşmasını teyit eden ve iki
yıl daha uzatan 17 Aralık 1928 tarihli bir dostluk antlaşmasını
imzalaması Türkiye'nin batılı devletlere yaklaşmasındaki Sovyet
endişesinden kaynaklanmıştır. Gerçekten de Türkiye, 1930 yılına doğru
eski düşmanları İngiltere, Fransa, Yunanistan'la meselelerini
hallederek normal münasebetler içine girmiştir. Dolayısıyla bu dönemde
Sovyetler Birliği artık Türkiye'nin dayandığı tek büyük devlet olmaktan
çıkacaktır.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Türk-İtalyan Münasebetleri
Millî Mücadele döneminde batılı devletler arasında Türkiye'yi işgal
hareketinden ilk vazgeçen devlet İtalya olmuştur. Ancak 1922 yılında
faşist Mussolini yönetimine giren İtalya saldırgan ve sömürgeci bir
politika izlemeye başlamış. Türkiye üzerindeki emellerini de tekrar
gündeme getirmiştir. İtalya'nın bu yayılma politikasındaki amacı "Roma
İmparatorluğu"nu tekrar canlandırma hayalinden kaynaklanmaktaydı.
Türkiye'nin, Musul Meselesi'ni halletmesinden sonra batılı devletlerle
olan ilişkilerinin düzelmeye başladığı görülür. Bu düzelmenin etkisiyle
İtalya da Türkiye ile münasebetlerini yumuşatmıştır. İtalya'nın
Arnavutluk üzerindeki emellerinden endişe duyan Yugoslavya'nın 1927
yılında Fransa,Çekoslovakya ve Romanya'nın oluşturduğu küçük antanta
katılması İtalya ve Yugoslavya münasebetlerinin gerginleşmesine sebep
olmuştur. Ayrıca Türk Devleti'nin gittikçe kuvvetlenmekte olan durumu
karşısında yayılma politikasında başarılı olamayacağını anlayan
Mussolini Ankara'ya karşı bir dostluk politikası takip etmek zorunda
kalmıştır.
Gerek Türkiye'nin batılı devletlerle münasebetini geliştirme arzusu,
gerekse İtalya'nın Doğu Akdeniz'de kuvvetli bir ittifak oluşturma
çabaları iki devlet arasında 30 Mayıs 1928 tarihli tarafsızlık uzlaşma
ve adli tasfiye antlaşmasının imzalanması ile sonuçlanmıştır.
1930 Türk-İtalya Antlaşması iki ülke arasında mevcut olan huzursuzluğu
kaldırmış olmasına rağmen daha sonraki dönemlerde münasebetlerin
dostane bir seyir takip ettiği söylenemez. Özellikle 1936'dan itibaren
Türk-İngiliz yakınlaşması Türk-İtalyan münasebetlerinin zayıflamasına
sebep olacaktır.
e-Türk-Fransız Münasebetleri
20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi ,Türk-Fransız münasebetlerinde
bir yakınlaşma doğurmuştu. Ancak, Lozan görüşmelerinde Fransa'nın
Osmanlı borçları ve Türkiye'deki yatırımlar konusundaki olumsuz tavrı
Yusuf Kemal-Franklin Boullioun Antlaşması'nın getirdiği yakınlaşmayı
zedelemiştir.
Lozan sonrasında Türkiye-Suriye Sınır Meselesi, Osmanlı borçları,
yabancı okullar, Adana-Mersin Demiryolu Meselesi ve Bozkurt-Lotus
davası ,Türkiye ile Fransa arasındaki uyuşmazlık konularıdır.
1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi'nin sekizinci maddesinde antlaşmadan
sonraki bir aylık dönemde Türkiye-Suriye sınırının, kurulacak karma
komisyon tarafından tespit edileceği öngörülmüştür. Fakat komisyon
ancak 1925'te toplanabilmiş ve meseleyi halledemeden dağılmıştır. Daha
sonra 18 Şubat 1926'da Halep'te parafe edilen ve 30 Mayıs 1926'da
imzalanan Türk-Fransız dostluk antlaşması Türkiye-Suriye sınırını
tespit ettiği gibi Türkiye ile Fransa arasındaki genel konularda da bir
uzlaşma sağlanmasına imkân vermiştir.
Lozan Konferansı'nda görüşüldüğü halde çözümlenemeyen konulardan birisi
de Osmanlı borçlarıdır. Osmanlı Devleti'nin yabancı devletlere vermiş
olduğu imtiyazlardan en fazla faydalanan Fransa olmuştu. Dolayısıyla
Osmanlı Devleti en fazla Fransız vatandaşlarına borçlu kalmıştı. Konu,
13 Haziran 1928'de Paris'te yapılan bir antlaşma ile halledilmiş
Osmanlı borçlarının ödenmesi belirli bir sisteme bağlanmıştır.
Fakat 1929 dünya iktisadî bunalımı Türkiye'nin ödeme güçlükleriyle
karşılaşmasına sebep olmuştu. Bu sırada Amerika Cumhurbaşkanı Hoover'in
1931'de kendi adını alan Hoover Moratoryumu'nu ilân etmesi borçların
ödenmesini geciktirme imkanını gündeme getirmiş, Türkiye de bundan
istifade etmek istemiştir. Paris'te yapılan görüşmeler sonunda ilkinden
daha uygun ödeme şartlarıyla yeni bir antlaşma 22 Haziran 1933'de
imzalanarak Osmanlı Borçları Meselesi halledilmiştir.
Türk-Fransız münasebetlerinde sıkıntı yaratan bir diğer konu da
Türkiye'deki Fransız misyoner okulları meselesidir. Türk hükûmeti bu
okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından
Türkçe olarak okutulmasını istemişti. Fransa bu isteğe karşı çıktıysa
da Türkiye'nin kararlı tutumu karşısında meseleyi Türk hükûmetinin
isteği yönünde kabullenmek zorunda kalmıştır.
Yine Türkiye'nin Adana-Mersin demir yolunu satın almak istemesi ve Türk
bayrağı taşıyan Bozkurt adlı gemi ile Fransız bayrağı taşıyan Lotus
adlı geminin Midilli açıklarında Ağustos 1926'da çarpışmasıyla ortaya
çıkan hukukî sorunlar iki ülke arasında sürtüşme yaratmıştı.
Bozkurt-Lotus Davası 1927 yılında Milletler Arası Daimî Adalet
Divanı'nda Türkiye lehine sonuçlanmış, demir yolu meselesi de 1929'da
yapılan bir anlaşmayla yine Türkiye lehine halledilmiştir.
Türkiye ile Fransa arasındaki bu meseleler çözüldükten sonra iki ülke
arasında gelişme gösteren münasebetler 1936-1939 yılları arasında
ortaya çıkan Hatay Meselesi yüzünden tekrar bir gerginlik dönemi
yaşanmasına yol açacaktır.
f-Türkiye'nin İslâm Ülkeleri ile Münasebetleri:
Türkiye, İslâm ülkeleri içinde ilk ve yakın münasebetler kurduğu devlet
Afganistan olmuştur. Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki Türk delegeleri
Moskova'da Bolşevik yöneticileri ile görüşmeleri sürdürürken
Afganistan'ın Moskova Büyükelçisi Muhammed Veli Han ile de bir görüşme
yaptılar. Sonuçta 1 Mart 1921'de Türk-Afgan Dostluk Antlaşması
imzalandı. Antlaşma ile iki ülke arasında ciddî bir dostluk sağlandığı
gibi Türkiye'nin eğitim alanında Afganistan'a yardım yapması
öngörülmüştür. Bu antlaşma gereğince Sultan Ahmet Han 21 Nisan 1921'de
Ankara'ya gelmiştir.
Daha sonra 25 Mayıs 1928'de Ankara'da imzalanan Türk-Afgan Dostluk
Antlaşması esas itibarıyla 1921 Antlaşmasını teyit eder nitelikte olup
iki ülke arasında "ebedî" bir dostluk ilişkisi sağlanmıştır. Daha
sonraki yıllarda taraflar arasındaki dostluk ve iş birliği bozulmadan
devam edecektir.
Cumhuriyet'in ilânından sonra Türk-İran münasebetlerinin iki ülke
arasındaki sınır meseleleri yüzünden gelişme gösterdiği söylenemez.
Daha çok Türk-İran sınır bölgesinde yaşayan kabile ve aşiretleri
kontrol edememekten kaynaklanan sınır meselesi 22 Nisan 1926'da
Tahran'da imzalanan güvenlik ve dostluk antlaşmasıyla giderilmek
istenmişse de yeterli olmamıştır.
Diplomatik münasebetlerin kesilme noktasına geldiği bir dönemde 15
Haziran 1928'de Tahran'da imzalanan antlaşma ile 1926 Antlaşması daha
etkili hâle getirilmiştir. Nihayet 23 Ocak 1932'de Tahranda imzalanan
iki antlaşma Türk-İran sınır meselesini de çözüme kavuşturmuştur. Bu
antlaşmalar aynı zamanda iki ülke arasında münasebetlerin gelişmesine
ve dostluğun kurulmasına sebep olmuştur.
Türkiye'nin Arap ülkeleri ile olan münasebetleri dinî meseleler
yüzünden uzun süre gelişme gösterememiştir. Türkiye'nin batılılaşma
hareketi bu ülkelerde memnuniyetsizlik yaratmıştı. Esasında Türkiye,
Millî Mücadele sonrasında bu ülkeler üzerinde eski Osmanlı ülkesi
olmasından dolayı bir hak iddiasında bulunmamıştı. Dolayısıyla ülkeler
arasında çıkar çatışması mevcut değildi. Ancak, Arap ülkelerinin bu
dönemde batı sömürgesi altında bulunması Türkiye ile olan münasebetleri
batılı devletlerin etkisi altında kalmıştır. Ayrıca hilafetin
kaldırılması özellikle İran ve Mısır gibi ülkelerde tepkilere yol
açmıştır.
Bu tür anlaşmazlıklara rağmen Türkiye'yi emperyalizme karşı savaşan ve
kazanan bir ülke olarak gören Arap ülkeleri diğer İslâm ülkeleri ile
birlikte Türkiye'ye dost olarak kalmayı tercih etmişlerdir.
Millî Mücadele döneminde batılı devletler arasında Türkiye'yi işgal
hareketinden ilk vazgeçen devlet İtalya olmuştur. Ancak 1922 yılında
faşist Mussolini yönetimine giren İtalya saldırgan ve sömürgeci bir
politika izlemeye başlamış. Türkiye üzerindeki emellerini de tekrar
gündeme getirmiştir. İtalya'nın bu yayılma politikasındaki amacı "Roma
İmparatorluğu"nu tekrar canlandırma hayalinden kaynaklanmaktaydı.
Türkiye'nin, Musul Meselesi'ni halletmesinden sonra batılı devletlerle
olan ilişkilerinin düzelmeye başladığı görülür. Bu düzelmenin etkisiyle
İtalya da Türkiye ile münasebetlerini yumuşatmıştır. İtalya'nın
Arnavutluk üzerindeki emellerinden endişe duyan Yugoslavya'nın 1927
yılında Fransa,Çekoslovakya ve Romanya'nın oluşturduğu küçük antanta
katılması İtalya ve Yugoslavya münasebetlerinin gerginleşmesine sebep
olmuştur. Ayrıca Türk Devleti'nin gittikçe kuvvetlenmekte olan durumu
karşısında yayılma politikasında başarılı olamayacağını anlayan
Mussolini Ankara'ya karşı bir dostluk politikası takip etmek zorunda
kalmıştır.
Gerek Türkiye'nin batılı devletlerle münasebetini geliştirme arzusu,
gerekse İtalya'nın Doğu Akdeniz'de kuvvetli bir ittifak oluşturma
çabaları iki devlet arasında 30 Mayıs 1928 tarihli tarafsızlık uzlaşma
ve adli tasfiye antlaşmasının imzalanması ile sonuçlanmıştır.
1930 Türk-İtalya Antlaşması iki ülke arasında mevcut olan huzursuzluğu
kaldırmış olmasına rağmen daha sonraki dönemlerde münasebetlerin
dostane bir seyir takip ettiği söylenemez. Özellikle 1936'dan itibaren
Türk-İngiliz yakınlaşması Türk-İtalyan münasebetlerinin zayıflamasına
sebep olacaktır.
e-Türk-Fransız Münasebetleri
20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi ,Türk-Fransız münasebetlerinde
bir yakınlaşma doğurmuştu. Ancak, Lozan görüşmelerinde Fransa'nın
Osmanlı borçları ve Türkiye'deki yatırımlar konusundaki olumsuz tavrı
Yusuf Kemal-Franklin Boullioun Antlaşması'nın getirdiği yakınlaşmayı
zedelemiştir.
Lozan sonrasında Türkiye-Suriye Sınır Meselesi, Osmanlı borçları,
yabancı okullar, Adana-Mersin Demiryolu Meselesi ve Bozkurt-Lotus
davası ,Türkiye ile Fransa arasındaki uyuşmazlık konularıdır.
1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi'nin sekizinci maddesinde antlaşmadan
sonraki bir aylık dönemde Türkiye-Suriye sınırının, kurulacak karma
komisyon tarafından tespit edileceği öngörülmüştür. Fakat komisyon
ancak 1925'te toplanabilmiş ve meseleyi halledemeden dağılmıştır. Daha
sonra 18 Şubat 1926'da Halep'te parafe edilen ve 30 Mayıs 1926'da
imzalanan Türk-Fransız dostluk antlaşması Türkiye-Suriye sınırını
tespit ettiği gibi Türkiye ile Fransa arasındaki genel konularda da bir
uzlaşma sağlanmasına imkân vermiştir.
Lozan Konferansı'nda görüşüldüğü halde çözümlenemeyen konulardan birisi
de Osmanlı borçlarıdır. Osmanlı Devleti'nin yabancı devletlere vermiş
olduğu imtiyazlardan en fazla faydalanan Fransa olmuştu. Dolayısıyla
Osmanlı Devleti en fazla Fransız vatandaşlarına borçlu kalmıştı. Konu,
13 Haziran 1928'de Paris'te yapılan bir antlaşma ile halledilmiş
Osmanlı borçlarının ödenmesi belirli bir sisteme bağlanmıştır.
Fakat 1929 dünya iktisadî bunalımı Türkiye'nin ödeme güçlükleriyle
karşılaşmasına sebep olmuştu. Bu sırada Amerika Cumhurbaşkanı Hoover'in
1931'de kendi adını alan Hoover Moratoryumu'nu ilân etmesi borçların
ödenmesini geciktirme imkanını gündeme getirmiş, Türkiye de bundan
istifade etmek istemiştir. Paris'te yapılan görüşmeler sonunda ilkinden
daha uygun ödeme şartlarıyla yeni bir antlaşma 22 Haziran 1933'de
imzalanarak Osmanlı Borçları Meselesi halledilmiştir.
Türk-Fransız münasebetlerinde sıkıntı yaratan bir diğer konu da
Türkiye'deki Fransız misyoner okulları meselesidir. Türk hükûmeti bu
okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından
Türkçe olarak okutulmasını istemişti. Fransa bu isteğe karşı çıktıysa
da Türkiye'nin kararlı tutumu karşısında meseleyi Türk hükûmetinin
isteği yönünde kabullenmek zorunda kalmıştır.
Yine Türkiye'nin Adana-Mersin demir yolunu satın almak istemesi ve Türk
bayrağı taşıyan Bozkurt adlı gemi ile Fransız bayrağı taşıyan Lotus
adlı geminin Midilli açıklarında Ağustos 1926'da çarpışmasıyla ortaya
çıkan hukukî sorunlar iki ülke arasında sürtüşme yaratmıştı.
Bozkurt-Lotus Davası 1927 yılında Milletler Arası Daimî Adalet
Divanı'nda Türkiye lehine sonuçlanmış, demir yolu meselesi de 1929'da
yapılan bir anlaşmayla yine Türkiye lehine halledilmiştir.
Türkiye ile Fransa arasındaki bu meseleler çözüldükten sonra iki ülke
arasında gelişme gösteren münasebetler 1936-1939 yılları arasında
ortaya çıkan Hatay Meselesi yüzünden tekrar bir gerginlik dönemi
yaşanmasına yol açacaktır.
f-Türkiye'nin İslâm Ülkeleri ile Münasebetleri:
Türkiye, İslâm ülkeleri içinde ilk ve yakın münasebetler kurduğu devlet
Afganistan olmuştur. Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki Türk delegeleri
Moskova'da Bolşevik yöneticileri ile görüşmeleri sürdürürken
Afganistan'ın Moskova Büyükelçisi Muhammed Veli Han ile de bir görüşme
yaptılar. Sonuçta 1 Mart 1921'de Türk-Afgan Dostluk Antlaşması
imzalandı. Antlaşma ile iki ülke arasında ciddî bir dostluk sağlandığı
gibi Türkiye'nin eğitim alanında Afganistan'a yardım yapması
öngörülmüştür. Bu antlaşma gereğince Sultan Ahmet Han 21 Nisan 1921'de
Ankara'ya gelmiştir.
Daha sonra 25 Mayıs 1928'de Ankara'da imzalanan Türk-Afgan Dostluk
Antlaşması esas itibarıyla 1921 Antlaşmasını teyit eder nitelikte olup
iki ülke arasında "ebedî" bir dostluk ilişkisi sağlanmıştır. Daha
sonraki yıllarda taraflar arasındaki dostluk ve iş birliği bozulmadan
devam edecektir.
Cumhuriyet'in ilânından sonra Türk-İran münasebetlerinin iki ülke
arasındaki sınır meseleleri yüzünden gelişme gösterdiği söylenemez.
Daha çok Türk-İran sınır bölgesinde yaşayan kabile ve aşiretleri
kontrol edememekten kaynaklanan sınır meselesi 22 Nisan 1926'da
Tahran'da imzalanan güvenlik ve dostluk antlaşmasıyla giderilmek
istenmişse de yeterli olmamıştır.
Diplomatik münasebetlerin kesilme noktasına geldiği bir dönemde 15
Haziran 1928'de Tahran'da imzalanan antlaşma ile 1926 Antlaşması daha
etkili hâle getirilmiştir. Nihayet 23 Ocak 1932'de Tahranda imzalanan
iki antlaşma Türk-İran sınır meselesini de çözüme kavuşturmuştur. Bu
antlaşmalar aynı zamanda iki ülke arasında münasebetlerin gelişmesine
ve dostluğun kurulmasına sebep olmuştur.
Türkiye'nin Arap ülkeleri ile olan münasebetleri dinî meseleler
yüzünden uzun süre gelişme gösterememiştir. Türkiye'nin batılılaşma
hareketi bu ülkelerde memnuniyetsizlik yaratmıştı. Esasında Türkiye,
Millî Mücadele sonrasında bu ülkeler üzerinde eski Osmanlı ülkesi
olmasından dolayı bir hak iddiasında bulunmamıştı. Dolayısıyla ülkeler
arasında çıkar çatışması mevcut değildi. Ancak, Arap ülkelerinin bu
dönemde batı sömürgesi altında bulunması Türkiye ile olan münasebetleri
batılı devletlerin etkisi altında kalmıştır. Ayrıca hilafetin
kaldırılması özellikle İran ve Mısır gibi ülkelerde tepkilere yol
açmıştır.
Bu tür anlaşmazlıklara rağmen Türkiye'yi emperyalizme karşı savaşan ve
kazanan bir ülke olarak gören Arap ülkeleri diğer İslâm ülkeleri ile
birlikte Türkiye'ye dost olarak kalmayı tercih etmişlerdir.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Görüldüğü gibi Lozan sonrasındaki on yıllık devrede Türkiye batılı
devletlerle olduğu gibi İslâm ülkeleri ile de dostane münasebetler
kurmuş oluyordu.
1932-1938 Dönemi
a-Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne Katılması
1932 yılına gelindiğinde Türkiye komşularıyla münasebetlerini büyük
ölçüde hallederek milletler arası münasebetlerde oldukça güçlü bir
konuma gelmiştir. Türkiye'nin elde ettiği bu konum dış münasebetlerde
bağımsız ve eşit bir statü kazanmasından dolayı önemlidir. Türkiye
1932-1938 devresinde daha çok elde ettiği statüyü yine barışçı bir
politika takip ederek korumaya çalışacaktır.
1932-1938 devresi milletler arası münasebetlerin siyasî ve iktisadî
olmak üzere iki yönü vardır.1929-1930 iktisadî buhranı devletlerin dış
politikalarını tekrar gözden geçirme zorunluluğunu doğurmuştur.
İktisadi mücadelenin devletlerin siyasî münasebetlerinde önemli rol
oynaması, birtakım gruplaşmalara ve gruplar arası ilişkilerin
sertleşmesine neden olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı galip devletleri Versailles, Saint Germain,
Trianon, Nevilley Antlaşmaları ile sağlanan durumun (Status Quo)
korunmasına çalışarak antirevizyonist grubu meydana getirmişlerdi. Buna
karşılık Almanya ve Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerinden
olmasına rağmen umduğunu bulamayan İtalya,Versailles Antlaşması'nda
kaybettiklerini tekrar alma çabasına girerek revizyonist grubu
oluşturmuşlardır.
Türkiye, Lozan'da Misak-ı Millî ilkelerini tam manasıyla
gerçekleştiremediği hâlde antirevizyonist devletlerin yanında yer
almayı tercih etmiştir.
Bu politik kararda iki sebep etkilidir. İlki "Türkiye'nin emniyetini
gaye tutan hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir sulh istikameti bizim
düsturumuz olacaktır" ilkesinin benimsenmiş olmasıdır. Diğeri ise Millî
Mücadele döneminden itibaren Türkiye'nin kuvvetli bir müttefiki olan
Rusya'nın Alman ve Japon tehlikelerine karşı antirevizyonist gruba
yönelmesidir. Bu yöneliş Türkiye'yi de bu istikamette etkilemiştir.
Milletler Cemiyeti, I.Birinci Dünya Savaşı sonrasında milletler arası
barışın korunması ve iş birliğinin sağlanması için galip devletler
tarafından kurulmuştur. Cemiyetin kuruluş amaçlarından bir diğeri ise
Versailles Antlaşması ile sağlanan durumun devamını sağlamaktı. Türkiye
başlangıçta gerek Musul Meselesi'nde Milletler Cemiyeti'nin taraflı
tutumunun,gerekse Sovyetler Birliği'nin cemiyete bakışının olumsuzluğu
yüzünden cemiyete giriş için müracaat etmemişti. Ancak, 1930'dan sonra
Türkiye'nin milletler arası politikada ağırlığını attırması , kollektif
barış anlayışının, statükocu devletlerle meselelerini halletmesi
Milletler Cemiyeti'ne üyelik için davet edilmesine yol açmıştır.
Teşkilatın 6 Temmuz 1932 tarihli genel kurulunda İspanya temsilcisinin
teklifi ve Yunan temsilcisinin desteği ile daveti öngören bir tasarı
kabul edilmiştir. TBMM, 9 Temmuz'da daveti kabul etmiş, 18 Temmuz
1932'de alınan genel kurul kararıyla Milletler Cemiyeti'ne giriş
tamamlanmıştır.
b-Türkiye'nin Balkan Devletleri ile Münasebetleri Ve Balkan Antantı:
Türkiye, Balkan Antantı öncesinde Balkan Devletleri ile ikili dostluk
antlaşmaları yapmıştı. Arnavutluk ile 15 Aralık 1923'de Ankara'da
imzalanan dostluk antlaşması; Bulgaristan'la 18 Ekim 1925'te Ankara'da
imzalanan dostluk antlaşması; Yugoslavya ile 28 Ekim 1925'te Ankara'da
imzalanan barış ve dostluk antlaşmaları Balkan devletleriyle
münasebetlerinin düzelmesini sağlamıştır. Fakat bu antlaşmalar arasında
1930 tarihli Türk-Yunan iş birliği, Balkan Antantı'nın anlaşmasındaki
esas unsurdur. Türkiye, Yunanistan'la ayrıca 14 Eylül 1933'te Ankara'da
ortak sınırları karşılıklı korumaya alan bir samimî antlaşma paktı
imzalamıştır.
Diğer yandan Locarno Antlaşmaları, Kellog Paktı ve Litvinov Protokolü
gibi barışçı teşebbüslerle küçük antant gibi statükocu ittifakların
ortaya çıkması da Balkanlardaki iş birliğinde teşvik edici etkenler
olmuştur. 1933'te Nazi Partisi'nin Almanya'da iktidara gelmesi ise iş
birliği çalışmalarını hızlandırmıştır.
İlk Balkan Konferansı 1930'da Atina'da Arnavutluk ,Bulgaristan,
Romanya, Yunanistan ve Türkiye temsilcilerinin katılmalarıyla
toplanmıştır. Bulgaristan'ın daha sonraki tarihlerde revizyonist bir
dış politikaya yönelişi Balkan iş birliği çalışmalarından çekilmesine
sebep olmuştur. Arnavutluk ise İtalya'nın etkisiyle çalışmalardan
uzaklaşacaktır.
Türkiye'nin kurulmasında ve başarılı olmasında öncü rolü oynadığı
Balkan Antantı Atina'da 9 Şubat 1934'te Yunanistan, Bulgaristan,
Türkiye ve Romanya dış işleri bakanları tarafından imzalanmıştır.
Balkan Antantı, tarafların Balkanlardaki sınırlarının bölgedeki
revizyonist devletlere karşı korumak için alınmış bir tedbir olduğu
gibi Balkanlarda barışın kuvvetlendirilmesine yardımı öngörülmüştür.
Antant tarafların birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan
devletiyle beraber siyasî harekette bulunmamayı veya siyasî antlaşma
yapmamayı şarta bağlamıştı.
Türkiye, İtalya'nın yayılma politikasının oluşturduğu tehlikeye karşı
bir engel olarak gördüğü Balkan Antantı'nı yaşatmak için büyük çaba
sarf etmiştir. Ancak İtalya'nın antantı bozmak amacıyla uyguladığı
siyasî manevralar ve Almanya'nın Balkanlardaki ekonomik etkisi balkan
devletlerini bu iki devlete yaklaştırmıştır. Ayrıca Yugoslavya'nın
1937'de Bulgaristan'la dostluk antlaşması yapması Balkan Antantı'nın
1940 yılında dağılmasına yol açan sebeplerdir.
c-Sa'dabat Paktı :
Türkiye, 1930'lardan sonra İslâm ülkeleri ile çok taraflı bir iş
birliğine gitmiştir. İran'la 5 Kasım 1932'de dostluk, güvenlik,
tarafsızlık ve ekonomik iş birliği antlaşması, 1937'de de iş birliğini
sağlayan çeşitli antlaşmalar imzalamıştır. Irak'la Bağdat'ta 1936'da
nota teatisi ile 5 Haziran 1926'daki sınır ve komşuluk antlaşmasının
bazı bölümlerini uzatmışlardır.
Irak'la ayrıca 1932'de suçluların geri verilmesi ve ticaret antlaşması
imzalanmıştır. Mısır ile 7 Nisan 1937'de Ankara'da dostluk antlaşması
imzalanmıştır.
Ayrıca, Türkiye Orta Doğu'da bölgesel bir iş birliği faaliyeti
başlatarak 2 Ekim 1935'te Cenevre'de İran ve Irak'la üçlü bir antlaşma
parafe etmiştir. Bu gruba daha sonra Afganistan da katılmıştır.
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan bu iş birliğini daha da geliştirerek
8 Temmuz 1937'de Tahran'daki Sa'dabat Sarayı'nda ,Sa'dabat Paktı'nın
imzalanmasını gerçekleştirmişlerdir. Sa'dabat Paktı tarafların dostluk
ilişkilerini devam ettirmeyi ,ortak sınırlara saygı göstermeyi,
birbirlerine karşı saldırmamayı ve iç işlerine karışmamayı taahüt
altına almıştır.
Balkan Antantı'nda olduğu gibi Sa'dabat Paktı'nın oluşmasında
Türkiye'nin önemli rolü vardır. Revizyonist devletlerden İtalya'nın
Etopya'yı (Habeşistan) işgal etmesi paktın meydana gelmesindeki en
önemli etkendir. Sa'dabat Paktı ,İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra önemini
kaybetmiştir.
Türkiye, Balkan Antantı ve Sa'dabat Paktı ile batıda ve doğuda bir
güvenlik sistemi kurarak kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış
politikasını kuvvetlendirmiş oluyordu.
d-Türk-Sovyet Münasebetleri:
1933 yılının sonuna kadar zaman zaman görüş ayrılıkları ortaya
çıkmasına rağmen sıkılaşarak devam eden Türk-Rus ilişkileri 1934
yılından itibaren erişilen doruk noktasından aşağıya inmeye
başlayacaktır.
Türkiye, batılı devletlerle iş birliğine gittikçe Sovyetler
Birliği'nden belirli bir ölçüde uzaklaşmaya başlamıştır. Bu uzaklaşma
özellikle Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra artarak
devam edecektir.
Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girmesinden sonra Sovyetler
Birliği'nin de 1934'te cemiyete üye olması iki ülke arasındaki
doğabilecek muhtemel çatışmayı da önlemiştir. 1934 Balkan Antantı
konusunda birtakım endişelere sahip olan Sovyetler Birliği'ne
Türkiye'nin güvence vermesi ile iki ülke arasındaki münasebetlerin
tamamen koparılmamasına özen gösterilmiştir.
Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile münasebetlerinin dostane bir şekilde
devam etmesi yönündeki çabalarına rağmen,Sovyetler Biriliği'nin tutumu
Montreux Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra 1939 yılına gelindiğinde
değişmiştir. Sovyetler Birliği, can düşmanı kabul ettikleri Hitler
Almanya'sı ile antlaşma yaparak dış politikasında önemli bir
değişikliğe gitmiştir. Daha sonra Sovyetler Birliği kuzeyde
Finlandiya'ya saldırdı. Arkasından Baltık devletlerini ilhak etti.
Sovyet politikasında meydana gelen bu değişiklik 1945'te Türk-Sovyet
dostluk münasebetlerinin iflas etmesine neden olacaktır. Bu tarihte
Sovyetler Birliği, Boğazlar ve doğudaki üç ilimiz üzerinde hak iddia
etme cesaretini göstermiştir.
e-Türk-İtalyan Münasebetleri:
İtalya ile imzalanan 1928 Antlaşmasının iki ülke münasebetlerinde
meydana getirdiği dostluk bir müddet devam etmiştir. 4 Ocak 1932'de
İtalya ile Ankara'da imzalanan bir antlaşma ile Meis ve Anadolu
sahillerindeki birkaç küçük ada üzerindeki ihtilaf halledilmiştir.
Bunun yanı sıra 1928 Antlaşmasını 5 yıl süreyle uzatan ek protokolde
taraflar arasındaki dostluğun gelişmesi ümidini doğurmuştu. Ancak ,
İtalya'nın 1934'te Orta ve Yakın Doğu'ya yayılma emellerinin ortaya
çıkması, münasebetlerin bir anda bozulmasına yol açmıştır.
İtalya'nın 3 Ekim 1935'te Etopya'ya saldırması, Türkiye'nin İngiltere
ile sıkı bir iş birliği yapmasına neden olmuştur. 1936 yılında
İtalya'nın on iki adayı, özellikle Leros Adası'nı tahkim etmesi,
Türk-İtalya münasebetlerinde gerginliğin hat safhaya ulaşmasına sebep
teşkil etmiştir. Ayrıca İtalya, Türkiye'nin talebi ile toplanan
Montreux Konferansı'na katılmamıştır.
İtalya ile yaşanan gerginlik bu devletin ; Temmuz 1936'da Türkiye'ye
1928 Antlaşması'na bağlı olduğunu bildirmesi ve İngiltere ile 2 Ocak
1937'de Akdeniz konusunda yaptığı bir antlaşma yeni bir yakınlaşmaya
sebep olmuştur. Türk-İngiliz yakınlaşmasından çekinen İtalya'nın
İngiltere ile yaptığı antlaşma, Türkiye ile olan münasebetlerinin de
düzelmesine yol açmıştır.
devletlerle olduğu gibi İslâm ülkeleri ile de dostane münasebetler
kurmuş oluyordu.
1932-1938 Dönemi
a-Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne Katılması
1932 yılına gelindiğinde Türkiye komşularıyla münasebetlerini büyük
ölçüde hallederek milletler arası münasebetlerde oldukça güçlü bir
konuma gelmiştir. Türkiye'nin elde ettiği bu konum dış münasebetlerde
bağımsız ve eşit bir statü kazanmasından dolayı önemlidir. Türkiye
1932-1938 devresinde daha çok elde ettiği statüyü yine barışçı bir
politika takip ederek korumaya çalışacaktır.
1932-1938 devresi milletler arası münasebetlerin siyasî ve iktisadî
olmak üzere iki yönü vardır.1929-1930 iktisadî buhranı devletlerin dış
politikalarını tekrar gözden geçirme zorunluluğunu doğurmuştur.
İktisadi mücadelenin devletlerin siyasî münasebetlerinde önemli rol
oynaması, birtakım gruplaşmalara ve gruplar arası ilişkilerin
sertleşmesine neden olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı galip devletleri Versailles, Saint Germain,
Trianon, Nevilley Antlaşmaları ile sağlanan durumun (Status Quo)
korunmasına çalışarak antirevizyonist grubu meydana getirmişlerdi. Buna
karşılık Almanya ve Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerinden
olmasına rağmen umduğunu bulamayan İtalya,Versailles Antlaşması'nda
kaybettiklerini tekrar alma çabasına girerek revizyonist grubu
oluşturmuşlardır.
Türkiye, Lozan'da Misak-ı Millî ilkelerini tam manasıyla
gerçekleştiremediği hâlde antirevizyonist devletlerin yanında yer
almayı tercih etmiştir.
Bu politik kararda iki sebep etkilidir. İlki "Türkiye'nin emniyetini
gaye tutan hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir sulh istikameti bizim
düsturumuz olacaktır" ilkesinin benimsenmiş olmasıdır. Diğeri ise Millî
Mücadele döneminden itibaren Türkiye'nin kuvvetli bir müttefiki olan
Rusya'nın Alman ve Japon tehlikelerine karşı antirevizyonist gruba
yönelmesidir. Bu yöneliş Türkiye'yi de bu istikamette etkilemiştir.
Milletler Cemiyeti, I.Birinci Dünya Savaşı sonrasında milletler arası
barışın korunması ve iş birliğinin sağlanması için galip devletler
tarafından kurulmuştur. Cemiyetin kuruluş amaçlarından bir diğeri ise
Versailles Antlaşması ile sağlanan durumun devamını sağlamaktı. Türkiye
başlangıçta gerek Musul Meselesi'nde Milletler Cemiyeti'nin taraflı
tutumunun,gerekse Sovyetler Birliği'nin cemiyete bakışının olumsuzluğu
yüzünden cemiyete giriş için müracaat etmemişti. Ancak, 1930'dan sonra
Türkiye'nin milletler arası politikada ağırlığını attırması , kollektif
barış anlayışının, statükocu devletlerle meselelerini halletmesi
Milletler Cemiyeti'ne üyelik için davet edilmesine yol açmıştır.
Teşkilatın 6 Temmuz 1932 tarihli genel kurulunda İspanya temsilcisinin
teklifi ve Yunan temsilcisinin desteği ile daveti öngören bir tasarı
kabul edilmiştir. TBMM, 9 Temmuz'da daveti kabul etmiş, 18 Temmuz
1932'de alınan genel kurul kararıyla Milletler Cemiyeti'ne giriş
tamamlanmıştır.
b-Türkiye'nin Balkan Devletleri ile Münasebetleri Ve Balkan Antantı:
Türkiye, Balkan Antantı öncesinde Balkan Devletleri ile ikili dostluk
antlaşmaları yapmıştı. Arnavutluk ile 15 Aralık 1923'de Ankara'da
imzalanan dostluk antlaşması; Bulgaristan'la 18 Ekim 1925'te Ankara'da
imzalanan dostluk antlaşması; Yugoslavya ile 28 Ekim 1925'te Ankara'da
imzalanan barış ve dostluk antlaşmaları Balkan devletleriyle
münasebetlerinin düzelmesini sağlamıştır. Fakat bu antlaşmalar arasında
1930 tarihli Türk-Yunan iş birliği, Balkan Antantı'nın anlaşmasındaki
esas unsurdur. Türkiye, Yunanistan'la ayrıca 14 Eylül 1933'te Ankara'da
ortak sınırları karşılıklı korumaya alan bir samimî antlaşma paktı
imzalamıştır.
Diğer yandan Locarno Antlaşmaları, Kellog Paktı ve Litvinov Protokolü
gibi barışçı teşebbüslerle küçük antant gibi statükocu ittifakların
ortaya çıkması da Balkanlardaki iş birliğinde teşvik edici etkenler
olmuştur. 1933'te Nazi Partisi'nin Almanya'da iktidara gelmesi ise iş
birliği çalışmalarını hızlandırmıştır.
İlk Balkan Konferansı 1930'da Atina'da Arnavutluk ,Bulgaristan,
Romanya, Yunanistan ve Türkiye temsilcilerinin katılmalarıyla
toplanmıştır. Bulgaristan'ın daha sonraki tarihlerde revizyonist bir
dış politikaya yönelişi Balkan iş birliği çalışmalarından çekilmesine
sebep olmuştur. Arnavutluk ise İtalya'nın etkisiyle çalışmalardan
uzaklaşacaktır.
Türkiye'nin kurulmasında ve başarılı olmasında öncü rolü oynadığı
Balkan Antantı Atina'da 9 Şubat 1934'te Yunanistan, Bulgaristan,
Türkiye ve Romanya dış işleri bakanları tarafından imzalanmıştır.
Balkan Antantı, tarafların Balkanlardaki sınırlarının bölgedeki
revizyonist devletlere karşı korumak için alınmış bir tedbir olduğu
gibi Balkanlarda barışın kuvvetlendirilmesine yardımı öngörülmüştür.
Antant tarafların birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan
devletiyle beraber siyasî harekette bulunmamayı veya siyasî antlaşma
yapmamayı şarta bağlamıştı.
Türkiye, İtalya'nın yayılma politikasının oluşturduğu tehlikeye karşı
bir engel olarak gördüğü Balkan Antantı'nı yaşatmak için büyük çaba
sarf etmiştir. Ancak İtalya'nın antantı bozmak amacıyla uyguladığı
siyasî manevralar ve Almanya'nın Balkanlardaki ekonomik etkisi balkan
devletlerini bu iki devlete yaklaştırmıştır. Ayrıca Yugoslavya'nın
1937'de Bulgaristan'la dostluk antlaşması yapması Balkan Antantı'nın
1940 yılında dağılmasına yol açan sebeplerdir.
c-Sa'dabat Paktı :
Türkiye, 1930'lardan sonra İslâm ülkeleri ile çok taraflı bir iş
birliğine gitmiştir. İran'la 5 Kasım 1932'de dostluk, güvenlik,
tarafsızlık ve ekonomik iş birliği antlaşması, 1937'de de iş birliğini
sağlayan çeşitli antlaşmalar imzalamıştır. Irak'la Bağdat'ta 1936'da
nota teatisi ile 5 Haziran 1926'daki sınır ve komşuluk antlaşmasının
bazı bölümlerini uzatmışlardır.
Irak'la ayrıca 1932'de suçluların geri verilmesi ve ticaret antlaşması
imzalanmıştır. Mısır ile 7 Nisan 1937'de Ankara'da dostluk antlaşması
imzalanmıştır.
Ayrıca, Türkiye Orta Doğu'da bölgesel bir iş birliği faaliyeti
başlatarak 2 Ekim 1935'te Cenevre'de İran ve Irak'la üçlü bir antlaşma
parafe etmiştir. Bu gruba daha sonra Afganistan da katılmıştır.
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan bu iş birliğini daha da geliştirerek
8 Temmuz 1937'de Tahran'daki Sa'dabat Sarayı'nda ,Sa'dabat Paktı'nın
imzalanmasını gerçekleştirmişlerdir. Sa'dabat Paktı tarafların dostluk
ilişkilerini devam ettirmeyi ,ortak sınırlara saygı göstermeyi,
birbirlerine karşı saldırmamayı ve iç işlerine karışmamayı taahüt
altına almıştır.
Balkan Antantı'nda olduğu gibi Sa'dabat Paktı'nın oluşmasında
Türkiye'nin önemli rolü vardır. Revizyonist devletlerden İtalya'nın
Etopya'yı (Habeşistan) işgal etmesi paktın meydana gelmesindeki en
önemli etkendir. Sa'dabat Paktı ,İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra önemini
kaybetmiştir.
Türkiye, Balkan Antantı ve Sa'dabat Paktı ile batıda ve doğuda bir
güvenlik sistemi kurarak kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış
politikasını kuvvetlendirmiş oluyordu.
d-Türk-Sovyet Münasebetleri:
1933 yılının sonuna kadar zaman zaman görüş ayrılıkları ortaya
çıkmasına rağmen sıkılaşarak devam eden Türk-Rus ilişkileri 1934
yılından itibaren erişilen doruk noktasından aşağıya inmeye
başlayacaktır.
Türkiye, batılı devletlerle iş birliğine gittikçe Sovyetler
Birliği'nden belirli bir ölçüde uzaklaşmaya başlamıştır. Bu uzaklaşma
özellikle Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra artarak
devam edecektir.
Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girmesinden sonra Sovyetler
Birliği'nin de 1934'te cemiyete üye olması iki ülke arasındaki
doğabilecek muhtemel çatışmayı da önlemiştir. 1934 Balkan Antantı
konusunda birtakım endişelere sahip olan Sovyetler Birliği'ne
Türkiye'nin güvence vermesi ile iki ülke arasındaki münasebetlerin
tamamen koparılmamasına özen gösterilmiştir.
Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile münasebetlerinin dostane bir şekilde
devam etmesi yönündeki çabalarına rağmen,Sovyetler Biriliği'nin tutumu
Montreux Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra 1939 yılına gelindiğinde
değişmiştir. Sovyetler Birliği, can düşmanı kabul ettikleri Hitler
Almanya'sı ile antlaşma yaparak dış politikasında önemli bir
değişikliğe gitmiştir. Daha sonra Sovyetler Birliği kuzeyde
Finlandiya'ya saldırdı. Arkasından Baltık devletlerini ilhak etti.
Sovyet politikasında meydana gelen bu değişiklik 1945'te Türk-Sovyet
dostluk münasebetlerinin iflas etmesine neden olacaktır. Bu tarihte
Sovyetler Birliği, Boğazlar ve doğudaki üç ilimiz üzerinde hak iddia
etme cesaretini göstermiştir.
e-Türk-İtalyan Münasebetleri:
İtalya ile imzalanan 1928 Antlaşmasının iki ülke münasebetlerinde
meydana getirdiği dostluk bir müddet devam etmiştir. 4 Ocak 1932'de
İtalya ile Ankara'da imzalanan bir antlaşma ile Meis ve Anadolu
sahillerindeki birkaç küçük ada üzerindeki ihtilaf halledilmiştir.
Bunun yanı sıra 1928 Antlaşmasını 5 yıl süreyle uzatan ek protokolde
taraflar arasındaki dostluğun gelişmesi ümidini doğurmuştu. Ancak ,
İtalya'nın 1934'te Orta ve Yakın Doğu'ya yayılma emellerinin ortaya
çıkması, münasebetlerin bir anda bozulmasına yol açmıştır.
İtalya'nın 3 Ekim 1935'te Etopya'ya saldırması, Türkiye'nin İngiltere
ile sıkı bir iş birliği yapmasına neden olmuştur. 1936 yılında
İtalya'nın on iki adayı, özellikle Leros Adası'nı tahkim etmesi,
Türk-İtalya münasebetlerinde gerginliğin hat safhaya ulaşmasına sebep
teşkil etmiştir. Ayrıca İtalya, Türkiye'nin talebi ile toplanan
Montreux Konferansı'na katılmamıştır.
İtalya ile yaşanan gerginlik bu devletin ; Temmuz 1936'da Türkiye'ye
1928 Antlaşması'na bağlı olduğunu bildirmesi ve İngiltere ile 2 Ocak
1937'de Akdeniz konusunda yaptığı bir antlaşma yeni bir yakınlaşmaya
sebep olmuştur. Türk-İngiliz yakınlaşmasından çekinen İtalya'nın
İngiltere ile yaptığı antlaşma, Türkiye ile olan münasebetlerinin de
düzelmesine yol açmıştır.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Türk-İtalyan münasebetlerinde meydana gelen bu düzelme Hatay Meselesi
yüzünden Fransa ile arası açılan Türkiye'nin de işine gelmiştir.
2-3 Şubat 1937'de Tevfik Rüştü Aras ile Kont Ciano arasında yapılan
Milano görüşmeleri yeni bir iş birliği havası yaratmakla birlikte
İtalya ortamdan istifade etmek yoluna gitmiş ve Türkiye'yi
İtalya-Almanya safına çekmeye çalışmıştır.
10-11 Eylül 1937'de Avrupa devletlerinin katılması ile Nyon'da
gerçekleşen konferansa Almanya ,İtalya ve Arnavutluk katılmamışlardı.
Nyon Konferansı, Akdeniz'de meydana gelen korsanlık olaylarının
önlenmesi için düzenlenmişti. Bu olaylarda İtalya'nın rolü olduğu iddia
edilmiştir. Türkiye, konferansta Fransa ve İngiltere'yi desteklemiştir.
Türkiye'nin bu devrede yavaţ yavaţ statükocu gruba kayması İtalya'nın
Türk ülkesi üzerindeki emellerinden kaynaklanmıştır. Çünkü İtalya'nın
davranışlarında Türk dış politikasını etkileyen önemli talepler
mevcuttur.
f-Türk-Alman Münasebetleri
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'ya zorla kabul ettirilen
Versailles (Versay) Antlaşması, bir müddet Almanya'nın Avrupa
diplomasisinden uzak kalmasına sebep olmuştur.1919-1932 yılları
arasında Türk-Alman münasebetleri normal siyasî temastan öteye
geçmemiştir.1933 yılında başlayan Nazi iktidarıyla birlikte Almanya,
siyasî ve iktisadî nüfuzunu arttırmıştır.1934 yılından itibaren
Türkiye, Almanya ile sıkı bir iktisadî iş birliğine girmiştir.
Almanya,Türkiye üzerindeki iktisadî nüfuzunu kullanarak Türk-Sovyet ve
Türk-İngiliz münasebetlerinde gerginlik yaratıp Türkiye'yi revizyonist
guruba çekmeye çalışmıştır.
Almanya stratejik önemi haiz Boğazların kendisi tarafından uygun
görülmeyen bir statüye bağlanacağı endişesiyle, Montreux (Montrö)
Sözleşmesine katılmadığı gibi tasvip etmediğini de açıklamıştır.
Bu tip olumsuzlukların yanı sıra Türkiye, Almanya ile olan iktisadî iş
birliğinden vazgeçmeyecektir.1938 yılında Alman Ticaret Bakanı Funk'un
Türkiye'yi ziyareti sırasında üzerinde mutabakata varılan;Türkiye'ye on
yıl süreyle 150 milyon mark kredi verilmesini öngören antlaşma 16 Ocak
1939'da Berlin'de imzalanmıştır. Yine 25 Temmuz 1938'de Berlin'de iki
ülkenin imzaladığı bir ticaret antlaşması ile de Türk-Alman ticarî
münasebetlerinin geliştirilmesine çalışılmıştır.
Almanya, iktisadî gücünü kullanarak Türkiye'ye karşı gerçekleştirmek
istediği politikada başarılı olamamıştır. İtalya-Almanya
tehlikesi,Türkiye'nin kararını 1939 yılında kesinleştirecek ve
antirevizyonist statükocu devletlerin yanında yer almasına yol
açacaktır.
g-Türk-İngiliz Münasebetleri:
Lozan görüţmelerinde İngiltere'nin olumsuz tutumu ve 1926'da Musul
Meselesi'nin Türkiye aleyhine neticelenmesi,iki ülke arasındaki
münasebetlerin bir müddet dostane olmayan bir seyir takip etmesine
sebep olmuştu. Ancak, Türkiye'nin batılı devletlerle iş birliğine
yönelik bir dış politika takip etmesi,1932'ten itibaren Türk-İngiliz
münasebetlerinin yavaş yavaş gelişmesinde rol oynayan önemli
faktörlerden birisidir.
Almanya ve İtalya'nın Doğu ve Akdeniz politikası 1934'den itibaren
Türkiye'nin İngiltere'ye daha da yakınlaşmasını sağlayacaktır. 1936'da
gerçekleşen Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türk-İngiliz yakınlaşmasında
bir dönüm noktasıdır. Montreux'de İngiltere ,Türkiye'yi desteklemiştir.
1938 yılına gelindiğinde Türkiye ve İngiltere arasındaki iktisadî
münasebetlerin gelişme gösterdiği görülmektedir.27 Mayıs 1938'de iki
devlet arasında Türkiye 10 milyon sterlinlik kredi açılmasını öngören
bir antlaşma imzalamıştır.
1937 tarihli Nyon Konferansı'nda Türkiye İngiltere'yi desteklemiş, 19
Ekim 1939'da ise Türkiye,İngiltere ve Fransa arasında imzalanan
karşılıklı yardım antlaşması ile de Türkiye-İngiltere iş birliği
kesinlik kazanmıştır.
h-Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi:
Misak-ı Millî'de, Boğazlar konusu "...İstanbul kenti ve Marmara
denizinin güvenliği her türlü tehlikeden uzak kalmak şartıyla, Akdeniz
ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaret ve ulaşımına açılması
konusunda, bizimle birlikte, öteki tüm devletlerin oy birliği ile
verecekleri karar geçerlidir" şeklindeki ifadeyle esasa bağlanmıştı.
Lozan görüşmelerinde, Boğazların durumu ile ilgili olarak İngiltere,
Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya,
Sovyetler Birliği ve Türkiye'nin imzaladığı bir Boğazlar Sözleşmesi
hazırlanmıştı. Bu sözleşmede geçişlerle ilgili esaslar genel olarak
Misâk-ı Millî esasına uygun olmakla birlikte sözleşmeye ısrarla
Boğazların silâhtan arındırılmasıyla ilgili hükümlerin konması,
Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye düşüren bir durum meydana getirmiştir.
Lozan'da Boğazlar Sözleşmesi üç esası ortaya çıkarmıştır:
1-Boğazlar asker ve silâhtan arındırılmıştır.
2- Boğazlardan geçişi kontrol etmek ve Milletler Cemiyeti'ne geçişle
ilgili bilgiler vermekle yetkili bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştur.
3-Boğazların asker ve silâhtan arındırılmasıyla, ileride Türkiye için
herhangi bir tehlike teşkil edecek duruma karşı Milletler Cemiyeti'nin
özellikle de İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya'nın garantisi
sağlanmıştır.
Ancak, Milletler Cemiyeti güvenlik sistemi başarı ile uygulanamamıştır.
Revizyonist devletlerden İtalya, Cemiyetin bir üyesi olan Etopya'yı
işgal etmiş, Almanya, Versailles Antlaşması'na uymayarak Ren bölgesini
silâhlandırmış, Japonya ise Milletler Cemiyeti'nden ayrılmıştır.
Milletler arası münasebetlerin bozulmasına yol açan bu gelişmeler,
silâhtan arındırılmış Boğazlar konusunda Türkiye'yi endişeye sevk
etmiştir.
Türkiye, Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesini ilk olarak 23 Mayıs
1923'te talep etmişti, ancak Sovyetler Birliği'nin dışında diğer batılı
devletler tarafından olumlu karşılanmamıştı. 1934'te Balkan Antantı'nın
kurulmasıyla, Boğazlar konusundaki Türk talebi Antant üyeleri
tarafından uygun görülmüştür. Almanya'nın 1936'da Ren bölgesini
silâhlandırması üzerine,İngiltere de Türk hükûmetinin isteğine olumlu
cevap verecektir.
Türk hükûmeti 11 Nisan 1936'da Lausanne (Lozan) Boğazlar Sözleşmesi'ne
taraf olan devletlere birer nota göndererek sözleşmenin değiştirilmesi
teklifini tekrarlamış, bunun üzerine 22 Haziran 1936'da İsviçre'nin
Montreux kentine bir konferans düzenlenmiştir.
Montreux Boğazlar Sözleşmesi (175) , 20 Temmuz 1936'da Türkiye,
İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan,
Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanmıştır. İtalya,sözleşmeyi daha
sonra 2 Mayıs 1938'de imzalamıştır.
Montreux Sözleţmesi ile;Boğazlar Komisyonu kaldırılmıştır. Askerden
arındırılması ile ilgili tedbirler de kaldırılarak, askerî hâle
gelebileceği hükme bağlanmıştır. Böylece, boğazların emniyeti
Türkiye'ye bırakılarak, bölge üzerinde hâkimiyetini koruması
sağlanmıştır.
Ayrıca Boğazlardan geçiş ve seyrü sefer, Türkiye'nin ve Karadeniz'e
sahili olan devletlerin güvenliği sağlanacak şekilde düzenlenmiştir.
Ticaret gemileri için tam geçiş serbestliği tanınmıştır. Savaş gemileri
için ise; herhangi bir savaş hâlinde Türkiye savaş içerisinde değilse,
savaşan devletlerin savaş gemileri Boğazlardan geçemeyecekti. Türkiye
savaşın içinde ise veya kendisini savaş tehlikesi karşısında görürse,
geçiş kararı kendisine bırakılıyordu.
Karadeniz'e sahili olmayan devletlerin, Karadeniz'e geçebilecek savaş
gemileri cinsi, büyüklüğü ve tonajı sınırlandırılmıştır. Karadeniz
devletlerinin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi için de oldukça
geniş serbestlik tanınmıştır.
Sözleşmenin süresi 20 yılla sınırlandırılmakla birlikte taraf
devletlerden hiçbirisi süre sonunda sözleşmenin feshi yönünde bir
talepte bulunmadıklarından, sözleşme hala yürürlüktedir.
Türkiye'nin Montreux Sözleşmesi'yle, Boğazlar üzerinde hâkimiyetini
tesis etmesi, milletlerarası münasebetlerde prestijini artırmıştır.
Sözleşme, Türk-İngiliz ve Türk-Sovyet münasebetlerinde bir dönüm
noktasıdır.
Sözleşmeyle oluşan Türk-İngiliz yakınlaşması Sovyetleri rahatsız etmiş
ve Türk-Sovyet münasebetlerinde soğukluk meydana gelmiştir.
ı-Türk-Fransız Münasebetleri ve Hatay Meselesi :
Lozan'dan arta kalan Osmanlı Borçları Meselesi'nin 1933'te yapılan bir
antlaşma ile halledilmesi, Türk-Fransız münasebetlerinin dostane bir
mahiyet kazanmasına sebep olmuştu. 1932-1939 döneminde Türkiye ile
Fransa arasında münasebetleri etkileyen olay, Hatay Meselesi
(İskenderun Sancağı) olacaktır.
İskenderun Sancak'ı, ekseriyetinin Türk olması nedeniyle Misak-ı Millî
sınırları içinde idi. Ancak 1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi Sancak'ın
Türk sınırları dışında bırakılmasını öngörmüştü. İtilafname, sancağa
özel bir statü vermekle birlikte, bölgedeki Türk unsurunun çıkarlarını
da gözetmekte idi. Lozan da sancak'ın bu yapısı aynı şekilde teyit
edilmiştir. Dolayısıyla Sancak, Suriye gibi Fransız mandası altına
girmiş oluyordu.
Fransa'nın, 9 Eylül 1936'da Suriye'ye bağımsızlığının verilmesi yönünde
bir antlaşma yapması, Suriye sınırları içinde yer alan sancak
meselesinin tekrar gündeme gelmesine yol açmıştır. Çünkü Sancak da
Suriye'nin yönetimine girecekti. Bu mesele 1936'dan 1939'a kadar
Türk-Fransız münasebetlerinde gerginlik yaratacaktır.
Türkiye, 9 Ekim 1936'da Fransa'ya verdiği bir notada Suriye'ye
yapıldığı gibi İskenderun Sancağına da bağımsızlık verilmesini talep
etti. Fransa verdiği cevabî notada konuyu Milletler Cemiyetine havale
etmeyi teklif etti. Türkiye bu teklifi kabul etti.
Türkiye, Sancak Meselesi'ne büyük önem vermiştir. ****** bu önemi
şöyle ifade etmektedir;"...Milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca
mesele, hakiki sahibi öz Türk olan "İskenderun-Antakya" ve havalisinin
mukadderatıdır. Bunun üzerinde,ciddiyet ve kat'iyetle durmaya mecburuz".
14-16 Aralık 1936'da toplanan Milletler Cemiyeti, Sancak Meselesi için
üç kişilik gözlemci heyeti tayin etti.20 Ocak 1937'de tekrar toplanan
konsey İngiltere'nin Türk tezini desteklemesi sonucunda Sancak'ta ayrı
bir statünün oluşturulmasını kararlaştırdı.
Bu yeni statüye göre;İskenderun ve Antakya iç işlerinde tam bağımsız,
fakat dışişlerinde Suriye'ye bağlı kalacak, ayrı bir anayasası olacak,
resmî dili ise Türkçe olacaktı. Daha sonraki görüşmelerde resmî dil
Türkçe ve Arapça olarak kabul edilmiştir. Sancak'ın ülke bütünlüğü
Türkiye ve Fransa tarafından teminat altına alınacaktı. Fransa ile 29
Mayıs 1937'de bu teminatı sağlayan ve Türkiye-Suriye sınırını tespit
eden bir antlaşma yapılmıştır.
1937 yılında, yeni sistem Sancak Meselesi'ni tamamen halledememiş,
birtakım sıkıntıların meydana gelmesine neden olmuştu. Suriye halkı
Hatay'a bağımsızlık verilmesini protesto etti.
Fransızlar ise Sancak'taki Arapları ve diğer azınlıkları kışkırtma
yoluna gitti. Milletler Cemiyeti gözetiminde hazırlanan Sancak
anayasasına göre, 1937'de seçimlerin yapılması gerekirken bölgedeki
olumsuzluklar yüzünden seçimler ertelendi. Türkiye, Sancak'taki Fransız
valisi ve memurların davranışlarının yarattığı gerginlik üzerine Hatay
sınırına 30.000 kişilik bir kuvvet yığdı.
Avrupa'nın içinde bulunduğu gerginliğin artması ve İkinci Dünya
Savaşının eşiğine gelinmesi, Fransa'yı Hatay Meselesi'nde Türkiye'ye
karşı daha yumuşak bir politika takip etmesine sebep olmuştur. 3
Haziran 1938'de Türkiye ve Fransa arasında yapılan askerî antlaşma ile
Sancak statüsünün korunması öngörülmüştür. Bu antlaşma gereğince
Türkiye ve Fransa Sancak'a 2500'er kişilik bir kuvvet göndermiştir.
Askerî antlaşmanın imzalanmasından sonra iki ülke arasında 4 Temmuz
1938'de bir dostluk antlaşması daha imzalanarak Sancak Meselesi'nin
hallinde önemli bir adım daha atılacaktır.
Sancak'ta Ağustos 1938'de yapılan seçimlerde,Türk topluluğu 40 milletvekilliğinden 22'sini kazanmıştır.
2 Eylül 1938'de toplanan Sancak Meclisi, İskenderun Sancak'ına Türkçe adıyla "Hatay Devleti" ismini vermiştir.
Hatay Meselesi'nin halledilmesinden sonra Türk-Fransız münasebetleri
hızlı bir şekilde gelişme göstermiştir.23 Haziran 1939'da Ankara'da iki
ülke arasında imzalanan antlaşma, karşılıklı yardımı öngördüğü gibi,
Hatay'ın Türkiye'ye katılma talebinin Fransızlar tarafından kabul
edilmesine sebep olacaktır.
Nihayet, 29 Haziran 1939'da son toplantısını yapan Hatay Meclisi oy birliği ile ana vatana katılmaya karar vermiştir.
Hatay'ın kazanılmasında, Avrupa'nın içinde bulunduğu buhranlı dönemin
etkisi, İngiltere'nin Türkiye'yi destekler mahiyette tavır alması
önemli faktörler olarak gösterilebilir. Ancak en önemli faktör,
1936'dan sonra daha güçlü bir Türkiye'nin varolması ve Türk dış
politikasının bu dönemde kararlı ve tavizsiz bir şekilde tatbik
edilmesidir.
6-Türk İnkılâbının Dayandığı İlkeler:
******, devlet adamı, başkumandan ve fikir adamı olarak temayüz
etmiştir. Dünya tarihinde, devlet adamı ve başkumandan olarak icraat ve
mücadelelerini fikriyata istinat ettirenlerin sayıları sınırlıdır. Zira
sosyal ilimlere dayanarak analiz yapmak ve senteze varmak demek olan
fikriyat,hem bilgi ve kültür,hem de istidat ister.
Tarihî gelişmelerin meydana getirdiği Türk inkılâbı, bir fikir ve
idealin başarıya ulaşmış hâlidir. Türk inkılâbındaki fikriyatın yönü
******çülük şeklinde ifade edilir. Türk inkılâbının fikrî gücü ve
dayandığı esaslara ise "****** İlkeleri" denir.
******çülüğün temel ilkeleri olarak değerlendirilen altı ilkenin doğup
gelişmesi Türk İnkılâbının başlangıç safhasında olmamıştır. Cumhuriyet
Halk Partisi'nin ilk tüzüğünde yer alan "Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve
milliyetçilik" ilkelerine "laiklik, devletçilik ve inkılâpçılık"
ilkeleri partinin 1931'deki 3. kurultayında eklenmiştir. 5 Ţubat
1937'de yapılan anayasa değişikliği ile Cumhuriyet Halk Partisi'nin
nizamnamesinde yer alan altı ilke Türkiye Cumhuriyeti'nin özellikleri
olarak anayasada yer almıştır.
Türk inkılâbının amacı; Millî modernleşmeyi sağlamak Türk, toplumuna
yeni bir şekil ve anlayış kazandırmaktır. Türk inkılâbı; bağımsızlığı,
hür düşünceyi ve insan onurunu temel alan bir Türk rönesansıdır.
Mustafa Kemal Paşa, bu anlayıştan hareketle ilk yapılacak işin
"Türkleri yeni baştan Türkleştirmek" olduğunu tespit etmiştir. Bu
ideallerin ileriye dönük bir şekilde gelişmesi ve korunması ******
ilkelerinin gerçek anlamda uygulanması ile mümkündür.
Altı ****** İlkesi'nin yanı sıra bu ilkeleri tamamlayıcı nitelikteki
"Millî hâkimiyet", "Millî bağımsızlık" ve "Millî birlik" ilkeleri
Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde varolan unsurlardandır. ******
ilkeleri ile birlikte mütalâa edildiğinde ******çülüğün tanımı daha
iyi anlaşılacaktır.
yüzünden Fransa ile arası açılan Türkiye'nin de işine gelmiştir.
2-3 Şubat 1937'de Tevfik Rüştü Aras ile Kont Ciano arasında yapılan
Milano görüşmeleri yeni bir iş birliği havası yaratmakla birlikte
İtalya ortamdan istifade etmek yoluna gitmiş ve Türkiye'yi
İtalya-Almanya safına çekmeye çalışmıştır.
10-11 Eylül 1937'de Avrupa devletlerinin katılması ile Nyon'da
gerçekleşen konferansa Almanya ,İtalya ve Arnavutluk katılmamışlardı.
Nyon Konferansı, Akdeniz'de meydana gelen korsanlık olaylarının
önlenmesi için düzenlenmişti. Bu olaylarda İtalya'nın rolü olduğu iddia
edilmiştir. Türkiye, konferansta Fransa ve İngiltere'yi desteklemiştir.
Türkiye'nin bu devrede yavaţ yavaţ statükocu gruba kayması İtalya'nın
Türk ülkesi üzerindeki emellerinden kaynaklanmıştır. Çünkü İtalya'nın
davranışlarında Türk dış politikasını etkileyen önemli talepler
mevcuttur.
f-Türk-Alman Münasebetleri
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'ya zorla kabul ettirilen
Versailles (Versay) Antlaşması, bir müddet Almanya'nın Avrupa
diplomasisinden uzak kalmasına sebep olmuştur.1919-1932 yılları
arasında Türk-Alman münasebetleri normal siyasî temastan öteye
geçmemiştir.1933 yılında başlayan Nazi iktidarıyla birlikte Almanya,
siyasî ve iktisadî nüfuzunu arttırmıştır.1934 yılından itibaren
Türkiye, Almanya ile sıkı bir iktisadî iş birliğine girmiştir.
Almanya,Türkiye üzerindeki iktisadî nüfuzunu kullanarak Türk-Sovyet ve
Türk-İngiliz münasebetlerinde gerginlik yaratıp Türkiye'yi revizyonist
guruba çekmeye çalışmıştır.
Almanya stratejik önemi haiz Boğazların kendisi tarafından uygun
görülmeyen bir statüye bağlanacağı endişesiyle, Montreux (Montrö)
Sözleşmesine katılmadığı gibi tasvip etmediğini de açıklamıştır.
Bu tip olumsuzlukların yanı sıra Türkiye, Almanya ile olan iktisadî iş
birliğinden vazgeçmeyecektir.1938 yılında Alman Ticaret Bakanı Funk'un
Türkiye'yi ziyareti sırasında üzerinde mutabakata varılan;Türkiye'ye on
yıl süreyle 150 milyon mark kredi verilmesini öngören antlaşma 16 Ocak
1939'da Berlin'de imzalanmıştır. Yine 25 Temmuz 1938'de Berlin'de iki
ülkenin imzaladığı bir ticaret antlaşması ile de Türk-Alman ticarî
münasebetlerinin geliştirilmesine çalışılmıştır.
Almanya, iktisadî gücünü kullanarak Türkiye'ye karşı gerçekleştirmek
istediği politikada başarılı olamamıştır. İtalya-Almanya
tehlikesi,Türkiye'nin kararını 1939 yılında kesinleştirecek ve
antirevizyonist statükocu devletlerin yanında yer almasına yol
açacaktır.
g-Türk-İngiliz Münasebetleri:
Lozan görüţmelerinde İngiltere'nin olumsuz tutumu ve 1926'da Musul
Meselesi'nin Türkiye aleyhine neticelenmesi,iki ülke arasındaki
münasebetlerin bir müddet dostane olmayan bir seyir takip etmesine
sebep olmuştu. Ancak, Türkiye'nin batılı devletlerle iş birliğine
yönelik bir dış politika takip etmesi,1932'ten itibaren Türk-İngiliz
münasebetlerinin yavaş yavaş gelişmesinde rol oynayan önemli
faktörlerden birisidir.
Almanya ve İtalya'nın Doğu ve Akdeniz politikası 1934'den itibaren
Türkiye'nin İngiltere'ye daha da yakınlaşmasını sağlayacaktır. 1936'da
gerçekleşen Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türk-İngiliz yakınlaşmasında
bir dönüm noktasıdır. Montreux'de İngiltere ,Türkiye'yi desteklemiştir.
1938 yılına gelindiğinde Türkiye ve İngiltere arasındaki iktisadî
münasebetlerin gelişme gösterdiği görülmektedir.27 Mayıs 1938'de iki
devlet arasında Türkiye 10 milyon sterlinlik kredi açılmasını öngören
bir antlaşma imzalamıştır.
1937 tarihli Nyon Konferansı'nda Türkiye İngiltere'yi desteklemiş, 19
Ekim 1939'da ise Türkiye,İngiltere ve Fransa arasında imzalanan
karşılıklı yardım antlaşması ile de Türkiye-İngiltere iş birliği
kesinlik kazanmıştır.
h-Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi:
Misak-ı Millî'de, Boğazlar konusu "...İstanbul kenti ve Marmara
denizinin güvenliği her türlü tehlikeden uzak kalmak şartıyla, Akdeniz
ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaret ve ulaşımına açılması
konusunda, bizimle birlikte, öteki tüm devletlerin oy birliği ile
verecekleri karar geçerlidir" şeklindeki ifadeyle esasa bağlanmıştı.
Lozan görüşmelerinde, Boğazların durumu ile ilgili olarak İngiltere,
Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya,
Sovyetler Birliği ve Türkiye'nin imzaladığı bir Boğazlar Sözleşmesi
hazırlanmıştı. Bu sözleşmede geçişlerle ilgili esaslar genel olarak
Misâk-ı Millî esasına uygun olmakla birlikte sözleşmeye ısrarla
Boğazların silâhtan arındırılmasıyla ilgili hükümlerin konması,
Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye düşüren bir durum meydana getirmiştir.
Lozan'da Boğazlar Sözleşmesi üç esası ortaya çıkarmıştır:
1-Boğazlar asker ve silâhtan arındırılmıştır.
2- Boğazlardan geçişi kontrol etmek ve Milletler Cemiyeti'ne geçişle
ilgili bilgiler vermekle yetkili bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştur.
3-Boğazların asker ve silâhtan arındırılmasıyla, ileride Türkiye için
herhangi bir tehlike teşkil edecek duruma karşı Milletler Cemiyeti'nin
özellikle de İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya'nın garantisi
sağlanmıştır.
Ancak, Milletler Cemiyeti güvenlik sistemi başarı ile uygulanamamıştır.
Revizyonist devletlerden İtalya, Cemiyetin bir üyesi olan Etopya'yı
işgal etmiş, Almanya, Versailles Antlaşması'na uymayarak Ren bölgesini
silâhlandırmış, Japonya ise Milletler Cemiyeti'nden ayrılmıştır.
Milletler arası münasebetlerin bozulmasına yol açan bu gelişmeler,
silâhtan arındırılmış Boğazlar konusunda Türkiye'yi endişeye sevk
etmiştir.
Türkiye, Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesini ilk olarak 23 Mayıs
1923'te talep etmişti, ancak Sovyetler Birliği'nin dışında diğer batılı
devletler tarafından olumlu karşılanmamıştı. 1934'te Balkan Antantı'nın
kurulmasıyla, Boğazlar konusundaki Türk talebi Antant üyeleri
tarafından uygun görülmüştür. Almanya'nın 1936'da Ren bölgesini
silâhlandırması üzerine,İngiltere de Türk hükûmetinin isteğine olumlu
cevap verecektir.
Türk hükûmeti 11 Nisan 1936'da Lausanne (Lozan) Boğazlar Sözleşmesi'ne
taraf olan devletlere birer nota göndererek sözleşmenin değiştirilmesi
teklifini tekrarlamış, bunun üzerine 22 Haziran 1936'da İsviçre'nin
Montreux kentine bir konferans düzenlenmiştir.
Montreux Boğazlar Sözleşmesi (175) , 20 Temmuz 1936'da Türkiye,
İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan,
Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanmıştır. İtalya,sözleşmeyi daha
sonra 2 Mayıs 1938'de imzalamıştır.
Montreux Sözleţmesi ile;Boğazlar Komisyonu kaldırılmıştır. Askerden
arındırılması ile ilgili tedbirler de kaldırılarak, askerî hâle
gelebileceği hükme bağlanmıştır. Böylece, boğazların emniyeti
Türkiye'ye bırakılarak, bölge üzerinde hâkimiyetini koruması
sağlanmıştır.
Ayrıca Boğazlardan geçiş ve seyrü sefer, Türkiye'nin ve Karadeniz'e
sahili olan devletlerin güvenliği sağlanacak şekilde düzenlenmiştir.
Ticaret gemileri için tam geçiş serbestliği tanınmıştır. Savaş gemileri
için ise; herhangi bir savaş hâlinde Türkiye savaş içerisinde değilse,
savaşan devletlerin savaş gemileri Boğazlardan geçemeyecekti. Türkiye
savaşın içinde ise veya kendisini savaş tehlikesi karşısında görürse,
geçiş kararı kendisine bırakılıyordu.
Karadeniz'e sahili olmayan devletlerin, Karadeniz'e geçebilecek savaş
gemileri cinsi, büyüklüğü ve tonajı sınırlandırılmıştır. Karadeniz
devletlerinin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi için de oldukça
geniş serbestlik tanınmıştır.
Sözleşmenin süresi 20 yılla sınırlandırılmakla birlikte taraf
devletlerden hiçbirisi süre sonunda sözleşmenin feshi yönünde bir
talepte bulunmadıklarından, sözleşme hala yürürlüktedir.
Türkiye'nin Montreux Sözleşmesi'yle, Boğazlar üzerinde hâkimiyetini
tesis etmesi, milletlerarası münasebetlerde prestijini artırmıştır.
Sözleşme, Türk-İngiliz ve Türk-Sovyet münasebetlerinde bir dönüm
noktasıdır.
Sözleşmeyle oluşan Türk-İngiliz yakınlaşması Sovyetleri rahatsız etmiş
ve Türk-Sovyet münasebetlerinde soğukluk meydana gelmiştir.
ı-Türk-Fransız Münasebetleri ve Hatay Meselesi :
Lozan'dan arta kalan Osmanlı Borçları Meselesi'nin 1933'te yapılan bir
antlaşma ile halledilmesi, Türk-Fransız münasebetlerinin dostane bir
mahiyet kazanmasına sebep olmuştu. 1932-1939 döneminde Türkiye ile
Fransa arasında münasebetleri etkileyen olay, Hatay Meselesi
(İskenderun Sancağı) olacaktır.
İskenderun Sancak'ı, ekseriyetinin Türk olması nedeniyle Misak-ı Millî
sınırları içinde idi. Ancak 1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi Sancak'ın
Türk sınırları dışında bırakılmasını öngörmüştü. İtilafname, sancağa
özel bir statü vermekle birlikte, bölgedeki Türk unsurunun çıkarlarını
da gözetmekte idi. Lozan da sancak'ın bu yapısı aynı şekilde teyit
edilmiştir. Dolayısıyla Sancak, Suriye gibi Fransız mandası altına
girmiş oluyordu.
Fransa'nın, 9 Eylül 1936'da Suriye'ye bağımsızlığının verilmesi yönünde
bir antlaşma yapması, Suriye sınırları içinde yer alan sancak
meselesinin tekrar gündeme gelmesine yol açmıştır. Çünkü Sancak da
Suriye'nin yönetimine girecekti. Bu mesele 1936'dan 1939'a kadar
Türk-Fransız münasebetlerinde gerginlik yaratacaktır.
Türkiye, 9 Ekim 1936'da Fransa'ya verdiği bir notada Suriye'ye
yapıldığı gibi İskenderun Sancağına da bağımsızlık verilmesini talep
etti. Fransa verdiği cevabî notada konuyu Milletler Cemiyetine havale
etmeyi teklif etti. Türkiye bu teklifi kabul etti.
Türkiye, Sancak Meselesi'ne büyük önem vermiştir. ****** bu önemi
şöyle ifade etmektedir;"...Milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca
mesele, hakiki sahibi öz Türk olan "İskenderun-Antakya" ve havalisinin
mukadderatıdır. Bunun üzerinde,ciddiyet ve kat'iyetle durmaya mecburuz".
14-16 Aralık 1936'da toplanan Milletler Cemiyeti, Sancak Meselesi için
üç kişilik gözlemci heyeti tayin etti.20 Ocak 1937'de tekrar toplanan
konsey İngiltere'nin Türk tezini desteklemesi sonucunda Sancak'ta ayrı
bir statünün oluşturulmasını kararlaştırdı.
Bu yeni statüye göre;İskenderun ve Antakya iç işlerinde tam bağımsız,
fakat dışişlerinde Suriye'ye bağlı kalacak, ayrı bir anayasası olacak,
resmî dili ise Türkçe olacaktı. Daha sonraki görüşmelerde resmî dil
Türkçe ve Arapça olarak kabul edilmiştir. Sancak'ın ülke bütünlüğü
Türkiye ve Fransa tarafından teminat altına alınacaktı. Fransa ile 29
Mayıs 1937'de bu teminatı sağlayan ve Türkiye-Suriye sınırını tespit
eden bir antlaşma yapılmıştır.
1937 yılında, yeni sistem Sancak Meselesi'ni tamamen halledememiş,
birtakım sıkıntıların meydana gelmesine neden olmuştu. Suriye halkı
Hatay'a bağımsızlık verilmesini protesto etti.
Fransızlar ise Sancak'taki Arapları ve diğer azınlıkları kışkırtma
yoluna gitti. Milletler Cemiyeti gözetiminde hazırlanan Sancak
anayasasına göre, 1937'de seçimlerin yapılması gerekirken bölgedeki
olumsuzluklar yüzünden seçimler ertelendi. Türkiye, Sancak'taki Fransız
valisi ve memurların davranışlarının yarattığı gerginlik üzerine Hatay
sınırına 30.000 kişilik bir kuvvet yığdı.
Avrupa'nın içinde bulunduğu gerginliğin artması ve İkinci Dünya
Savaşının eşiğine gelinmesi, Fransa'yı Hatay Meselesi'nde Türkiye'ye
karşı daha yumuşak bir politika takip etmesine sebep olmuştur. 3
Haziran 1938'de Türkiye ve Fransa arasında yapılan askerî antlaşma ile
Sancak statüsünün korunması öngörülmüştür. Bu antlaşma gereğince
Türkiye ve Fransa Sancak'a 2500'er kişilik bir kuvvet göndermiştir.
Askerî antlaşmanın imzalanmasından sonra iki ülke arasında 4 Temmuz
1938'de bir dostluk antlaşması daha imzalanarak Sancak Meselesi'nin
hallinde önemli bir adım daha atılacaktır.
Sancak'ta Ağustos 1938'de yapılan seçimlerde,Türk topluluğu 40 milletvekilliğinden 22'sini kazanmıştır.
2 Eylül 1938'de toplanan Sancak Meclisi, İskenderun Sancak'ına Türkçe adıyla "Hatay Devleti" ismini vermiştir.
Hatay Meselesi'nin halledilmesinden sonra Türk-Fransız münasebetleri
hızlı bir şekilde gelişme göstermiştir.23 Haziran 1939'da Ankara'da iki
ülke arasında imzalanan antlaşma, karşılıklı yardımı öngördüğü gibi,
Hatay'ın Türkiye'ye katılma talebinin Fransızlar tarafından kabul
edilmesine sebep olacaktır.
Nihayet, 29 Haziran 1939'da son toplantısını yapan Hatay Meclisi oy birliği ile ana vatana katılmaya karar vermiştir.
Hatay'ın kazanılmasında, Avrupa'nın içinde bulunduğu buhranlı dönemin
etkisi, İngiltere'nin Türkiye'yi destekler mahiyette tavır alması
önemli faktörler olarak gösterilebilir. Ancak en önemli faktör,
1936'dan sonra daha güçlü bir Türkiye'nin varolması ve Türk dış
politikasının bu dönemde kararlı ve tavizsiz bir şekilde tatbik
edilmesidir.
6-Türk İnkılâbının Dayandığı İlkeler:
******, devlet adamı, başkumandan ve fikir adamı olarak temayüz
etmiştir. Dünya tarihinde, devlet adamı ve başkumandan olarak icraat ve
mücadelelerini fikriyata istinat ettirenlerin sayıları sınırlıdır. Zira
sosyal ilimlere dayanarak analiz yapmak ve senteze varmak demek olan
fikriyat,hem bilgi ve kültür,hem de istidat ister.
Tarihî gelişmelerin meydana getirdiği Türk inkılâbı, bir fikir ve
idealin başarıya ulaşmış hâlidir. Türk inkılâbındaki fikriyatın yönü
******çülük şeklinde ifade edilir. Türk inkılâbının fikrî gücü ve
dayandığı esaslara ise "****** İlkeleri" denir.
******çülüğün temel ilkeleri olarak değerlendirilen altı ilkenin doğup
gelişmesi Türk İnkılâbının başlangıç safhasında olmamıştır. Cumhuriyet
Halk Partisi'nin ilk tüzüğünde yer alan "Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve
milliyetçilik" ilkelerine "laiklik, devletçilik ve inkılâpçılık"
ilkeleri partinin 1931'deki 3. kurultayında eklenmiştir. 5 Ţubat
1937'de yapılan anayasa değişikliği ile Cumhuriyet Halk Partisi'nin
nizamnamesinde yer alan altı ilke Türkiye Cumhuriyeti'nin özellikleri
olarak anayasada yer almıştır.
Türk inkılâbının amacı; Millî modernleşmeyi sağlamak Türk, toplumuna
yeni bir şekil ve anlayış kazandırmaktır. Türk inkılâbı; bağımsızlığı,
hür düşünceyi ve insan onurunu temel alan bir Türk rönesansıdır.
Mustafa Kemal Paşa, bu anlayıştan hareketle ilk yapılacak işin
"Türkleri yeni baştan Türkleştirmek" olduğunu tespit etmiştir. Bu
ideallerin ileriye dönük bir şekilde gelişmesi ve korunması ******
ilkelerinin gerçek anlamda uygulanması ile mümkündür.
Altı ****** İlkesi'nin yanı sıra bu ilkeleri tamamlayıcı nitelikteki
"Millî hâkimiyet", "Millî bağımsızlık" ve "Millî birlik" ilkeleri
Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde varolan unsurlardandır. ******
ilkeleri ile birlikte mütalâa edildiğinde ******çülüğün tanımı daha
iyi anlaşılacaktır.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Millî Hâkimiyet:
Millî hâkimiyet, milletin kendi kendini idare etmesi, kendine
hükmedecek heyeti seçmesidir. Yani millet tarafından devlete verilen
iktidardır. Bu durumda hâkimiyet bir kişiye, gruba ve çoğunluğa değil ,
bütün millete aittir.
Batı menşeli olan "millî hâkimiyet" kavramı siyasî hayatımıza Millî
Mücadele ile birlikte girmiştir. ****** "Millî hâkimiyet" mefhumuna
Türk'ün ve kendi yüksek fikirlerinin damgasını vurarak hareket
etmiştir. ******, Millî hâkimiyet kavramını izah ederken millete ve
Türk milletinin fikrine ağırlık vermiş ve bunun üzerinde ısrarla
durmuştur.
Mustafa Kemal Paşanın Samsun'dan sadarete gönderdiği 22 Mayıs 1919
tarihli raporda yer alan "Millet, Millî hâkimiyet esasını ve Türk
milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunun için çalışacaktır" ifadesi Millî
Mücadele hareketinin hedefini göstermesi bakımından önemlidir.
Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ortaya çıkan ana fikir
ise "Hâkimiyet-i Millîye'ye müstenid bilâ kaydü şart müstakil yeni bir
Türk devleti tesis etmek" şekliyle tespit edilmiş ve bu ideal ilk
BMM'nin açılmasıyla yeni devletin temelini oluşturmuştur. Bu durum 1921
ve 1924 Anayasaları "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ilkesine
yer vermekle hukuki bir hüviyet kazanmıştır.
Toplumda en yüksek hürriyetin,en büyük eşitlik ve adaletin sağlanması,
istikrarı ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin anlamıyla Millî
hâkimiyeti sağlamış bulunmasıyla devamlılık kazanır. Bundan dolayı,
hürriyetin de,eşitliğin de,adaletin de dayanak noktası Millî
hâkimiyettir.
Mustafa Kemal Paţa'ya göre "Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek
eţitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve
ancak tam ve kat'i manasıyla Millî hâkimiyetin kurulmuş olmasına
bağlıdır. Bundan ötürü hürriyetin de,eşitliğin de, adaletin de dayanak
noktası Millî hâkimiyettir".
b-Millî Bağımsızlık(İstiklâl-i tam) :
Siyasî anlamda bağımsızlık, bir başka devlete veya milletler arası
herhangi bir kuruluşa bağlı bulunmamak demektir. Millî Bağımsızlık,
milletin bu fikri benimsemesi ve amaç edinmesiyle ortaya çıkar. Türk
milleti için "bağımsızlık" ise vazgeçilemeyecek, taviz verilemeyecek
bir karakteridir.
Mustafa Kemal Paşa'nın bağımsızlık anlayışı kayıtsız ve şartsız bir şekilde bağımsızlıktır:
"İstiklal-i tam, denildiği zaman, bittabi siyasî, malî, iktisadî, adlî,
askerî, harsî ve ilah her hususta İstiklâl-i tam ve serbest-i tam
demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden
mahrumiyet,millet ve memleketin mana-yı hakikisiyle bütün istiklâlin
mahrumiyeti demektir".
"İstiklâl-i tam, bizim bugün tercih ettiğimiz vazifenin ruh-ı
aslisidir. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı tercih de
edilmiştir".
Batının emperyalist devletlerine karşı girişilen Millî Mücadele
Hareketi'nin temelinde Türk milletinin bağımsızlığını kazanma arzusu
yatar. Anadolu Kongrelerinde "Milletin bağımsızlığından vazgeçilmediği
ve vazgeçilmeyeceği" esası kabul edilmiştir. Bu esas ile kurulan yeni
Türk devleti milletler arası hayatta yerini Lozan Barış Antlaşması ile
almış ve kazandığı Millî Mücadele zaferi, milletler arası bakımından da
bu antlaşma ile teyit edilmiştir.
Misak-ı Millî'nin öngördüğü tam bağımsızlık fikrinin askerî ve siyasî
başarılar neticesinde elde edilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti
Devleti,bağımsızlık anlayışımızın korunması ile ilelebet yaşayacaktır.
c-Millî Birlik:
"Millî birlik ve beraberlik, milletçe, bir arada yaşamayı ve bütünlüğü
ifade eder. Millî birlik ve beraberlik, Türk devletini oluşturan
kişilerin karşılıklı sevgi ve saygı ile birbirine bağlanmasını, ortak
amaçlara yönelik olarak varlığını devam ettirmesini belirtir.
Millî hâkimiyet, milletin kendi kendini idare etmesi, kendine
hükmedecek heyeti seçmesidir. Yani millet tarafından devlete verilen
iktidardır. Bu durumda hâkimiyet bir kişiye, gruba ve çoğunluğa değil ,
bütün millete aittir.
Batı menşeli olan "millî hâkimiyet" kavramı siyasî hayatımıza Millî
Mücadele ile birlikte girmiştir. ****** "Millî hâkimiyet" mefhumuna
Türk'ün ve kendi yüksek fikirlerinin damgasını vurarak hareket
etmiştir. ******, Millî hâkimiyet kavramını izah ederken millete ve
Türk milletinin fikrine ağırlık vermiş ve bunun üzerinde ısrarla
durmuştur.
Mustafa Kemal Paşanın Samsun'dan sadarete gönderdiği 22 Mayıs 1919
tarihli raporda yer alan "Millet, Millî hâkimiyet esasını ve Türk
milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunun için çalışacaktır" ifadesi Millî
Mücadele hareketinin hedefini göstermesi bakımından önemlidir.
Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ortaya çıkan ana fikir
ise "Hâkimiyet-i Millîye'ye müstenid bilâ kaydü şart müstakil yeni bir
Türk devleti tesis etmek" şekliyle tespit edilmiş ve bu ideal ilk
BMM'nin açılmasıyla yeni devletin temelini oluşturmuştur. Bu durum 1921
ve 1924 Anayasaları "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ilkesine
yer vermekle hukuki bir hüviyet kazanmıştır.
Toplumda en yüksek hürriyetin,en büyük eşitlik ve adaletin sağlanması,
istikrarı ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin anlamıyla Millî
hâkimiyeti sağlamış bulunmasıyla devamlılık kazanır. Bundan dolayı,
hürriyetin de,eşitliğin de,adaletin de dayanak noktası Millî
hâkimiyettir.
Mustafa Kemal Paţa'ya göre "Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek
eţitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve
ancak tam ve kat'i manasıyla Millî hâkimiyetin kurulmuş olmasına
bağlıdır. Bundan ötürü hürriyetin de,eşitliğin de, adaletin de dayanak
noktası Millî hâkimiyettir".
b-Millî Bağımsızlık(İstiklâl-i tam) :
Siyasî anlamda bağımsızlık, bir başka devlete veya milletler arası
herhangi bir kuruluşa bağlı bulunmamak demektir. Millî Bağımsızlık,
milletin bu fikri benimsemesi ve amaç edinmesiyle ortaya çıkar. Türk
milleti için "bağımsızlık" ise vazgeçilemeyecek, taviz verilemeyecek
bir karakteridir.
Mustafa Kemal Paşa'nın bağımsızlık anlayışı kayıtsız ve şartsız bir şekilde bağımsızlıktır:
"İstiklal-i tam, denildiği zaman, bittabi siyasî, malî, iktisadî, adlî,
askerî, harsî ve ilah her hususta İstiklâl-i tam ve serbest-i tam
demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden
mahrumiyet,millet ve memleketin mana-yı hakikisiyle bütün istiklâlin
mahrumiyeti demektir".
"İstiklâl-i tam, bizim bugün tercih ettiğimiz vazifenin ruh-ı
aslisidir. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı tercih de
edilmiştir".
Batının emperyalist devletlerine karşı girişilen Millî Mücadele
Hareketi'nin temelinde Türk milletinin bağımsızlığını kazanma arzusu
yatar. Anadolu Kongrelerinde "Milletin bağımsızlığından vazgeçilmediği
ve vazgeçilmeyeceği" esası kabul edilmiştir. Bu esas ile kurulan yeni
Türk devleti milletler arası hayatta yerini Lozan Barış Antlaşması ile
almış ve kazandığı Millî Mücadele zaferi, milletler arası bakımından da
bu antlaşma ile teyit edilmiştir.
Misak-ı Millî'nin öngördüğü tam bağımsızlık fikrinin askerî ve siyasî
başarılar neticesinde elde edilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti
Devleti,bağımsızlık anlayışımızın korunması ile ilelebet yaşayacaktır.
c-Millî Birlik:
"Millî birlik ve beraberlik, milletçe, bir arada yaşamayı ve bütünlüğü
ifade eder. Millî birlik ve beraberlik, Türk devletini oluşturan
kişilerin karşılıklı sevgi ve saygı ile birbirine bağlanmasını, ortak
amaçlara yönelik olarak varlığını devam ettirmesini belirtir.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
Millî birlik ve beraberlik, milliyetçilik ilkesinin doğal bir sonucu,
milliyetçilik ilkesinin öngördüğü ortak amaçların bir görünümüdür.
Millî birlik ve beraberlik, milletçe birliği ve beraberliği ve
bütünlüğü de ifade ettiğinden millî devletin bir yönden de gerçekleşme
vasıtasıdır".
Mustafa Kemal Paşa, millî birliğin taşıdığı anlamı şu şekilde ifade etmiştir:
"Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında ulusal birlik, iyi
geçinme ve çalışkanlık duygusu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur. Ulus
varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün yurttaşların canını ve
her şeyini derhâl ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir ulusun en
yenilmez silâhı ve korunma vasıtasıdır. Bu sebeple Türk ulusunun
idaresinde ve korunmasında ulusal birlik,ulusal duygu,ulusal kültür en
yüksekte göz diktiğimiz idealdir".
"Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri güvenli çalışmada, ilerleme
hevesinde millî birlik ve millî irade şeklinde daha iyi gözlere
çarpmaktadır. Bu bizim için çok önemlidir; çünkü, biz, esasen millî
mevcudiyetin temelini, millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz".
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, yeni kurduğu devletin de ancak bütün
fertleri ile birlikte modernleşmenin gerçekleştirilebileceğini daima
vurgulamıştır.
Bunun yanında millet bilincinin ve millet olma duygusunun kuvvetlenmesi
ise ancak Türk kültürünün, Türk tarihinin millî bir zemine
oturtulmasının gerçekleştirilmesi ile başarıya ulaşacağına
inanmaktadır. O'na göre Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür.
Millî birliğin gerçekleşmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devleti çatısı
altında toplanan insanların önce ne oldukları bilincine varmaları,
hangi ortak kültürden geldiklerini bilmeleri lazımdır. Bugün, Türkiye
Cumhuriyeti'nin tüm vatandaşları; hangi ırktan, hangi dinden, hangi
mezhepten gelirse gelsin birlik ve bütünlük içinde hepsi Türk'tür. Bu
anlayış ise Türk milliyetçiliğinin temelini oluşturur.
d-****** İlkeleri
Cumhuriyetçilik; Cumhuriyet kelimesi dilimize Arapça "Cumhur"
kelimesinden girmiştir. Bu kelime halk, ahali, büyük kalabalık anlamına
gelir. Cumhuriyet veya cumhurî devlet iktidarın millete, umuma ait
olduğunu öngören devlet şekli demektir.
Cumhuriyet dar ve geniş anlamda kullanılır. Geniş anlamda cumhuriyetle
egemenlik topluluğunun bütününe, millete aittir. Dar anlamda cumhuriyet
ise sadece devlet başkanının doğrudan doğruya veya dolaylı olarak halk
tarafından belirli bir süre için seçilmesi anlamına gelir.
Türkiye'de Cumhuriyet, Millî Egemenlik ilkesinin benimsenmesinin bir
neticesi olarak 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda yapılan 29 Ekim 1923
tarihli değişiklik sadece yönetim biçimi olarak kabul
edilmiştir.1924,1961 ve 1982 anayasalarımızda da bir yönetim biçimi
olarak ta kabul edilmiştir.
******'ün, Cumhuriyeti devletin siyasî bir rejimi olarak seçmesinin en
önemli nedeni; Türkiye'yi modernleţtirme çabalarına cevap veren tek
rejim biçimi olmasıdır. Cumhuriyeti fazilet olarak niteleyen ******,
Ekim 1924 tarihli bir konuşmasında Cumhuriyeti şu şekilde
tanımlamaktadır: "Türk milletinin tabiat ve şiarına en mutabık olan
idare Cumhuriyet idaresidir".
1937'de, 1924 Anayasası'nda yapılan değişiklikle devletin özellikleri arasında "Cumhuriyetçiliğe" de yer verilmiştir.
Cumhuriyetçilik,devletin siyasî rejimi olarak Cumhuriyeti benimseme ve
onu fazilet rejimi olarak tanımlama ve değerlendirme demektir.
Cumhuriyetçilik ilkesi, ******'ün devlet anlayışının temellerinden
birini oluşturan Millî Egemenlik ilkesiyle çok sıkı ilişki içindedir.
Millî Egemenliğin korunması ve gözetilmesi Cumhuriyet rejimi ile
mümkündür.
******çü düşünce sistemi içerisinde değerlendirdiğimiz cumhuriyet
ilkesi, fertlerin değil, milletin bütününün benimsediği bir ilkedir ve
Türk milletine aittir.
Cumhuriyetçilik ilkesinin öngördüğü Cumhuriyet rejiminin demokrasi ile
ilgisi vardır. Hatta Cumhuriyet, demokrasinin en gelişmiş şeklidir.
****** de bunu "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet
ţekli demektir" diyerek ifade etmiţtir.
Türkiye'de Cumhuriyet cumhuriyetçilik ilkesinde de öngörülen modern
anlamda devlet ţekline ulaţma idealine uygun bir geliţme seyri takip
etmiţtir.
Türkiye'de Cumhuriyet, ırk, din, dil ve cinsiyet farkı gözetmeksizin,
bütün vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasî rejimin adı
olmuştur. Eşitlik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin özünü teşkil etmiştir.
Devlet ţekli Cumhuriyet olan yeni Türk devleti, Misak-ı Millî ile
çizilen, Millî sınırların üzerinde millî devlet anlayışını, millet ve
devlet birliğini, bütünlüğünü ifade eder.
Bu bütünlüğü ****** İzmir'de 14 Ekim 1925'te yaptığı konuşmada şu
şekilde değerlendirmiştir: "Bugünkü hükûmetimiz, teşkilât-ı devletimiz
doğrudan doğruya milletin kendi kendiliğinden yaptığı bir teşkilat-ı
devlet ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile
millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet millettir, millet
hükûmettir."
Netice itibarıyla Cumhuriyet,en gelişmiş devlet şekli olarak Türk inkılâbının sonucudur, başarısıdır.
Milliyetçilik; Milliyetçilik, millet gerçeğinden hareket eden bir fikir
akımı ve çağımızın en geçerli bir sosyal politika prensibidir.
Milliyetçilik, Türk İnkılâbının bir temel prensibi olduğu kadar, Türk
milletinin kaderini tayin eden bir temel ilke, bir yüce ülkü, milleti
huzur ve refaha yönelten bir bağdır.
Milliyetçilik ilkesi, millet ve milliyet kavramlarına dayandığından bu kavramları anlamak gerekir.
Millet, objektif bir ifade ile "herhangi bir esas etrafında toplanmış
insan topluluğu " olarak tarif edilebilir. Etrafında toplanılan bu
"esas" insan topluluklarının özelliklerine göre değişiklik arz
edebilir. Bu "esas" Fransa'da "kültür", Almanya'da "ırk", Araplarda
"dil", ABD'de "tabiiyet" mefhumlarından ibaret olabilir. İnsan
topluluklarının millet olabilmesi için bu bağlardan en az birinin
etrafında toplanması gerekir.
Buna karşılık bu bağlardan birden fazlası veya hepsiyle birden bağlı
topluluklara milliyet ismi verilir. Türkiye Türkleri için bu bağların
birden fazla olduğu konusunda ilim adamlarımız arasında görüş birliği
vardır. Ancak tespitler farklıdır. Yusuf Akçura bu esasları
"dil"ve"soy" olarak ifade eder. Ziya Gökalp ve İ.H. Danişment bu
esaslara kültür ve din mefhumlarını da ilâve ederler.
******'ün milleti tarifi ise şöyledir: "Millet, dil, kültür ve mefkure
birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve
içtimai heyettir".
******, Türk milletini tarif ederken bu tarifi biraz daha açarak,
milleti meydana getiren unsurları, siyasî varlıkta birlik, Dil birliği,
yurt birliği, ırk ve menşe birliği, tarihî yakınlık ve ahlâkî yakınlık
olarak tespit etmektedir. Bu tarif Türk milletinin zengin bir kültür ve
medeniyete sahip olduğunu ifade eder.
Milliyetçilik, kişiyi, topluluğu bağlayan bağ olarak "Milliyet,
vatandaşlık, milliyet duygusu" şeklinde de ifade edilmektedir. Ancak,
milletle, milliyetçilik arasında fark vardır. Milliyet, bir millete
mensup olma, bir millete bağlı olma hâlidir. Milliyetçilik ise, bir
millete mensup kişilerin, mensup oldukları millete karşı besledikleri
bağlılık duygusu ve şuurudur.
Kişinin mensup olduğu kitleye karşı duyduğu bağlılık, hissi, millet duygusunu esasını, kökünü teşkil etmektedir.
******'ün milliyetçilik anlayışı, özellikle Türk milletinin birliği
ile beraberliğine yer ve değer vermektir. ******'ün milliyetçilik
anlayışı birleştirici ve toplayıcı nitelikte ve millet yararınadır. Bu
anlayış Türk milleti gerçeğinden hareket eder ve ona dayanır. Gerçeğe
dönüktür. Türk milletinin yükselme ve çağdaş milletlere ulaşma ülküsünü
ifade eder. Türk milletini meydana getiren değerleri korumayı esas alır.
Milliyetçiliği, millet sevgisi, millete güvenme aşkı olarak kabul eden
******, genç nesillerin mutlaka bu duygu ve düşünceyle yetişmesini
istemiştir. O, İstiklâl Harbi'ni ve inkılâplarını, bu büyük millî hisle
başarmıştır.
****** milliyetçiliği, hürriyete ve insan şahsiyetine değer verir.
Zaten gerçek milliyetçilik, medeniliğin özü olan hürriyetten doğar. Hür
olmayan, esarete razı olan bir toplumda millî ruh gelişmez. Bu inanışın
temeli şudur: "Türk için Türklük, hür olduğu nisbette kuvvetlidir ve
kuvvetli kalacaktır.
******'ün milliyetçilik anlayışı eşitlikçidir, eşitlik fikrine
dayanır, bu anlayışın kaynağı ise "Millî hâkimiyet" tir. Demokrasiyi
hedef alır ve buna ulaşmanın ilk aşamasını "Hâkimiyet kayıtsız şartsız
milletindir" ilkesinin kabulü ve uygulanmasıyla mümkün görür.
"Bize milliyetçi derler, fakat biz öyle milliyetçileriz ki bizimle iş
birliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün
milliyetlerinin gerçeklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde
bencil ve mağrurane bir milliyetçilik değildir." ****** bu sözleriyle
milliyetçiliğimizin milletlerarası ilişkilerde barıţçı ve diğer
milletlere saygılı bir anlam taşıdığını ifade etmektedir.
Milliyetçilik akılcı, yapıcı, yaratıcı ve idealisttir. Bu özelliklere
sahip olan Türk milliyetçiliği modern anlayışı ifade eder. Modern
manadaki bu anlayışın başlangıcı bağımsızlık, sonucu ise demokrasidir.
Türk milliyetçiliği bir inanç, bir duygudur. O inanç ve duygunun içinde
vatanın bütünlüğü esası vardır. Sosyal ve kültürel faaliyetlerle oluşan
ruhsal bir bağdır. Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplumu ifade eden bu bağ
geçmişte ve gelecekte heyecanını daima hissettiren bir mefkûredir.
******, bu mefkûreyi millet gerçeğine dayandırarak 22 Mayıs 1919
tarihli raporunda şu şekilde ifade etmiştir: "Millet, millî hâkimiyet
esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye
çalışacaktır".
milliyetçilik ilkesinin öngördüğü ortak amaçların bir görünümüdür.
Millî birlik ve beraberlik, milletçe birliği ve beraberliği ve
bütünlüğü de ifade ettiğinden millî devletin bir yönden de gerçekleşme
vasıtasıdır".
Mustafa Kemal Paşa, millî birliğin taşıdığı anlamı şu şekilde ifade etmiştir:
"Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında ulusal birlik, iyi
geçinme ve çalışkanlık duygusu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur. Ulus
varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün yurttaşların canını ve
her şeyini derhâl ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir ulusun en
yenilmez silâhı ve korunma vasıtasıdır. Bu sebeple Türk ulusunun
idaresinde ve korunmasında ulusal birlik,ulusal duygu,ulusal kültür en
yüksekte göz diktiğimiz idealdir".
"Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri güvenli çalışmada, ilerleme
hevesinde millî birlik ve millî irade şeklinde daha iyi gözlere
çarpmaktadır. Bu bizim için çok önemlidir; çünkü, biz, esasen millî
mevcudiyetin temelini, millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz".
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, yeni kurduğu devletin de ancak bütün
fertleri ile birlikte modernleşmenin gerçekleştirilebileceğini daima
vurgulamıştır.
Bunun yanında millet bilincinin ve millet olma duygusunun kuvvetlenmesi
ise ancak Türk kültürünün, Türk tarihinin millî bir zemine
oturtulmasının gerçekleştirilmesi ile başarıya ulaşacağına
inanmaktadır. O'na göre Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür.
Millî birliğin gerçekleşmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devleti çatısı
altında toplanan insanların önce ne oldukları bilincine varmaları,
hangi ortak kültürden geldiklerini bilmeleri lazımdır. Bugün, Türkiye
Cumhuriyeti'nin tüm vatandaşları; hangi ırktan, hangi dinden, hangi
mezhepten gelirse gelsin birlik ve bütünlük içinde hepsi Türk'tür. Bu
anlayış ise Türk milliyetçiliğinin temelini oluşturur.
d-****** İlkeleri
Cumhuriyetçilik; Cumhuriyet kelimesi dilimize Arapça "Cumhur"
kelimesinden girmiştir. Bu kelime halk, ahali, büyük kalabalık anlamına
gelir. Cumhuriyet veya cumhurî devlet iktidarın millete, umuma ait
olduğunu öngören devlet şekli demektir.
Cumhuriyet dar ve geniş anlamda kullanılır. Geniş anlamda cumhuriyetle
egemenlik topluluğunun bütününe, millete aittir. Dar anlamda cumhuriyet
ise sadece devlet başkanının doğrudan doğruya veya dolaylı olarak halk
tarafından belirli bir süre için seçilmesi anlamına gelir.
Türkiye'de Cumhuriyet, Millî Egemenlik ilkesinin benimsenmesinin bir
neticesi olarak 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda yapılan 29 Ekim 1923
tarihli değişiklik sadece yönetim biçimi olarak kabul
edilmiştir.1924,1961 ve 1982 anayasalarımızda da bir yönetim biçimi
olarak ta kabul edilmiştir.
******'ün, Cumhuriyeti devletin siyasî bir rejimi olarak seçmesinin en
önemli nedeni; Türkiye'yi modernleţtirme çabalarına cevap veren tek
rejim biçimi olmasıdır. Cumhuriyeti fazilet olarak niteleyen ******,
Ekim 1924 tarihli bir konuşmasında Cumhuriyeti şu şekilde
tanımlamaktadır: "Türk milletinin tabiat ve şiarına en mutabık olan
idare Cumhuriyet idaresidir".
1937'de, 1924 Anayasası'nda yapılan değişiklikle devletin özellikleri arasında "Cumhuriyetçiliğe" de yer verilmiştir.
Cumhuriyetçilik,devletin siyasî rejimi olarak Cumhuriyeti benimseme ve
onu fazilet rejimi olarak tanımlama ve değerlendirme demektir.
Cumhuriyetçilik ilkesi, ******'ün devlet anlayışının temellerinden
birini oluşturan Millî Egemenlik ilkesiyle çok sıkı ilişki içindedir.
Millî Egemenliğin korunması ve gözetilmesi Cumhuriyet rejimi ile
mümkündür.
******çü düşünce sistemi içerisinde değerlendirdiğimiz cumhuriyet
ilkesi, fertlerin değil, milletin bütününün benimsediği bir ilkedir ve
Türk milletine aittir.
Cumhuriyetçilik ilkesinin öngördüğü Cumhuriyet rejiminin demokrasi ile
ilgisi vardır. Hatta Cumhuriyet, demokrasinin en gelişmiş şeklidir.
****** de bunu "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet
ţekli demektir" diyerek ifade etmiţtir.
Türkiye'de Cumhuriyet cumhuriyetçilik ilkesinde de öngörülen modern
anlamda devlet ţekline ulaţma idealine uygun bir geliţme seyri takip
etmiţtir.
Türkiye'de Cumhuriyet, ırk, din, dil ve cinsiyet farkı gözetmeksizin,
bütün vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasî rejimin adı
olmuştur. Eşitlik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin özünü teşkil etmiştir.
Devlet ţekli Cumhuriyet olan yeni Türk devleti, Misak-ı Millî ile
çizilen, Millî sınırların üzerinde millî devlet anlayışını, millet ve
devlet birliğini, bütünlüğünü ifade eder.
Bu bütünlüğü ****** İzmir'de 14 Ekim 1925'te yaptığı konuşmada şu
şekilde değerlendirmiştir: "Bugünkü hükûmetimiz, teşkilât-ı devletimiz
doğrudan doğruya milletin kendi kendiliğinden yaptığı bir teşkilat-ı
devlet ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile
millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet millettir, millet
hükûmettir."
Netice itibarıyla Cumhuriyet,en gelişmiş devlet şekli olarak Türk inkılâbının sonucudur, başarısıdır.
Milliyetçilik; Milliyetçilik, millet gerçeğinden hareket eden bir fikir
akımı ve çağımızın en geçerli bir sosyal politika prensibidir.
Milliyetçilik, Türk İnkılâbının bir temel prensibi olduğu kadar, Türk
milletinin kaderini tayin eden bir temel ilke, bir yüce ülkü, milleti
huzur ve refaha yönelten bir bağdır.
Milliyetçilik ilkesi, millet ve milliyet kavramlarına dayandığından bu kavramları anlamak gerekir.
Millet, objektif bir ifade ile "herhangi bir esas etrafında toplanmış
insan topluluğu " olarak tarif edilebilir. Etrafında toplanılan bu
"esas" insan topluluklarının özelliklerine göre değişiklik arz
edebilir. Bu "esas" Fransa'da "kültür", Almanya'da "ırk", Araplarda
"dil", ABD'de "tabiiyet" mefhumlarından ibaret olabilir. İnsan
topluluklarının millet olabilmesi için bu bağlardan en az birinin
etrafında toplanması gerekir.
Buna karşılık bu bağlardan birden fazlası veya hepsiyle birden bağlı
topluluklara milliyet ismi verilir. Türkiye Türkleri için bu bağların
birden fazla olduğu konusunda ilim adamlarımız arasında görüş birliği
vardır. Ancak tespitler farklıdır. Yusuf Akçura bu esasları
"dil"ve"soy" olarak ifade eder. Ziya Gökalp ve İ.H. Danişment bu
esaslara kültür ve din mefhumlarını da ilâve ederler.
******'ün milleti tarifi ise şöyledir: "Millet, dil, kültür ve mefkure
birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve
içtimai heyettir".
******, Türk milletini tarif ederken bu tarifi biraz daha açarak,
milleti meydana getiren unsurları, siyasî varlıkta birlik, Dil birliği,
yurt birliği, ırk ve menşe birliği, tarihî yakınlık ve ahlâkî yakınlık
olarak tespit etmektedir. Bu tarif Türk milletinin zengin bir kültür ve
medeniyete sahip olduğunu ifade eder.
Milliyetçilik, kişiyi, topluluğu bağlayan bağ olarak "Milliyet,
vatandaşlık, milliyet duygusu" şeklinde de ifade edilmektedir. Ancak,
milletle, milliyetçilik arasında fark vardır. Milliyet, bir millete
mensup olma, bir millete bağlı olma hâlidir. Milliyetçilik ise, bir
millete mensup kişilerin, mensup oldukları millete karşı besledikleri
bağlılık duygusu ve şuurudur.
Kişinin mensup olduğu kitleye karşı duyduğu bağlılık, hissi, millet duygusunu esasını, kökünü teşkil etmektedir.
******'ün milliyetçilik anlayışı, özellikle Türk milletinin birliği
ile beraberliğine yer ve değer vermektir. ******'ün milliyetçilik
anlayışı birleştirici ve toplayıcı nitelikte ve millet yararınadır. Bu
anlayış Türk milleti gerçeğinden hareket eder ve ona dayanır. Gerçeğe
dönüktür. Türk milletinin yükselme ve çağdaş milletlere ulaşma ülküsünü
ifade eder. Türk milletini meydana getiren değerleri korumayı esas alır.
Milliyetçiliği, millet sevgisi, millete güvenme aşkı olarak kabul eden
******, genç nesillerin mutlaka bu duygu ve düşünceyle yetişmesini
istemiştir. O, İstiklâl Harbi'ni ve inkılâplarını, bu büyük millî hisle
başarmıştır.
****** milliyetçiliği, hürriyete ve insan şahsiyetine değer verir.
Zaten gerçek milliyetçilik, medeniliğin özü olan hürriyetten doğar. Hür
olmayan, esarete razı olan bir toplumda millî ruh gelişmez. Bu inanışın
temeli şudur: "Türk için Türklük, hür olduğu nisbette kuvvetlidir ve
kuvvetli kalacaktır.
******'ün milliyetçilik anlayışı eşitlikçidir, eşitlik fikrine
dayanır, bu anlayışın kaynağı ise "Millî hâkimiyet" tir. Demokrasiyi
hedef alır ve buna ulaşmanın ilk aşamasını "Hâkimiyet kayıtsız şartsız
milletindir" ilkesinin kabulü ve uygulanmasıyla mümkün görür.
"Bize milliyetçi derler, fakat biz öyle milliyetçileriz ki bizimle iş
birliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün
milliyetlerinin gerçeklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde
bencil ve mağrurane bir milliyetçilik değildir." ****** bu sözleriyle
milliyetçiliğimizin milletlerarası ilişkilerde barıţçı ve diğer
milletlere saygılı bir anlam taşıdığını ifade etmektedir.
Milliyetçilik akılcı, yapıcı, yaratıcı ve idealisttir. Bu özelliklere
sahip olan Türk milliyetçiliği modern anlayışı ifade eder. Modern
manadaki bu anlayışın başlangıcı bağımsızlık, sonucu ise demokrasidir.
Türk milliyetçiliği bir inanç, bir duygudur. O inanç ve duygunun içinde
vatanın bütünlüğü esası vardır. Sosyal ve kültürel faaliyetlerle oluşan
ruhsal bir bağdır. Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplumu ifade eden bu bağ
geçmişte ve gelecekte heyecanını daima hissettiren bir mefkûredir.
******, bu mefkûreyi millet gerçeğine dayandırarak 22 Mayıs 1919
tarihli raporunda şu şekilde ifade etmiştir: "Millet, millî hâkimiyet
esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye
çalışacaktır".
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
Geri: Türk Tarihi
******'e göre milliyetçilik bir ırkçılık değil,bir vicdan ve duygu
işidir. İnsan haklarına ve hürriyete dayanan,kültürel değerlere kıymet
veren bir sistemdir.
Halkçılık; Dilimizde kullanılan halk deyiminin anlamı,insan
topluluğudur. Eski dilde "ahali" kelimesiyle aynı manayı ifade eder.
Osmanlı Devleti'nde halk deyimi aydın zümrenin dışında kalan insan
topluluğunu ifade ediyordu. İlk defa Ziya Gökalp tarafından "halk"ın
Türk milletini ifade ettiği savunulmuştur. ****** ile de millî
şuurumuza yerleţmiţtir.
Türk devlet geleneğine göre devlet halk için vardır. Halka hizmet,
halkın korunması ve halkın doyurulması için mevcut bir idari yapıdır.
Halkın taşıdığı bu mana Osmanlı Devleti'nin son döneminde unutulmaya
yüz tutmuş iken hak ettiği ifade ve önemi Türk İnkılâbı ile tekrar
kazanmıştır.
Türk inkılâbının anlayışına göre halk ile millet arasında bir
birlik,bir eş değerlik vardır. Ancak halk milletin henüz dayanışma
duygusu ile bilinçlenmemiş hâlidir. Halk dediğimiz insan topluluğunun
belirli hedeflere yönelerek bilinçlenmesiyle millet ortaya çıkar.
Türk halkı, Türk devletinin beşerî unsurunu oluşturur. Türk milleti,
Türk halkının Türklük bilinci içinde gelişmesiyle siyasî ve sosyal
alanda değer kazanmasıdır. Türk milleti halklardan teşekkül etmiş
değildir. Bunun sonucu olarak Türk devletinin beşeri unsurunu halklar
meydana getirmez. Türk halkı şehirlisi, köylüsü ile din ve ırk farkı
dahi gözetilmeksizin vatandaşların bütününü ifade eder.
Halkçılık, milliyetçilik fikrinin bir sonucudur. Gerçek anlamda milliyetçilik, halkçılığa dayanır, halkçı bir özellik taşır.
"Türkiye halkı asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı
yaşama gereği saymış bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet
bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır"
sözleriyle ****** halkçılık anlayışının sömürü düzenine karşı olduğunu
ifade etmiştir.
******'ün, halkçılık anlayışında, insan topluluğunun demokratik
esaslara göre birleşmiş, hür bir toplum düzeni öngörülmüştür. Bu
düzende halk kendisini demokratik esaslara göre yönetir. Siyasî rejim,
halk yararına kullanılır.
Modern Cumhuriyet Türkiye'sinde ******'e göre halkçılık:
a-)Demokratlık
b-)Fertler arasında imtiyaz tanımamak
c-)Sınıf mücadelelerini kabul etmemektir.
Devletçilik; ****** inkılâpları çerçevesinde incelendiğinde
devletçiliğin dar ve geniş anlamda iki manayı ifade ettiğini
görmekteyiz. Geniş anlamda ele alındığında Türkiye'de uygulanan
ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerin ortaya koyan bir
politik uygulamadır. Dar anlamda ise özel teşebbüse yer veren ekonomik
prensiplere sahip iktisadî alandaki uygulamalardır. Ancak, Türkiye'de
devletçiliğin asıl uygulamaları ekonomide görüldüğünden,devletçilik
ekonomik manayı ifade etmiştir.
Türkiye'de devletçilik,karma ekonomi şeklinde gelişme göstermiştir.
Karma ekonomi devlet işletmeciliği ile özel teşebbüsün bir arada
bulunması demektir. Ancak bu anlayış ekonomide katı bir devletçiliğin
uygulanmasını ifade etmez.
******, Devletçiliği: "Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş ve
Türkiye'ye has bir sistemdir...Kişinin çalışmasını esas almakla
beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, milleti refaha
kavuşturmak ve memleketi geliştirmek için, milletin genel ve yüksek
menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda devleti
fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır" şeklinde tarif
etmektedir.
****** devletçilikle devleti, ekonomik hayatı destekleyen bir güç
olarak düşünmüştür. Devlet yatırımcıya, üreticiye, dağıtımcıya,
tüketiciye yön vermek ve bu tür konuları denetlemekle yükümlüdür.
******, devletçiliği tamamıyla demokrasi ve hürriyet rejimi içinde
değerlendirmiş, devletin iktisadî sahada rehberliğini ön plânda
tutmuştur. Ancak bu rehberlik her şeyi devlet yapar anlamında değildir.
******, 1936 yılında devletçilik konusunda şunları söylüyor:
"Devletçiliğin bizce manası şudur : Fertlerin hususi teşebbüslerini ve
şahsî faaliyetlerini esas tutmak;fakat büyük bir milletin ve geniş bir
memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde
tutarak memleket iktisadîyatını devletin içine almak"
"Devletçilik bilhassa sosyal, ahlaksal ve ulusaldır. Devlet ve fert
(özel teşebbüs) birbirine karşıt değil, birbirinin tamamlayıcısıdır".
Görüldüğü gibi ****** ekonomik kalkınmanın temelinde "ferdî teşebbüs
ve menfaatin" bulunmasın doğal bir olgu olarak kabul etmektedir. Ferdin
teşebbüsünün ekonomik faaliyetine sınır çizilmesini,hükûmetin görevi
saymakla birlikte,bu sınırın zaman içinde değişebileceğini
düşünmektedir.
Lâiklik; Lâik kelimesi latince-laicus- aslından alınmış Fransızca bir
kelimedir. Fransızca'da -laic, laique- şeklinde kullanılmıştır. Manası
ise ruhanî olmayan kimse, dinî olmayan şey, fikir, müessese, prensip
demektir. Katolik dünyasında din adamlarından meydana gelen ruhaniler
sınıfına -Clerge- adı verilmiş, bu sınıfa dahil olmayan Hristiyanlara
ise -laic- denilmiştir.
Lâik olma, "dünya işlerinin,din işlerinden, dini otoriteden ayrı olarak
ele alma" şekliyle tarif edilmektedir. Bugün hukukî manada lâiklik;
devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin vicdan hürriyetinin
gerçekleşmesinde tarafsız kalmasıdır. Değişik bir ifadeyle; devletin
Allah ile kul arasından çekilmesi ve dinin de devlet işlerine
karışmaması yani akıl ile imanın yetki alanlarının birbirinden
ayrılmasıdır.
Lâiklik kelimesi bize ilk defa Meşrutiyet dönemine "lâdini",
"lâruhbani" şekliyle girmiş ve kullanılmıştır. Ancak lâik kelimesi
ifade edilmeksizin bu anlayışın bugünkü modern manada olmasa da
Türklerde mevcut olduğu söylenebilir. Günümüzdeki lâik kelimesinin
ifade ettiği modern manaya kavuşması,Tanzimat'la birlikte başlar.
Gülhane Hattı Hümayunu'nda din ve mezhep hürriyeti öngörülmüş, 1876
"Kanun-i Esasi"nin on birinci maddesiyle lâikliğe doğru yöneliş,
anayasa teminatı altına alınmıştır. 1909 tarihli Kanun-u Esasi ile bu
durum aynı şekilde muhafaza edilmiştir. Yeni Türk Devleti.1921 tarihli
"Teşkilât-ı Esasiye Kanunu"nda millî hâkimiyet ilkesi ön plânda
tutulmak suretiyle lâiklik anlayışının gerçekleşmesinde bir adım daha
atılmıştır. Nihayet gerek Osmanlı Devleti anayasalarında,gerekse yeni
Türk Devleti'nin 1921,1924 anayasalarında mevcudiyetini muhafaza eden
"devletin dini İslâm'dır" ibaresi 10 Nisan 1928 tarihli 1222 sayılı
kanunla yapılan bir anayasa değişikliği ile kaldırılmış, 5 Şubat 1937
tarih ve 3115 sayılı kanunla "lâiklik" bir anayasa ilkesi olarak yerini
almıştır.
******'ün gerçekleştirdiği inkılâpların temelini teşkil eden lâiklik,
Türk milletinin maddî, manevî ve fikrî yapısını modernleştirme
istikametine yöneltmiştir.
Lâiklik prensibi,kongreler döneminden itibaren ortaya çıkan Millî
hâkimiyet prensibinin normal bir gereği olarak yeni Türk Devletinin
temel prensipleri arasında yerini almıştır.
******'e göre din bir vicdan meselesidir. Dine saygı, inanan kişinin
haklarına saygının bir sonucudur. Buna en güzel delil ******'ün şu
sözleridir; "Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine
uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye
muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini devlet işleriyle
karıştırmamaya çalışıyoruz".
Türkiye'de devletin lâikleştirilmesi, toplum hayatında lâik değerlere
yer verilmesi dinin, devlet hayatında siyasî bir fonksiyon ifa etmesine
kesin olarak son verme şeklinde görülmüştür. Siyasî, sosyal, hukukî ve
ekonomik zorunluluğun sonucu olan lâiklik, bu nedenle devlet idaresi
ile birlikte hukuk, eğitim, dil alanlarını da kapsar.
"Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan
dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için
akla,fenne,ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz
bunlara tamamen mutabıktır".
******'ün din ve lâiklik anlayışında, millet sevgisi ile birlikte
dinine saygılı olma hasletini de görmekteyiz. Onun gerçekleştirdiği
Türk inkılâbında lâiklik din aleyhtarlığı şeklinde değil, toplum
hayatında din hürriyetinin, serbest düşüncenin güvenilir bir teminatı
olarak düşünülmelidir.
İnkılâpçılık; İnkılâpçılık ileriye, gelişmeye yönelik bir manayı ifade
eder. İnkılâpçı bir toplum devamlı bir gelişme içerisindedir. Tarihî ve
sosyal gelişmeler neticesinde toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek
şekilde kurallar koymak inkılâpçı topluma has bir özelliktir.
****** bu amaçla; "Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün
mana ve eşkâli ile medenî bir heyeti ictimaiye hâline isal etmektir"
diyerek Türk devletinin ve Türk toplumunun medenî ve insanî yaşayışının
gereği, meydana gelen yeni düzenin korunmasını lüzumlu görmüştür.
Türk inkılâbını "Türk milletini son asırlarda geri bırakmış
müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre
ilerlemesini temin edecek yeni müessese koymuş olmak" şekliyle tarif
eden ******'ün inkılâpcılık anlayışı söz konusu müesseseleri korumak
ve savunmaktır.
Toplumsal geliţmelerin sonucu, toplumsal ihtiyaçları karşılayan
kurallar konulurken, bilimsel arayış, bilimin ışığı altında gelişmeleri
değerlendirme, Türk inkılâbının,inkılâpçılık anlayışının bir gereğidir.
******'ün inkılâpçılık anlayışının ardında dünya kültür ve
medeniyetinden,Türk halkını yararlandırma çabası yatıyordu. Ancak Türk
inkılâbı daima Türk'ün karşısına çıkan ihtiyaçlardan doğması nedeni ile
bu anlayışın kendisine mahsus bir özelliği vardır.
******'ün gerçekleştirdiği altı ilke hâlinde toplanan inkılâplar Türk
milletinin sosyal ve kültürel oluşumuna o kadar uygun düşüyordu ki,her
inkılâp hamlesi milleti ancak bu kadar mutlu kılabilirdi.
işidir. İnsan haklarına ve hürriyete dayanan,kültürel değerlere kıymet
veren bir sistemdir.
Halkçılık; Dilimizde kullanılan halk deyiminin anlamı,insan
topluluğudur. Eski dilde "ahali" kelimesiyle aynı manayı ifade eder.
Osmanlı Devleti'nde halk deyimi aydın zümrenin dışında kalan insan
topluluğunu ifade ediyordu. İlk defa Ziya Gökalp tarafından "halk"ın
Türk milletini ifade ettiği savunulmuştur. ****** ile de millî
şuurumuza yerleţmiţtir.
Türk devlet geleneğine göre devlet halk için vardır. Halka hizmet,
halkın korunması ve halkın doyurulması için mevcut bir idari yapıdır.
Halkın taşıdığı bu mana Osmanlı Devleti'nin son döneminde unutulmaya
yüz tutmuş iken hak ettiği ifade ve önemi Türk İnkılâbı ile tekrar
kazanmıştır.
Türk inkılâbının anlayışına göre halk ile millet arasında bir
birlik,bir eş değerlik vardır. Ancak halk milletin henüz dayanışma
duygusu ile bilinçlenmemiş hâlidir. Halk dediğimiz insan topluluğunun
belirli hedeflere yönelerek bilinçlenmesiyle millet ortaya çıkar.
Türk halkı, Türk devletinin beşerî unsurunu oluşturur. Türk milleti,
Türk halkının Türklük bilinci içinde gelişmesiyle siyasî ve sosyal
alanda değer kazanmasıdır. Türk milleti halklardan teşekkül etmiş
değildir. Bunun sonucu olarak Türk devletinin beşeri unsurunu halklar
meydana getirmez. Türk halkı şehirlisi, köylüsü ile din ve ırk farkı
dahi gözetilmeksizin vatandaşların bütününü ifade eder.
Halkçılık, milliyetçilik fikrinin bir sonucudur. Gerçek anlamda milliyetçilik, halkçılığa dayanır, halkçı bir özellik taşır.
"Türkiye halkı asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı
yaşama gereği saymış bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet
bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır"
sözleriyle ****** halkçılık anlayışının sömürü düzenine karşı olduğunu
ifade etmiştir.
******'ün, halkçılık anlayışında, insan topluluğunun demokratik
esaslara göre birleşmiş, hür bir toplum düzeni öngörülmüştür. Bu
düzende halk kendisini demokratik esaslara göre yönetir. Siyasî rejim,
halk yararına kullanılır.
Modern Cumhuriyet Türkiye'sinde ******'e göre halkçılık:
a-)Demokratlık
b-)Fertler arasında imtiyaz tanımamak
c-)Sınıf mücadelelerini kabul etmemektir.
Devletçilik; ****** inkılâpları çerçevesinde incelendiğinde
devletçiliğin dar ve geniş anlamda iki manayı ifade ettiğini
görmekteyiz. Geniş anlamda ele alındığında Türkiye'de uygulanan
ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerin ortaya koyan bir
politik uygulamadır. Dar anlamda ise özel teşebbüse yer veren ekonomik
prensiplere sahip iktisadî alandaki uygulamalardır. Ancak, Türkiye'de
devletçiliğin asıl uygulamaları ekonomide görüldüğünden,devletçilik
ekonomik manayı ifade etmiştir.
Türkiye'de devletçilik,karma ekonomi şeklinde gelişme göstermiştir.
Karma ekonomi devlet işletmeciliği ile özel teşebbüsün bir arada
bulunması demektir. Ancak bu anlayış ekonomide katı bir devletçiliğin
uygulanmasını ifade etmez.
******, Devletçiliği: "Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş ve
Türkiye'ye has bir sistemdir...Kişinin çalışmasını esas almakla
beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, milleti refaha
kavuşturmak ve memleketi geliştirmek için, milletin genel ve yüksek
menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda devleti
fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır" şeklinde tarif
etmektedir.
****** devletçilikle devleti, ekonomik hayatı destekleyen bir güç
olarak düşünmüştür. Devlet yatırımcıya, üreticiye, dağıtımcıya,
tüketiciye yön vermek ve bu tür konuları denetlemekle yükümlüdür.
******, devletçiliği tamamıyla demokrasi ve hürriyet rejimi içinde
değerlendirmiş, devletin iktisadî sahada rehberliğini ön plânda
tutmuştur. Ancak bu rehberlik her şeyi devlet yapar anlamında değildir.
******, 1936 yılında devletçilik konusunda şunları söylüyor:
"Devletçiliğin bizce manası şudur : Fertlerin hususi teşebbüslerini ve
şahsî faaliyetlerini esas tutmak;fakat büyük bir milletin ve geniş bir
memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde
tutarak memleket iktisadîyatını devletin içine almak"
"Devletçilik bilhassa sosyal, ahlaksal ve ulusaldır. Devlet ve fert
(özel teşebbüs) birbirine karşıt değil, birbirinin tamamlayıcısıdır".
Görüldüğü gibi ****** ekonomik kalkınmanın temelinde "ferdî teşebbüs
ve menfaatin" bulunmasın doğal bir olgu olarak kabul etmektedir. Ferdin
teşebbüsünün ekonomik faaliyetine sınır çizilmesini,hükûmetin görevi
saymakla birlikte,bu sınırın zaman içinde değişebileceğini
düşünmektedir.
Lâiklik; Lâik kelimesi latince-laicus- aslından alınmış Fransızca bir
kelimedir. Fransızca'da -laic, laique- şeklinde kullanılmıştır. Manası
ise ruhanî olmayan kimse, dinî olmayan şey, fikir, müessese, prensip
demektir. Katolik dünyasında din adamlarından meydana gelen ruhaniler
sınıfına -Clerge- adı verilmiş, bu sınıfa dahil olmayan Hristiyanlara
ise -laic- denilmiştir.
Lâik olma, "dünya işlerinin,din işlerinden, dini otoriteden ayrı olarak
ele alma" şekliyle tarif edilmektedir. Bugün hukukî manada lâiklik;
devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin vicdan hürriyetinin
gerçekleşmesinde tarafsız kalmasıdır. Değişik bir ifadeyle; devletin
Allah ile kul arasından çekilmesi ve dinin de devlet işlerine
karışmaması yani akıl ile imanın yetki alanlarının birbirinden
ayrılmasıdır.
Lâiklik kelimesi bize ilk defa Meşrutiyet dönemine "lâdini",
"lâruhbani" şekliyle girmiş ve kullanılmıştır. Ancak lâik kelimesi
ifade edilmeksizin bu anlayışın bugünkü modern manada olmasa da
Türklerde mevcut olduğu söylenebilir. Günümüzdeki lâik kelimesinin
ifade ettiği modern manaya kavuşması,Tanzimat'la birlikte başlar.
Gülhane Hattı Hümayunu'nda din ve mezhep hürriyeti öngörülmüş, 1876
"Kanun-i Esasi"nin on birinci maddesiyle lâikliğe doğru yöneliş,
anayasa teminatı altına alınmıştır. 1909 tarihli Kanun-u Esasi ile bu
durum aynı şekilde muhafaza edilmiştir. Yeni Türk Devleti.1921 tarihli
"Teşkilât-ı Esasiye Kanunu"nda millî hâkimiyet ilkesi ön plânda
tutulmak suretiyle lâiklik anlayışının gerçekleşmesinde bir adım daha
atılmıştır. Nihayet gerek Osmanlı Devleti anayasalarında,gerekse yeni
Türk Devleti'nin 1921,1924 anayasalarında mevcudiyetini muhafaza eden
"devletin dini İslâm'dır" ibaresi 10 Nisan 1928 tarihli 1222 sayılı
kanunla yapılan bir anayasa değişikliği ile kaldırılmış, 5 Şubat 1937
tarih ve 3115 sayılı kanunla "lâiklik" bir anayasa ilkesi olarak yerini
almıştır.
******'ün gerçekleştirdiği inkılâpların temelini teşkil eden lâiklik,
Türk milletinin maddî, manevî ve fikrî yapısını modernleştirme
istikametine yöneltmiştir.
Lâiklik prensibi,kongreler döneminden itibaren ortaya çıkan Millî
hâkimiyet prensibinin normal bir gereği olarak yeni Türk Devletinin
temel prensipleri arasında yerini almıştır.
******'e göre din bir vicdan meselesidir. Dine saygı, inanan kişinin
haklarına saygının bir sonucudur. Buna en güzel delil ******'ün şu
sözleridir; "Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine
uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye
muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini devlet işleriyle
karıştırmamaya çalışıyoruz".
Türkiye'de devletin lâikleştirilmesi, toplum hayatında lâik değerlere
yer verilmesi dinin, devlet hayatında siyasî bir fonksiyon ifa etmesine
kesin olarak son verme şeklinde görülmüştür. Siyasî, sosyal, hukukî ve
ekonomik zorunluluğun sonucu olan lâiklik, bu nedenle devlet idaresi
ile birlikte hukuk, eğitim, dil alanlarını da kapsar.
"Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan
dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için
akla,fenne,ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz
bunlara tamamen mutabıktır".
******'ün din ve lâiklik anlayışında, millet sevgisi ile birlikte
dinine saygılı olma hasletini de görmekteyiz. Onun gerçekleştirdiği
Türk inkılâbında lâiklik din aleyhtarlığı şeklinde değil, toplum
hayatında din hürriyetinin, serbest düşüncenin güvenilir bir teminatı
olarak düşünülmelidir.
İnkılâpçılık; İnkılâpçılık ileriye, gelişmeye yönelik bir manayı ifade
eder. İnkılâpçı bir toplum devamlı bir gelişme içerisindedir. Tarihî ve
sosyal gelişmeler neticesinde toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek
şekilde kurallar koymak inkılâpçı topluma has bir özelliktir.
****** bu amaçla; "Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün
mana ve eşkâli ile medenî bir heyeti ictimaiye hâline isal etmektir"
diyerek Türk devletinin ve Türk toplumunun medenî ve insanî yaşayışının
gereği, meydana gelen yeni düzenin korunmasını lüzumlu görmüştür.
Türk inkılâbını "Türk milletini son asırlarda geri bırakmış
müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre
ilerlemesini temin edecek yeni müessese koymuş olmak" şekliyle tarif
eden ******'ün inkılâpcılık anlayışı söz konusu müesseseleri korumak
ve savunmaktır.
Toplumsal geliţmelerin sonucu, toplumsal ihtiyaçları karşılayan
kurallar konulurken, bilimsel arayış, bilimin ışığı altında gelişmeleri
değerlendirme, Türk inkılâbının,inkılâpçılık anlayışının bir gereğidir.
******'ün inkılâpçılık anlayışının ardında dünya kültür ve
medeniyetinden,Türk halkını yararlandırma çabası yatıyordu. Ancak Türk
inkılâbı daima Türk'ün karşısına çıkan ihtiyaçlardan doğması nedeni ile
bu anlayışın kendisine mahsus bir özelliği vardır.
******'ün gerçekleştirdiği altı ilke hâlinde toplanan inkılâplar Türk
milletinin sosyal ve kültürel oluşumuna o kadar uygun düşüyordu ki,her
inkılâp hamlesi milleti ancak bu kadar mutlu kılabilirdi.
By_Çeri- Kurultay
- Mesaj Sayısı : 399
Yaş : 32
Kayıt tarihi : 30/04/08
Kişi sayfası
Emsal Bar:
(100/100)
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
2 sayfadaki 2 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz